E.F > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi...

ceylannur

Yeni Üyemiz
FÂSIK Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimseye fasık denir
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır
Lügatta, çıkmak manasına gelir Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-Isfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf Sûresinin 50 âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır
Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:

a Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek
b Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak
c Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, age, I, 282)

Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En ‚âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "Işte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir" (el-Mâide, 5/81)
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir Bu hususta Hz Peygamber (sas)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla ‚ya fâsık ‚ diye söz atamaz, atmaya hakkıyoktur Yine böyle küfür de isnad edemez Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur" (Sahîh-i Buhâri Muhtaşar Tecrid-i Sarıh Tercümesi ve Şerhi, XII, 137) Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FASIK BİR KİMSENİN ARKASINDA NAMAZ KILMAK CAİZ MİDİR? Fasık bir kimsenin arkasında namaz kılmak caizdir Yani batıl değildir Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "İster salih olsun ister fasık, her müslümanın arkasında namaz kılınız” (kılabilirsiniz) Sahabe ve tabi'in Cum'a namazı olsun başka namaz olsun zamanın en büyük zalim ve fasıkı Haccac'a tabi olmaktan çekinmezlerdi Hatta Hasan el-Basri onun hakkında şöyle diyor: Her millet kendi kötülüklerini, biz de Haccac'ın kötülüklerini getirirsek biz (Haccac'ın kötülüklerinden dolayı) onlara galebe çalarız Bununla beraber fasıkın arkasında namaz kılmak mekruh sayılır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FÂSIK (GÜNAHKAR)

Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimse
Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır
Lügatta, çıkmak manasına gelir Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır
Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf Sûresinin 50 âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:
a Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek
b Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak
c Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, age, I, 282)
Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En 'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir
Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:
"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "İşte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);
"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir'' (el-Mâide, 5/81)
Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir Bu hususta Hz Peygamber (sas)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık ' diye söz atamaz, atmaya hakkı yoktur Yine böyle küfür de isnad edemez Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur'' (Sahîh-i Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, XII, 137) Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FÂSİT AKİT (GEÇERLİ OLMAYAN AKİT)

Geçerliliği olmayan, bâtıl akit İslâm hukukunda akitler, rükün ve şartlarının tam olarak bulunup bulunmamasına göre ikiye ayrılır: Sahih ve gayri sahih akit Sahih akit, kendisinde rükün ve şartlar tam olarak bulunan akittir Gayr-i sahih ise, bu vasıfları taşımayan akde denir
Hanefilere göre, gayri sahih akitler fâsit ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır Ancak bu ayırım, mülkiyetin nakli sonucunu doğuran veya akdi yapanları karşılıklı borç yükü altına sokan akitlere mahsustur; Satım, kira, hibe, karz, havâle, şirket, müzâraa, müsâkat ve taksim akdi gibi Vekâlet, vesâyet gibi mâlı olmayan, âriyet ve vedia verme gibi tarafları karşılıklı borç yükü altına sokmayan mâli akitlerde; ibâdetlerde ve boşama, vakıf, kefâlet gibi tek yanlı iradeyle meydana gelen tasarruflarda ise fâsitle bâtıl arasında hiçbir fark yoktur
Hanefîler dışındaki diğer mezheplere göre ise, hem ibâdetler ve hem de akitler konusunda fâsitle bâtıl aynı anlama gelir
Burada Hanefilerle diğer mezhep imamları arasındaki görüş ayrılığı, İslâm'daki bir yasağın akit üzerinde hangi ölçüde bir sonuç doğuracağını farklı anlamaya dayanır Akitlerle ilgili İslâmî bir yasağa uyulmadığı takdirde hem günaha girilir hem de akit ortadan kalkar Diğer bir görüşe göre yalnız günâh olur, âkit ise geçerliliğini korur Yine eksiklik rükün veya şartlarla ilgili ise, farklı sonuç meydana gelir mi?
Hanefilere göre, bazan İslâm'ın akitlerle ilgili yasağı, işleyene günâh kazandırır, fakat akit geçerliliğini korur Ancak bu yasak veya eksiklik akdin rükünlerinde, yani icap, kabul ve üzerinde akit yapılan şeyde olursa veya bunları tamamlayan şartlarda bir kusur bulunursa akit bâtıl olur Meselâ, akdin konusu mübah değilse veya mal-para ortada yoksa ya da teslimi imkânsızca akıt bâtıl olur Eğer hükmü tamamlayan veya hükümle ilgili olan bir şart eksikse, akit fâsit olur, bâtıl olmaz Bir alım-satım akdinde ödenecek olan para miktarının veya ödeme vâdeşinin bilinmemesi gibi hükmün uygulaması sırasında anlaşmazlığa yol açacak eksiklikler sebebiyle akit fâsit olur Buna göre fâsit akit; akdin vasfında, yani hüküm ve neticesini tamamlayan şartlarında eksiklik bulunan akittir
Şâfiî Maliki ve Hanbelilere göre, akitle ilgili bir yasak, o akdin herhangi bir sonuç meydana getirmesine engel olur Çünkü yasağa rağmen böyle bir akdi yapmak Allah'a isyandır Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bizim emrimize uymayan bir iş yaparsa merdûd'dur; kim dinimize, onda olmayan bir iş sokarsa merdûd'dur" (Buhâri, İ'tisâm, 20, Büyû, 60, Sulh, 5)Ashâbı kirâm, hakkında yasak bulunan akitlerin bâtıl olduğunda birleşmişlerdir Bu yüzden faizi ve müşriklerle yapılan evlenme akdini geçersiz saymışlardır Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de; "Allah, alış-verişi helâl, faizi ise haram kıldı" (el-Bakara, 2/275); ''İman etmedikçe müşrik (Allah'a eş koşan) kadınlarla evlenmeyin" (el-Bakara, 2/221) buyurulmuştur (bkz Hafid İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır ts, II, 166; Gazzâlî, el-Mustasfâ, Mısır 1322, II, 31; el-Âmidî, el-İhkâm, I, 68; Pezdevî, Usûl, İstanbul 1308, I, 66; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, (ty) 72-74)
Bâtıl ve fâsit akit arasındaki farkları dört maddede toplamak mümkündür
a) Sebep: Akdin bâtıl olmasının sebebi, öze inen esaslı unsurlarda İslâmî hükümlere uymamaktır İcap, kabul ve akdin konusunun bulunmaması veya akdin çocuk ve akıl hastası olan ehliyetsiz kişi tarafından yapılması gibi Fâsit olmasının sebebi ise, akdin temel unsurlarını tamamlayan şartlarda İslâmî hükümlere uymamaktır Akitte fesat sebepleri dörttür: 1) Çok bilinmezlik; sürüden herhangi bir koyunu satmak gibi; 2) Garar; ağı bir atışta çıkacak balıkları önceden satmak gibi; 3) Korkutma (ikrah); Hanefilerin büyük çoğunluğuna göre, korkutma, korkutulanın yapacağı akdi fâsit kılar; 5) Bozucu şart; satım, kira ve şirket gibi ivazlı akitlerde İslâm'a aykırı olan şart, akdi fâsit kılar Satım akdinde süre koyma, döviz satımında peşin kabza uymama gibi
b) Sonuç: Bâtıl akit hiçbir medeni sonuç meydana getirmez Meselâ; satım akdinde iki ivaz (bedel)'in mülkiyeti taraflara geçmez Bâtıl nikâhta kadının cinsî yönlerinden yararlanma, nafaka ve miras sözkonusu olmaz Ancak bâtıl akitte mal, alıcının elinde iken kusuru olsun veya olmasın herhangi bir sebeple telef olsa, misliyle veya kıymetiyle tazmin edilir
Fâsit akit ise, kabz veya teslim gerçekleşmişse, sahih akdin bazı sonuçlarını doğurur Fâsit akitte kabzla, iki ivazın (para ve mal) mülkiyetleri taraflara geçer Fâsit kira akdinde kiracı maldan yarârlânma hakkına sahip olur, fiilen yararlanınca da kira bedelini ödemesi gerekir Ancak fâsit satım akdi, müşteriye belirlenen satış bedelini değil de, emsal bedeli veya malın pazar yerinde kabz günündeki kıymetini ödeme yükümlülüğü verir Fâsit kira akdinde de emsal kira bedeli ödenir Ancak bunun miktarının akitte konuşulan bedeli asmaması gerekir
c) Feshe hak kazanma: Bâtıl akit feshe muhtaç olmaksızın kendiliğinden yok hükmündedir Şer'i hükümleri gözetmek için fâsit akdin ya akdi yapanlardan birisince, ya da hâkim tarafından feshedilmesi hakkı doğar Bu hak, fesih engelleri ortaya çıkıncaya kadar kabzdan sonra da devam eder Fesih engelleri şunlardır: 1) Malın helâkı veya tüketilmesi yahut buğdayın un, unun ekmek olması gibi şekil ve adının değişmesi, 2) Asıldan meydana gelmeyen bitişik ilaveler Unun yağ veya balla karışması, arsa üzerine bina yapılması, kumaşın boyanması gibi Malın aslında doğan irileşme ve güzellik gibi bazı bitişik ilavelerle, yine asıldan doğan yavru, meyve gibi bitişik olmayan ilâveler fâsit akdi feshe engel olmaz 3) Kabzedilen malda yeni bir satış, hibe, rehin ve vakıf gibi bir yolla tasarrufta bulunma Fesat sebebiyle olan fesih hakkı mirasçılara geçer
d) Kapsam bakımından fark: Bâtıl oluş; satım, kira, hibe, ikrar, da'vâ, mübah malı elde etme, satılan veya hibe edilen malı kabz gibi sözle veya fiille yapılan, akde âit olan-olmayan bütün tasarruf çeşitlerinde sözkonusu olur Fâsit oluş ise, yalnız karşılıklı borç yükleyen veya mülkiyetin nakli sonucunu doğuran mâli akitlerde cereyan eder Bu sebeple Hanefîlere göre, ibâdetlerde, fiilî tasarruflarda ve vesâyet, tahkim gibi mâlı olmayan akitlerde, vedia ve âriyet gibi karşılıklı borç ve mülkiyetin nakli sonucunu doğurmayan malı akitlerde fâsit ve bâtıl aynı anlamdadır Başka bir deyimle bu tasarruflar ya sahîh ya da bâtıl olur
Bir akit bâtıl olunca icâzet kabul etmez; Çünkü yok hükmündedir Fâsit akdin de fesadı icâzette kalkmaz; Çünkü akdi yapan şer'î hükümlere muhâlefete mâlik olamaz Kendisinin muhâlefet ikram da geçerli olmaz Ancak fesat sebebinin ortadan kalkması gerekir; Vâde belirlenmeden yapılan satışta, vâde tarihini sonradan belirlemek gibi
Bâtıl bir akitte zaman asımı işlemez Çok uzun süre geçse de akdin bâtıl olduğu ileri sürülebilir Çünkü bâtıl yok hükmündedir Fâsit akitte zaman aşımı ise, tarafların fesih hakkı devam ettiği sürece uzar Fesih engeli meydana gelince akit kesinleşir (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 23; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 299, 300, 304; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 185, 231, 302, vd; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, IV, 104, 136, 137; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, Dımaşk, IV, 280 vd)

__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FÂSİT MUDAREBENİN HÜKÜMLERİ

Mudarabe akdi, sıhhat şartlarının bulunmaması yüzünden fâsit olursa, fâsit icâre (iş ve hizmet) akdine dönüşür Sözleşmede taraflardan birisi lehine, miktarı önceden tesbit edilmiş maktû bir kâr belirleme gibi sermaye sahibi için, ana para ve %50 (yüzde elli) fazlasını iade etme taahhüdü böyledir Bu takdirde mudârib, mudârabe süresince emsal işçilik ücreti almaya hak kazanır Çünkü verilecek ücret veya maaş belirlenmeden yapılacak bir iş akdi fasid olur ve işçi ecr-i misil alır Ancak ecr-i misil, mudârabe akdi sırasında şart koşulan miktarı aşamaz ve kâr (ribh) yoksa ecr-i misle dahi hak kazanamaz (Mecelle, mad 1426)
Fâsit mudarabede kârın tümü sermaye sahibinin olur Çünkü kâr, onun mülkünün nemâsıdır Mudârabe malı, yine mudâribin elinde emânet hükümlerine tâbi olur Bu da mudârib ortak işçi (el-ecîrul-müşterek) sayılır Çünkü o, başka kimselerden de sermaye alıp çalıştırabilir Ebû Hanîfe'ye göre, ortak işçi kusuru bulunmadıkça zarara katlanmaz Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, ortak işçi, kaçınılması mümkün olan bir zarara sebep olmuşsa, ana parayı tazmin etmesi gerekir Fasit mudarebede de hüküm böyledir (es-Serahsî, age, XXII, 22, 23, 27; el-Kâsânî, age, VI, 85, 108; İbnü'l-Hümâm, age, VII, 60, 78; İbn Kudâme, age, V, 65; e,z-Zühaylî, age, IV, 851, 852)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FECR, FECİR

Güneşin doğmaya başlama zamanı, tan vakti, güneşin doğmasından önceki alacakaranlık
Fecr (yahut fecir) sözlük anlamı yarmak demektir Araplar yerden suyun toprağı yararak çıkıp akmasına inficâr derler Sabah aydınlığına, şafak sökmesine ve tan yerinin ağarmasına da fâil manasında masdar olarak fecr derler ki, geceyi ve karanlığı aydınlığı ortaya çıkardığından dolayı ona bu ad verilmiştir
Namaz, oruç ve hac gibi ibadetler belli bir vakit içersinde yerine getirilir Yani bu ibadetlerin belirlenen o zamanlarda yapılması şarttır Bu vakitler ya güneşe göre veya aya göre tespit edilir Mesela günde beş defa kılınan namazların vakitleri güneşe göre; yılda bir ay tutulan ramazan orucunun başlangıç ve sonu da, gökteki aya göre tayin ve tesbit edilir
Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde namaz kılınması yani beş vakit namazın vakti âyetle sabittir Kur'an-ı Kerîm'de "Hiç şüphesiz namaz insanlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır" (en-Nisâ, 4/103) buyrularak buna işaret edilir Bu, vaktin namazın farz olmasına sebep teşkil etmekte ve o vakitte kılınmasıyla da edasının bir şartı olmaktadır
Ancak bu vakitlerin başlangıcı ve sonu hadislerle tesbit edilmiştir Meselâ sabah namazının vakti ne zaman başlar ve ne zaman biter? Bu, Hz Peygamberce (sas) bildirilmiştir İşte fecr kelimesi bize sabah namazı vaktinin geldiğini ve imsak vaktinin başladığını bildiren bir zaman parçasını anlatmaktadır
Fıkıh terimi olarak fecr, tan yerinin ağarması ve sabah vaktinin başlangıcı demektir Ayet ve Hadislerde gecenin bittiğini gündüzün başladığını, yatsı namazı vaktinin bitip sabah namazı vaktinin başladığını, oruç tutacak kimse için yeme ve içmenin sona erdiğini ve imsak olduğunu bildiren anı ve zamanı ifade eder
Fecr kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de vakit manasında, sabah vaktini bildirmek üzere birkaç yerde geçmektedir Orucun başlama vaktini bildiren âyette: "Fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar (yani tan atana kadar) yiyebilir ve içebilirsiniz, (bu vakitten) sonra da, geceye kadar orucu tamamlayın" (el-Bakara, 2/187) buyurulmaktadır Kadir geceşinin tan yerinin ağarmasına, şafak sökmesine kadar devam ettiğini bildiren ayette de; "O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir" (el-Kadr, 97/5) buyrulmaktadır Bazıları, orucun başlangıç vaktini güneşin doğuşuna kadar getirmek istiyorlar veya sabah namazını gece namazı sayıp sabah namazı güneş doğuncaya kadar kılındığına göre oruç vakti de güneşin doğuşundan sonra başlamalıdır gibi bir yorum yapmak istemişlerdir Halbuki bu ayet gecenin, fecrin doğuşuna yani tan atana kadar devam ettiğini bildirmektedir Tan yeri ağarınca gece bitmiş olacağından oruç tutacak kimsenin bu andan itibaren yeme, içme ve cinsi ilişki gibi işlerden uzak durması gerekir Nitekim Hz Aişe'nin naklettiği bir hadiste: "Bilâl ezanı geceleyin okuyordu Bundan dolayı Allah'ın elçisi: 'İbn Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyiniz, içiniz çünkü o fecr doğmadan ezan okumaz' buyurdu" (Buhâri, Savm, 17) denilmek suretiyle şafağın sökmeşinin orucun başlangıcı, vakti olduğu belirtilmiştir
İslâm hukukunda fecr, kâzib fecr ve sâdık fecr veya birinci fecr ve ikinci fecr olmak üzere iki kısma ayrılır
Fecr-i Kâzib veya birinci fecr, herhangi bir vaktin başlangıcı değildir Namaz ve oruç açısından bir şey ifade etmez Yatsı namazının vakti henüz devam etmektedir Sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan gökyüzüne yukarıya doğru dikey olarak piramit şeklinde yükselen bir aydınlık meydana gelir ki buna fecr-i kâzib denir Araplar buna "zenebü's-sirhan" yani kurt kuyruğu diye isim vermişlerdir Bundan sonra yine kısa bir süre karanlık başlar, bu karanlıktan sonra Fecr-i Sâdık meydana gelir Ufukta yatay olarak boydan boya yayılıp dağılan aydınlığa fecr-i sâdık veya ikinci fecr denilir Hz Peygamber (sas): "Sakın ashabım sizi ne Bilâl'in ezanı ne de fecr-i müstatil sahurunuzdan alıkoymasın Fakat siz sahur hususunda ufuktaki fecr-i müstatire itibar ediniz" buyurmuştur Müstatil fecr-i kâzib, müstatir fecr-i sâdıktır (Müslim, Sıyam, 40-44)
Fecr-i sâdıkla sabah namazı vakti girer, oruç yasağı başlar Oruç ikinci fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar devam eder Sabah namazı da ikinci fecrin doğuşundan başlar, güneşin doğuşuna kadar süren zaman içinde kılınır Yani fecr-i sâdık demek güneşin doğuşu demek değildir Fecr-i sâdık ile güneşin doğuşu arasında yaklaşık olarak bir saat kadar veya biraz fazla bir vakit bulunduğu söylenebilir Çünkü Cebrail, Peygamberimize birinci gün sabah namazını fecr doğunca kıldırmış, ikinci gün ise ortalık iyice aydınlandığı zaman kıldırmış ve bu iki vakit arasındaki zaman "senin ve ümmetin için vakittir, bu aynı zamanda senden önceki peygamberlerin de vakti idi" demiştir (es-Serahsı, I, 141)
Fecr-i kâzib henüz gece vakti sayıldığından bu zamanda yatsı kılınabilir, oruç tutacak olan yiyip içebilir Fecr-i sâdıktâ ise sabah vakti girmiş, gece bitmiş, yatsı vakti ve sahur vakti geçmiş demektir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FEMİNİZM VE KADIN "Feminizm" terimi; kadınların da erkeklerin sahip oldukları tüm haklara sahip olmasını ve kadınların da hukukta sosyal hayatta erkeklere eşit sayılmasını hedef alan düşünce sistemini anlatır (S Hayrı Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlügü 106)
Feminizm Nasıl Dogdu?
Feminizm hareketlerinin başladığı onsekizinci asrın sonlarına kadar, İslam'ın uygulandığı dönemler dışında, kadının durumu içler acısıdır:
Bozulmuş Yahudilikte, erkek, yatar-kalkar ve kadın yaratılmadığı için Allah'a dua eder Baba isterse kızlarını satabilirBozulmuş Hiristiyanlıkta kadın, Hz Adem'i kandırıp yoldan çıkaran, bu yüzden ölünceye kadar gebelik ve doğum sancısıyla ceza görecek olan aşağılık bir şeytandır Bundan ancak hiç evlenmemekle kurtulabilir İşte rahibelik bu demektir Halbuki, bu hem dinin mantığına, hem de kadının tabiatına aykırı bir düşüncedir Din herkesin kurtulmasını hedeflediğine göre, kurtulmak isteyen tüm kadınlar evlenmezlerse, erkekler kimlerle evlenecek ve insanlık nasıl sürecektir? Bu, hiristiyanlığın din mantığına aykırı yönüdür: Cinsel ilişki, erkek gibi kadın için de fitrî bir ihtiyaçtır Kadın bu ihtiyacını gidermeden nasıl ömür sürebilir? Bu da işin kadın tabiatına aykırı olan yönüdür Islâm'dan önceki Cahiliyyet Toplumunda kadının durumu ise herkesin malûmudurEski Hintlilere göre kadın murdar bir varlıktır Batı uygarlığının temeli Yunan'da kadın bir zevk aracıdır Kendisiyle hâlâ övündükleri Eflatun, kadının bir orta malı olarak elden ele dolaşması gerektiğini söylerIngiltere'de daha Onbirinci Asr'a kadar, koca, karısını satabilirdi (B Topaloğlu, Islâm'da Kadın 18)Genel olarak batı'da kadın ondokuzuncu asrın başlarına kadar insan bile sayılmıyordu O tarihlerde Italya'da toplanan bir bilimsel (!) heyet "Kadın Insan mıdır, değil midir?" konusunu tartışıyordu(Bu olayı Dostoyevski, Suç ve Ceza adlı romanında işler) Çünkü kadın Şeytanın biçimlenmiş görünümü sayılıyordu ve 1830'lara kadar Avrupa'da beyaz kadın ticareti bir ticaret kolu olarak iş görüyordu Yani kadınlarını bir mal gibi satıyorlardı Derken Sanayi Devrimi oldu Motorlar ve fabrikalar çalışmaya başladı Büyük çapta insan gücüne ihtiyaç duyuldu Çalışana olabildiğince az ücret vermek, kazanmanın birinci şartı olarak görülüyordu Bunun için de en elverişli kesim kadınlardı Onlara az ücret verilmesine kimse karşı çıkamazdı Çünkü onlar insan değillerdi Böylece kadın bir şeytanî ruh sayılmasının yanında, erkeklerin yapacağı ağır işleri de yükleniyor ve yağlı-paslı makineler arasında paçavra üstüpüler gibi akşamlıyor ve varsa kocanın kollarında cenaze gibi sabahlıyordu
İşte bu genel durum erkeklere iki yönden etki etti

1- Başkasının işinde enerjisini ve işe yarar yönlerini yitirip kendi kucağına paçavra gibi geIen kadınların kocaları, gayret duygularının depreşmesiyle harekete geçtiler
2- Fıtratındaki acıma duygusunu bütün bütün yitirmeyen insanlar, bu yürekler acısı durumdan nihayet etkilenmeye başladılar

Ayrıca işin kendi çıkarlarını etkileyen yönleri de vardı; Uzakdoğu'nun zenginliklerinin Avrupa'ya taşınmasıyla kurulan fabrikalar, tek geçim kaynağı hâline gelmiş ve işçi olarak erkeğin yerine, köle gibi çalıştırdıkları, buna rağmen çok az ücret verdikleri kadınları tercih eder olmuşlardı Erkekler işsiz kalıyordu Ikinci olarak, ağır işlerde çalışıp bitkin hale gelen kadın; erkeğin zevklerini tatmin edemiyordu Derken, erkeğin hem midesinin, hem de belinin arzularının doyum aracı olarak görülen kadının bu durumunu, Freudizm'in psikanalize dayanan cinsiyet felsefesi, hem kolaylaştırdı, hem de bilimsel çehreye büründürdü(Bolay, age107)
İşte bu süreç sonunda batı'da "feminizm" kaçınılmazdı Çünkü Islâm dünyası kadının da insan olduğunu onlara öğretmişti Ve büyük savaşımlar sonunda kadın, önce kanun önünde erkeğe eşit hale getirmeyi başardılar ‚Kadın Hakları Beyannamesi"ni yayınladılar Kadına seçme ve seçilme hakkı sağladılar Buraya kadar olan gelişmeler olumlu ve güzel gelişmelerdi Çünkü fıtrat, bunu gerektiriyordu Ancak "ifratların tefritleri doğuracağı" kuralı işliyor ve bir cinsin hakimiyeti, yerini öbür cinsin hakimiyetine devretmeye doğru gidiyordu
Konunun insanîligi ve normalliği yanında aşırılıklara kaçılmasıyla cazip yönleri de ortaya çıktı Kadının istikrarsız duygusallığı, güzel bir kazanç aracı olmaya çok elverişli idi Yani kadın, yine kazanç aracı, yine zevk aracı olarak kullanılacaktı yine ezilecekti ve horlanacaktı ama, bunun yöntemi değişecekti Yani kadın yine erkeğin arabasına koşulan at durumunda kalacak, ama ne var ki, arabayı arkadan kırbaçlanarak çekmesi yerine, önüne yeşil bir gözlük takılarak ve o, ilerisini yeşil görünce ota kavuşmak ümidiyle koşturacak ve yine aynı arabayı çekecekti Değişen sadece buyduKadının önünde bir kısır döngü oluşturuluyordu Onun sayesinde yeni endüstri kolları gelişti Kozmetikler ve moda gündeme geldi Bunlar aracılığıyla kadın süslenip-püslenip erkeğin bulunduğu her yere girebiliyor, ayrıca defilelere ve yarışmalara çıkarılıyor, bunlar diğer kadınların bu yoldaki tutkularını artırıyor, bu tekrar onu oluşturuyor ve erkek de, birbirini körükleyerek hızlanan bu kısır döngüden istediği sonucu alıyor, hem midesini sişiriyor, hem de erkekler gibi her sahada görev alma hakkını (!) elde eden kadın sayesinde, kadın her aradığında elinin altında bulabilip başka zevklerini de tatmin ediyordu Yani artık arabası tıkırında gidiyordu Bu işin reklâmını yapacak çok uluslu şirketleri, siyonist menfaat şebekeleri, dergi ve magazinleri, hattâ TV ve radyoları vardı Yani kadından çok, onu sömüren erkek örgütlenmişti ve sömürünün yöntemi bilimselleşmişti Zavallı kadın ise, ot diye gösterilen yeşilliğin peşine koşabilmeyi hak olarak görüyor ve bu hakkı koruyabilmek ve daha ilerilere götürebilmek için kadın dernekleri kuruyordu Evet, kadın artık erkeği geçmişti ama, göbeği şişkin, zevki pişkin erkeğin arabasının önünde olduğu için geçmişti
Erkek de bu iyiliğe karşılık onu koruma hayırhahliği gösterip, ona karşı doğan minnet borcunu ödemeliydi Önce etrafa şöyle bir "höyyt!" demekle işe başladı Kadının bu hakkına (!) karşı çıkmak isteyenlerin alnını karışlardı Çünkü o artık bunu kanunlaştırmıştı ve bunu kadına da inandırmıştı Çünkü her fırsatta onunla beraber olduğunu söylüyor ve "hiç endişe etmeyin, sizin erkeklere fiziksel eşitliğinizi de sağlayacağız" diyerek sırtını sıvazlıyor ve "Tam Eşitlik Için Erkeklerin ‚şey'ini Kesme Derneği" kuruyordu (Attılâ Ilhan, Yanlış Erkekler, Yanlış; Kadınlar 196)
Ama bütün bunların sonucu olarak bir yönden de kadın her arandığı yerde zorluk çekilmeden bulunabilen mebzûl bir varlık haline geldiğinden; erkeklerin gözünden düşüyor ve erkekler normal ve tabiî ilişkiden zevk almaz oluyor, cinsel sapıklıklar tarihin hiçbir döneminde şahit olunmayan boyutlara varıyor, eşcinsellik yer yer kanunlaşıyor, kadınlarda da yine yer yer erkeklerden nefret duygulan gelişiyor, onlar da lezbiyenleşiyorlar Ama tabîîlik sınırı geçilince artık sınır yoktur Konu hayvanlarla evlenmeye kadar vardırılıyor ve Avrupa'da bir kadına, kedisiyle resmen nikâh kıyılıyor Sanki köpeklerle yaşayan diğer hemcinsleri gibi nikâhsız yaşasa olmayacakmış gibi Ama tarih, fıtrata karşı çıkanların helâk olaylarıyla doludur Tabiat, kendi kanunlarına karşı çıkanların gayretlerini sonuçsuz bırakır Atın eşeğe çekilmesiyle doğan katır artık üreyemez AIDS pusuda bekliyor gibi İşte "feminizm"in serüveni ve günümüzde ulaştığı nokta bundan ibarettir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FERÂİZ MİRAS LA ALAKALI BAZI KONULAR Koca, karısını yabancı bir erkekle isteyerek zina yaparken görüp her ikisini de öldürecek olsa karısının mirasindan mahrum olmaz
Ölen kadının kendi annesi varken, babaannesi varis olamaz
Ölen adamın anne-baba bir kız kardeşi varken kendi kızının kızları ona varis olamaz
Kadın vefat edip geride Babası ve anne-baba bir erkek kardeşini bırakacak olsa bütün mirasini Babası alır
Baba "Kızımı red ettim Ölümümden sonra terekemden ona hiç birşey vermeyin" der ve ölecek olursa kız (yine) terekeden hissesini alabilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FESAD, FESAT

Bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir Fesadın zıddı, salâh, fesad kökünden türeyen mefsedet'in zıddı da maslahat'tır
Fesad bir çok şey hakkında kullanılabilmektedir İbnu'l-Cevzî bunları şu şekilde maddeleştirmiştir:
1) Can, beden ve istikametten ayrılan her şey için
2) Zat ve eşya hakkında kullanılabildiği gibi, din hakkında da kullanılabilir ki, din hususundaki fesad, çoğunlukla isyan veya küfür ile olur
3) İbareler: Fesad, ibadetler hakkında da kullanılır Bazı ibadetler (hac, umre), fâsid olduğu halde devam edilip tamamlanabilir Bazıları ise (namaz vBulletin), fasid olunca artık devam edilmez ve tamamlanamaz Yeni baştan yapılması gerekir
4) Akitler: Akitler hukukî (şer'î) şartlarını tamamlamadıkları zaman fasid olurlar
5) Şehadet: Kendisiyle hüküm verilmesini gerektirecek vasıfta ve özellikle olmayan şehadet "fasid şehadet" olarak adlandırılır
6) Dava: Bir dava mahkemede dinlenebilmesi için gerekli şartları taşımıyorsa, "fasid dava" olarak vasıflanır
7) Söz: Bir söz eğer muntazam ve düzenli değilse, buna "fasid söz" denir
8) Fiil (iş): Bir iş, bir davranış, nazar-ı itibara alınmıyor ve önemsenmiyorsa, buna "fasid fiil" denir
Fesad ve bu kökten türemiş olan isim ve fiiller, Kur'an'da elli yerde geçmektedir Tefsirciler bunları genelde yedi anlamda toplamaktadırlar
I) Ma'siyet: "Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın denilince: "biz ıslah edicileriz ' derler" (el-Bakara, 2/1 1)
2) Helâk: "Eğer, gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de fâsid, yani helak olurdu" (el-Enbiya, 21/22)
"Eğer gerçek onların arzuları doğrultusunda olsaydı, gökler, yer ve bu ikisinde bulunanlar helak olurdu Halbuki biz onlara, kendi zikirlerini getirdik onlar ise kendi zikirlerinden (onlara açıkladığımız hakikatten) yüz çeviriyorlar" (el-Mü'minûn, 23/71)
3) Kuraklık (yağmur kıtlığı): "İnsanların, kendi elleriyle yaptıkları yüzünden, onlara yaptıklarının sadece bir kısmını tattıralım diye, karada ve denizde, "fesad" ortaya çıktı Belki, yaptıklarının doğru olmadığını anlar vazgeçerler" (er-Rum, 30/41); (Bugün, havanın, suların, kısaca tabiatın toplumun, Sosyal ekonomik yapının insanlar tarafından bozulması, kirletilmesi bu ayetin muhtevası içinde değerlendirilebilir)
4) Öldürme (katl): "Firavn milletinin ileri gelenleri; Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını terkederek yeryüzünde fesad çıkarsınlar diye mi, yani Mısır ehlini öldürsünler diye mi terk ediyorsun" dediler (el-A'raf, 7/127; Ayrıca bkz Kehf, 18/94; Mü'min 40/26)
5) Harab olma, harap etme: "Başa geçince, yeryüzünde fesad çıkarmak için yani, ona harab etmek için çabaladı" (el-Bakara, 2/205; bkz en-Neml, 27/34)
6) Küfr: "Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesad 'a, yani, küfr'e engel olmalı değil mi idiler" (Hûd, 1 1/1 16)
7) Sihir: "Sihirbazlar sihirlerini göstermeye başlayınca, Musa onlara: sizin bu yaptığınız sihirdir, Allah onu boşa çıkaracaktır Çünkü Allah, müfsidlerin yani sihir yapanların amelini ıslah etmez, dedi" (Yunus, 1 0/8 1)
Yine bu anlamlara ek olarak, Fîrûzâbâdî, "Biz ahiret yurdunu, yeryüzünde üstünlük ve fesad istemeyenlere mahsus kıldık" (el-Kasas, 28/83) ayetindeki fesadın, "malı haksız yere almak" olarak tefsir edildiğini de söylemektedir Hemen belirtelim ki, fesad için verilen bu anlamlar, sınırlandırıcı ve bağlayıcı olmayıp, o zamana kadar bu kelimenin nasıl tefsir edildiğini göstermek maksadıyla zikredilmişlerdir Zamana ve şartlara göre, ayetlerde geçen "fesad" sözcüğünün daha başka şekillerde yorumlanması da mümkündür
Fesad ve bu kökten türeyen isim ve fiiller, aynı şekilde, Hadislerde de çeşitli anlamlarda kullanılmıştır Anlamları çok yakın olmakla birlikte, bunları genel olarak şu şekilde gruplandırmak mümkündür:
a) ''Bozulmak, istikametten ayrılmak" (Bkz Tirmizî, Fiten, 13/27; Ebû Dâvûd, Cihad, 24), b) "Fitne ve huzursuzluk çıkarmak (ifsad)" (Buhâri, Fiten, 21; Ebu Dâvûd,
Adâb, 37; Buhâri, Hudûd, 31; Tirmizî, Nikâh, 3), c) "İki kişinin arasını açmak, birbirine düşürmek (ifsad)" (Dârimî, Rikak, 7; Ahmed b Hanbel, VI, 459 Tirmizî, Kıyame, 56); d) ''İbadetin bozulması, geçersiz olması" (Buhâri, Ezân, 58; Vudû, 69; Salat, 15; Muvatta, Hacc, 152), e) "Akdin kusurlu (fasid) olması" (Buhari, Hiyel, 4), f) "Bozulmak" (Buhâri, İman, 39)
Bazı ayetlerde geçen, "yeryüzünde fesad çıkarmak" ifadesinin ne anlama geldiği hususunda şunlar kaydedilir:
a) İbn Abbas, Hasan ve Katade'ye göre; yeryüzünde fesad çıkarmak "Allah'a isyanı ortaya çıkarmak" anlamına gelir Fahreddin er-Râzı'nin naklettiğine göre Kaffâl, bu hususu şöyle açıklamıştır: Allah'a isyan izhar etmek, yeryüzünde fesad çıkarmak demektir Çünkü, şerîatler, insanlar arasına konulmuş yollar ve güzergâhlardır (sünen); insanlar, bunlara tutunursa düşmanlıklar kalkar, fitneler söner ve kan dökülmesi durur, neticede, yeryüzü ve bütün insanlar sulh ve sükuna kavuşur Eğer, bu sünnetler terkedilirse ve herkes heva ve keyfi arzularına göre davranırsa, anarşi ve çalkantılar kaçınılmaz olur
b) Bu ifade, bazı ayetlerde (el-Bakara, 2/205 de olduğu gibi), küfür ve nifak anlamına gelir
c) Fitneyi körüklemek, savaş çıkarmak anlamına gelir Bunun sonucunda da, insanların düzenleri, ekinleri, dinî ve dünyevî menfaatleri bozulur
Görüldüğü gibi fesad, özellikle Kur'an'da, "anarşi, bozgunculuk, istikrarsızlık" gibi anlamlarda kullanılmaktadır O halde Kur'an, toplum ve insanlık için gerek dinî gerekse sosyal manada, istikrar ve istikameti istemektedir İslâm, toplumun istikrarını korumak uğruna, tam istikamet üzere olmayan (fâsık) idareciye başkaldırmama anlayışını buradan almaktadır
Fesad'ın sosyal ve siyasi (sosyopolitik) muhtevasının yanında bir de, hukukî muhtevası vardır Bu muhteva kelimenin Kur'an, hatta sünnetteki kullanımında mevcut olmayıp daha sonra hukukçular tarafından ona yüklenmiştir
Hukuk doktrinlerinin doğup terminolojinin teşekkül etmeye başlamasından sonra, Hanefi hukukçular fesad sözcüğüne yepyeni bir hukukî anlam yüklemişler ve fesâd'ı akdin -fer'i yönlerinde (tamamlayıcı unsurlarında) bulunan ve akdi sıhhat mertebesi ile butlan mertebesi arasında bir mertebeye getiren bir kusur (halel) ile- kusurlu olması durumunu ifade için kullanmışlardır Bu kusur, aslı noktalarda (kurucu unsurlarda) bir aykırılık olmadığı için, bu akit "batıl (gayri mün'akid)" sayılamayacağı gibi, bünyesinde, akit sistemine fer'i noktalarda bir aykırılık mevcut olduğu için "sahih" de sayılamaz Öyleyse, fasid akit, hukukî varlığı olmayan bâtıl akit ile hukukî varlık kazanmış ve muteber olmuş sahih akit arasında yer almaktadır Zaten bu anlam, kelimenin sözlük anlamında da mevcuttur Nitekim, yukarıda da belirtildiği gibi, fesad'ın sözlük anlamı, yok olma, ortadan kalkma değil, mevcut olan bir şeydeki, değişme ve bozulmadır Bu itibarla hukuken yok sayılan batıl akit ile, hukukî varlık kazandığı halde "bozuk (kusurlu)" olan fâsid akdin ayrı ayrı hükümlere tabi tutulması, güzel bir hukuk anlayışıdır
Fesad teorisi Hanefi menşe'lidir Diğer çoğunluk hukukçular, hukuken muteber olup olmamasına nisbetle akdi, biri "sahih (mün'akid)" diğeri, "fâsid veya bâtıl (gayri mün'akid)" olmak üzere iki derecede ele almışlar ve akdin gayri mün'akid olmasını, akit sistemindeki hukukî emir ve yasaklara uyulmaksızın yapılması olarak anlamışlardır Hanefi doktrin ise, hukukî düzenlemeye aykırılık şekillerini aynı derecede tutmamış, bunun yerine aykırılığın aslı ve fer'i noktalarda olabileceğini ve bu farklı iki durumun aynı sonuca bağlanmasının doğru olamayacağını ileri sürmüştür Çünkü, uygulanacak müeyyidenin, hukukî düzenlemeye (kanun koyucunun hukuk anlayışına) aykırılığın derecesiyle mütenasip olması gerekir Buna göre, akit sistemine yalnızca fer'i noktalardan aykırı olan, fakat esaslı noktalarda, sisteme uygun olup rükun ve şartlarını bulunduran akdin butlan ve sıhhat arasında bir mertebede yer alması gerekir Çağdaş İslâm hukukçularından Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Hanefilerin fesad teorisini "faydalı bir durak" olarak tavsif etmektedir
Müctehid imamların, fesad mertebesi konusundaki ihtilafları, temelde, Kanun koyucunun -akitler gibi- itibarı varlığı bulunan tasarruflar hakkındaki yasağının (nehy) ne ifade ettiği (muktezası) konusundaki ihtilaflarına dayanır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, kanun koyucunun yasağının yorumlanmasındaki görüş ayrılığından kaynaklanın
Bazı ekoller, özellikle Hanbeli ekolü, nehyin yönelik olduğu noktalar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, nehyin muktezasının butlan olduğunu ileri sürmüşlerdir Çünkü, bunlara göre yasak, yasaklanan işin meşruluğuna mutlak olarak aykırıdır Bu noktadan hareketle, bu görüş sahipleri, "Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kişiler gibi kalkarlar Bunun sebebi, onların; "alım-satım da faiz gibidir" demeleridir Halbuki Allah, alım-satımı helâl faizi de haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) ayetinden sonraki "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, eğer mümin iseniz, artık faizi bırakın " (el-Bakara, 2/278) ayetinde geçen yasaklama sebebiyle, faizli akitlerin batıl olduğuna hüküm vermişlerdir Aynı şekilde, yine hadisteki yasak yüzünden, yasak bir şarta mukterin olan akdin bâtıl olduğuna hükmetmişlerdir (Bazı durumlarda, akdi değil de öne sürülen şartı batıl saymışlardır)
Hanefi ekolünde ise, bir işin yasaklanmış olmasının, o işin aslının meşru olmadığına delalet etmeyeceği, aksine, yasağa rağmen işin aslının (öz) meşru kalabileceği kabul edilmiştir
Sebeplerinin değişmesine göre, hukukî yasaklamanın sonuçlarına gelince:
Kanun koyucunun yasağı, genel olarak şu şekillerde karşımıza çıkar:
a) Yasağın, yasaklanan şeyin (Menhiyyun anh), bizzat (liaynihi) mi, yoksa dolaylı olarak (liğayrihi) mi, çirkin (kabıh) gösteren karineler olmaksızın varid olması: Bu şekildeki yasak, ilgili olduğu konuya bağımlı olarak iki çeşide ayrılır: Birinci çeşit yasak, zina, katı, şarap içme vBulletin gibi maddî (hissî) fiiller hakkındaki yasak, ikinci çeşit yasak ise, oruç, namaz, alım-satım ve kiralama gibi şer'î tasarruflar hakkındaki yasaktır Maddi fiiller, yapılması ve gerçekleşmesi hukuk sistemine bağlı olmayan, yani bir hukuk sistemi olmaksızın da bihnen ve vukua gelen işler olarak tarif edilir Şer'i tasarruflar ise, meydana gelmesi ve bir hukukî değere sahip olarak yapılması, ancak hukuk sistemi dairesinde olabilen işlemlerdir Meselâ; oruç ve namazın, bir ibadet ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olması ancak, İslâm hukuk sistemi (şer') ile olmaktadır Aynı şekilde alım-satımın bir takım özel şartlarla mülkiyeti nakleden bir akit oluşu, yine hukuk sistemi sayesinde anlaşılabilmektedir
Hissi fiil ser-i tasarruf ayrımı, bünyesinde bir zorlama taşıyorsa da, özellikle Hanefi ekolündeki fesad-butlan teorisinde önemli bir yer tutar Usulcüler, hissi filler hakkındaki yasağın, -eğer bu yasağın, lâzım veya hâricî bir vasıf yüzünden olduğuna delil yoksa yasaklanan şeyin özü itibariyle çirkinliğine ve fesadına delalet edeceğinde hem fikirdirler Meselâ zina, hissi fiillerdendir, dolayısıyla zinanın yasaklanmış olması onun özü itibariyle çirkin olduğunu gösterir Usulcüler arasındaki görüş ayrılığı daha ziyade şer'î tasarruflar hakkında, mutlak olarak yani, öze mi yoksa bir vasıfa mı yönelik olduğuna dair bir karine olmaksızın, varid olan yasak hususundadır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, hakkında bu türlü bir yasak varid olan şer'î tasarrufun hükmünün ne olacağı konusundadır Bu konudaki görüşler kısaca şöyledir:
1) Şer'i tasarrufların mutlak olarak yasaklanması, bu tasarrufların butlanına delalet eder ve yasaklanan şeyin çirkinliği sabit olur Bu tasarruf artık aslı itibariyle meşru olarak kalmaya devam edemez Şâfiî usulcülerin çoğu bu görüştedir
2) Böyle bir yasak tasarrufun butlanına delalet etmez Hanefiler ile bazı Şafiî usulcüler bu görüştedir
3) Bu nehiy, ibadetlerde fesada delalet eder fakat muamelatta fesada delalet etmez Şevkanı, bu görüşü Ebu'l-Huseyn Basrı, Gazzalî ve Razi'ye nisbet eder
b) Yasağın, yasaklanan şeyin bizzat kendisine veya bir parçasına (cüz'üne) yönelik olması: Meselâ; taş atmanın alım-satım sayıldığı (bey'u'l-hasât) sırf şeklî akdin yasaklanmasında yasak bizzat bu fiile yöneliktir (Müslim, Buyû, 1513; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, V, 147-148) Diğer taraftan, erkek hayvanın sulbündeki veya dişi hayvanın karnındakinin satılmasına (mezamin ve melakih) yasaklanmasında ise, yasak akdin bir rüknü ve bir parçası olan "mebı"e yöneliktir
Çoğunluk usulcülere göre bu şekildeki nehiy, butlan muradifi olan fesad'ı gerektirir
c) Yasağın, yasaklanan şeyin aslına (özüne) değil de, ayrılmaz bir vasfına yönelik olması: Meselâ, faizin yasaklanması böyledir Çünkü, yasak, fazlalık sebebiyledir; bu fazlalık ise ne satım akdinin kendisi, ne de onun bir cüz'üdür Aksine, akdin ayrılmaz (lazım) bir vasfıdır Akdin muktezasına aykırı bir şartı ihtiva eden satım akdinin, bayram günü oruç tutmanın yasaklanması bu kabıldendir Çoğunluk usulcülere göre bu yasaklama, bir şeyin bizzat (özü itibarıyla) yasaklanmasından farksızdır Yani, fesadı gerektirir ve yasaklanan şey, matlub olan hiç bir sonucu meydana getiremez Hanefilere göre ise, bu nehiy, sadece vasfın fesadını gerektirir ve işin aslı meşru olarak kalır Hatta, bu vasıf giderilince söz konusu tasarruf meşrulaşır Hanefiler bu şekildeki tasarrufu fasid olarak isimlendirir ve ona bir takım sonuçlar tertip ederler
d) Yasağın, yasaklanan şeyin haricî ve ayrılabilir bir vasfına yönelik olması: Gasbedilmiş yerde namaz kılmanın yasaklanması böyledir Buradaki yasak, başkasının mülkünü haksız olarak işgal etme sebebiyledir ki, bu sebep, namazın ayrılmaz vasfı değildir, yani namaz başka yerde de kılınabilir Cuma ezanı okunurken alış-veriş yapmanın yasaklanması da böyledir Yani yasak, alış-verişin özüne değil, onun dışında başka bir hususa yöneliktir ki, bu husus; alış veriş yaparken cuma namazının kaçırılmasıdır Cumhur usulcülere göre, bu tür yasaklama, yasaklanan şeyin butlanını da fesadını da gerektirmez Bu yasaklamaya rağmen, iş meşru olarak kalmaya devam eder ve amaçlanan sonuçlarını meydana getirir Ne var ki fâili günah kazanmış olur
Kanun koyucunun bâtıl olduğunu belirtmeksizin bir tasarrufu yasaklaması durumunda, nehyin sonucu, nehyin sebebine göre başka bir ifadeyle hukuk düzenine aykırılık çeşidine göre değişiklik gösterir Şöyle ki;
1) Kanun koyucu, bir fiili bazan, özü (asıl) itibarıyla meşru olmadığı için yasaklar Çünkü bu fiil özü itibariyle çirkindir Meselâ, zinadan neseb ve mehir sabit olmaz, mûrisini öldüren (kâtil) öldürdüğü kişiye vâris olamaz, yine gasbeden gasbettiği şeye mâlik olamaz Bu tür şeylerin yasaklanması literatürde "hissî (maddî) fillerin yasaklanması" olarak ifade edilir Melâkih (erkek hayvanın sulbünde bulunan) ve mezâmınin (dişi hayvanın karnında bulunan) satılması hakkında sünnette varid olan yasak da bu kabıldendir Ser', bunları akde uygun "konu" saymamıştır Aynı şekilde, mülâmese ve münabeze'nin yasaklanması da böyledir Çünkü, bu tür alım-satım, sahih rızaya delalet etmemektedir Görüldüğü gibi, bu akitler, kurucu unsurlarından birini kaybetmişlerdir Bu sebeple "bâtıl"dırlar
2) Kanun koyucu, bazan, aslı meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasak Kanun koyucunun, yasaklanan işte çirkin gördüğü ve işi kendisinden arındırmak istediği bir vasfa yönelir Şöyle ki, aslın meşru olduğu açık olduğuna göre, sadece vasıf, yasağın hedefi olarak kalmaktadır Faizli işlemin yasaklanması gibi Böyle bir işlem ya satım ve ödünç akdidir ve her ikisi de asıl itibarıyla meşrudur Fakat bu akitlerde, kanun koyucunun çirkin gördüğü bir vasıf vardır ki, o vasıf akdin, "karşılıksız bir fazlalığa" şamil olmasıdır Satım ve kira akdinde bazı özel şartların öne sürülmeşinin yasaklanması da böyledir Her iki akit de asıl itibarıyla meşrudur fakat bu akitlerde öne sürülen vasıf mesabesinde olan şart gayrı meşrudur
Yasaklanan akit eğer bu türden ise yani aslen meşru ise, yasak, Hanefilere göre, bu akdin bâtıl olması sonucunu doğurmaz Aksine bu akit fasid olarak (yani, fer'i yönlerinde, onu iptal edilebilir hale getiren bir kusurla kusurlu olarak) in'ikad etmiş sayılır Eğer bu fasid akdin iptaline bir engel çıkarsa (mesela fasid akit sonucunda kabzedilen şey meşru başka bir akitle elden çıkarılmışsa veya onda geri iade edilmesine imkân vermeyecek birtakım değişiklikler husule gelmişse), bu takdirde fasid akdin hükmü sabit olur ve artık feshedilemez İşte özellikle Hanefi fakihlerin fasid akdi tarif ederken "fasid akit, aslı itibarıyla meşru, vasfı itibarıyla gayrı meşru akittir" sözlerinin anlamı budur Bilindiği gibi batıl akit, hem aslı hem de vasfı itibarıyla meşru değildir ve ona sahih akdin sonuçlarından hiçbirisi terettüp etmez
3) Bazan da kanun koyucu, aslen ve vasfen meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasağın illeti, tamamen haricî bir durum olur Mesela; cuma ezanı vaktinde yapılan alım-satım hakkındaki yasak böyledir Bu tür yasaklar, butlan veya fesadı gerektirmez Çünkü, alım-satım, medenî bir akit olması bakımından temel (tabii) unsurlarını ve kuruluş şartlarını tamamlamıştır Yasak ise, haricî bir sebep yüzündendir Bu haricî sebep de; akit yapmak uğruna, vacib olan ibadeti yerine getirememe ihtimalidir Böyle yasağın muktezası ise yalnızca "dinî bakımdan haramlık"'tır Nitekim bir kişinin, yine alım-satım yüzünden başka bir namazı kaçırması durumunda da aynı dini haramlık söz konusudur Namazın kaçırılması "din bakımından (diyaneten)" haramdır Ancak, bu haramlık, bu esnada yapılan akdin sıhhatine etki etmez Aynı şekilde, başkasının dünür olduğu kıza, -henüz düşünme safhasında iken- talip olmanın, bitmemiş pazarlığa yeni bir teklifle girmenin yasaklanması da bu kabıldendir Bu ve benzeri yasaklama şekilleri bu şekilde alım-satım ve nikâhta "kazâı-medenî" yönden butlan ve fesad gerektirmez, ancak akdin kuruluş unsurları haricinde ahlâkı bir mana sebebiyle sadece "dinî bir kerahet" gerektirir Eğer, nehyin illetine veya mahiyetine bakılmaksızın, her durumdaki neh'yin sonuçları eşitlenecek olursa, "eksik akdî mahiyet" ile "tam ve sağlam akdî mahiyet" de eşit tutulmuş olur ki bu, hukuk mantığı bakımından tutarlı bir yol değildir
Butlân-fesad ayırımı bütün tasarruf çeşitlerine şâmil değildir Mesela, namaz, oruç, hac vBulletin ibadetlerde batıl ile fasid arasında fark yoktur İbadetler, ya sahihtir (ve mükellefin zimmetini borçtan kurtarmıştır) ya da sahih değildir ve borç düşmemiştir İşte bu durumda bu ibadete fâsid ya da batıl denir ki her ikisi aynı anlamdadır Bu konuda İslâm hukukçuları görüş birliği etmişlerdir
Medenî hukuk alanında ise, fesad-butlan ayırımı, sadece karşılıklı borçlar doğuran ya da mülkiyeti nakleden "mâlı akitler"de câridir Bu kural (söz) alım-satım, kira, rehin, havale, kısmet, şirket, büzaraa ve benzeri akitleri içine alır Çünkü bu akitler karşılıklı borç doğururlar Aynı şekil de karz ve hibe akdi de bu çerçevededir Çünkü, bu ikisi mülkiyeti nakleder Bu akitlerin hepsinde fesad, butlandan ayrılır ve bu akitler fesada rağmen hukukî varlık kazanmış (mün'akid) sayılır
Aynı şekilde, butlan-fesad ayırımı şu tasarruflarda da cârı değildir: a) Mutlak fiilî tasarruflar b) Akit kabılinden olmayıp, talak, vakıf, ibra, kefalet, ikrar gibi tek taraflı irade kabılinden olan tasarruflar, (dava bundan istisna edilmiş ve onda bu ayırımın cari olacağı öne sürülmüştür) c) Evlenme, vekalet, vesayet, tahkim gibi mâlı olmayan akitler, (Vekalet, vesayet ve tahkim "tevfiz akitleri"dir Bu yüzden bunlarda butlan-fesad ayırımı cân değildir Ancak, nikâh akdinde bu ayırım doktrinde tartışmalıdır Bk Fasid nikâh) d) Vedia ve iâre gibi karşılıklı borç yükleyen fakat mülkiyeti nakletmeyen mali akitler
Bu tasarruflarda, iki mertebe söz konusudur; sıhhat ve butlan Bu ikisi arasında üçüncü bir mertebe yani fesad mertebesi yoktur Aksine bunların butlan ve fesadı, hukuk düzeni tarafından muteber olmadığını göstermesi bakımından aynı anlamdadır
Fesad sebebleri
Fesad sebebleri, genel fesad sebebleri ve özel fesad sebebleri olarak ikiye ayrılır Özel fesad sebeblerini bilmek için, her akdin özel sıhhat şartlarını bilmek gerekir Her akdin özel sıhhat şartları farklı olduğu için, bir akit için fesad sebebi olan bir sebep, başka bir akdi fasid kılmayabilir Mesela "şüyû" satım akdini fasid kılmaz ama, rehn akdini fasid kılar Aynı şekilde müfsid şart, muavazalı akitleri fasid kılar fakat hibeyi fasid kılmaz
Genel fesad sebebleri
1) Cehalet: Hanefi doktrininde akdi fasid kılan cehaletle kasdedilen "fahiş cehalet"tir Fahiş cehalet de, "çözümü güç anlaşmazlık (müşkil nizâ)"a yol açan cehalet anlamındadır Mesela, bir kimse, tayin edilmeksizin sürü içerisinden bir koyun satsa, satıcı, tayin edilmemiş olma gerekçesiyle, kötü bir koyunu vermek isteyebileceği gibi, aynı gerekçeden hareketle müşteri iyi bir koyun isteyebilir Her iki tarafın tutunduğu gerekçe birbirine eşit olduğu için bu türden anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması güçtür Bu türden çözümü güç anlaşmazlığa yol açmayan cehalet ise akde zarar vermez
Akdi fasid kılan cehâlet genelde şu dört hususta olur; "akit konusu olan şeydeki (ma'kudun aleyh) cehâlet", "mali muavazalı akitlerde ıvazın, mesela, satım akdinde semen'in mechul olması", "surenin bağlayıcı önemi bulunan kira vBulletin akitlerde surenin meçhul olması" ve "akitte şart koşulan vesikalandırma yollarının meçhul olması mesela, satıcı müşteriden müeccel semen için bir kefil istese, bu kefilin belirlenmesi gerekir aksi takdirde akit fasid olur"
2) Ğarar (aldatma, kandırma): Ğararla kastedilen, akdin mevhum ve güvenilmeyen bir duruma dayanması durumudur Hanefi doktrini, makudun aleyh'in aslında olan ğarar ile evsâf ve meKadir'deki ğararı birbirinden ayırmıştır Makudun aleyhin aslında (özünde) olan ğarar akdin butlanını gerektirir Meselâ, anasının karnındaki yavru hayvanı satmak böyledir
Vasıf ve miktarlardaki ğarar ise akdin butlanının değil, fesadını gerektirir Ğarar ile kasdedilen de daha ziyade bu ğarardır Mesela, bir kimse, şu kadar litre süt veriyor olması şartıyla bir inek satarsa, bu satım fâsiddir Çünkü, ineğin o kadar süt vermemesi mümkündür Ancak, ineği, "bol sütlü" diyerek satarsa, bu bir vasıftır ve bunda ğarar yoktur Eğer örfe göre, inek, sütlü denecek kadar süt vermiyorsa, müşteri, "şart koşulan vasfın olmaması" muhayyerliği ile ak di feshetme hakkına sahiptir
3) İkrah: İkrahın, akdi fâsid mi yoksa mevkuf mu kıldığı hususu Hanefi doktrininde tartışmalıdır Ebu Hanife, ikrahın akdi fasid kılacağını ve bu akde, diğer fâsid akitlere terettüp eden hükümlerin terettüp edeceği görüşündedir Ebu Hanife'nin öğrencilerinden Züfer ise, ikrah bulunan akdin fâsid değil, "sahih mevkuf" olduğunu ileri sürmüştür
Fesad sebebleri arasında bunlar dışında, bir de "müfsid şart" vardır
Bunlar dışındaki fesad sebebleri özeldir ve etkisi bazı akitlere münhasırdır Mesela, "süre tayini" satım ak dini, fasid kılar, "sürenin tayin edilmemesi" de kira akdini fasid kılar
Fesâdın sonucu: Fasid akdin, hanefi doktrinde mün'akid (hukukî varlık kazanmış) akit olduğunu, fakat bununla birlikte feshedilmesi gerekli olduğunu belirtmiştik İşte, fesadın sonucu, taraflardan her birinin, tek taraflı iradesiyle akdi feshedebilmeleridir Bazı durumlarda, fâsid akdi hakim de feshedebilir
Fasid akde terettüp eden hüküm, sırf in'ikad etmesiyle değil, ancak teslim anındadır Teslim tamamlanıp, mebiin mülkiyeti müşteriye geçince, müşteri, konuştukları semeni değil, mebiin kabz günündeki kıymetini ödemek durumundadır (mecelle md 371)
Fasid akdin feshedilebilmesi için de iki şart vardır
a) Makudun aleyh'in, akdin tarafları dışındaki kişilerin makûdun aleyhte kazandıkları hakları iptal etmemesi Mesela, fâsid bir alım-satım akdiyle satın aldığı malı, başka birine sahih bir akitle satarsa, artık fasid akdin feshi mümkün olmaz Bu iki durumda fâsid akdin feshedilemez oluşu, her halde, "teamülün istikrarı" ve "kazanılmış haklarının korunması" fikrinden kaynaklanır
Tarafların fesada razı olduklarını söylemeleri (icâzet) sonucu değiştirmez, akit fasid olarak kalmaya devam eder ve yine feshedilmesi gerekir Çünkü, fesad, akit sistemine aykırılıktan kaynaklanmıştır
İslâm hukukunda özellikle Hanefi hukukçuların ortaya atıp geliştirdikleri "fesad teorisi" gerçekten çok ileri bir hukuk mantığının ve hukuk tekniğinin bir ürünüdür Fesad teorisi, çok ağır boyutta olmayan kusur ve aykırılıkları içeren akdin bir anda hukukî hayattan kaldırılmasını engelleyen ve o akde belli oranda ve belli şartlar dahilinde sonuç doğurabilme ve telafi edilebilme imkânı veren orijinal bir "medenî müeyyide"dir Hükümsüzlük sisteminde sıhhat ile butlan arasındaki bu "ara müeyyide", sosyal şart ve ihtiyaçlara daha kolay uyum sağlama ve hukukî münasebetlerin devamlılık ve istikrarını sağlama açısından önemlidir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FETVA VE MÜFTI "Fetva", "iftâ" ve "Müftî" terimlerini ayrı ayrı anlatma imkanı olmadığından beraberce anlatmaya çalışacağız"Fetva" kelimesi ile "Fütüvvet ya da "Fetâ" kelimeleri aynı köktendir "Fütuvvet" gençlik, cömertlik ve kerem, "Fetâ" ise bu vasıf ları taşıyan genç demektir Kelimenin kök manasında bir güç ve kuvvet mevcuttur Bu kökten türeyen "Fetvas"da da aynı mana vardır ve o, bir olaya verilen kuvvetli cevap ya müşkil bir meselenin güçlendirici izahıdır Çoğulu "fetâvâ" veya "fetâvî" gelir Buradan türetilen "iftâ" açıklamak demektir Bunlar kelimenin sözlük anlamıdır Fıkıh istilahında ise "Fetvâ": Birisi tarafından hüküm bilinmediği için sorulan şeri bir meselenin müşkilliğini giderecek cevabının verilmesidir Fetva verene "Müfti" sorana da "Müstefti" denir Dolayısı ile fetvada; Müfti, müstefti, ifta ve fetva olmak üzere dört unsur vardır Pek çok fıkıh usulcüsüne göre "fetva" ile "ictihad" arasında fark yoktur Buna göre "müfti" de aynı zamanda "müctehid" demektir Dilimizdeki "müftü" kelimesi "müftî'nin Türkçe ses uyumuna uydurulmuş halidir ve mecaz anlamda kullanılmaktadır Kısaca "fetva" bir "ictihad" ameliyesidir ve fetvayı asıl anlamına ancak müctehid olanlar verebilirler Çünkü fetva şari' (şeriat koyucu) adına hüküm vermektir ve bu yetki de ancak müctehide verilmiştir Onun için de fetva vermek çok büyük ve tehlikeli bir iş olarak görülmüştür Resulullah da (sa): "Sizin fetvaya en cüretkârınız ateşe de en cüretkarınızdır" buyurmuşturGerçek anlamda müfti müctehid olunca, müctehidde bulunması gereken şartların kısaca ictihad ehliyetinin onda da bulunması gerekir Bu şartları Ebu Yusuf: Kitap ve sünnetin ahkamını, nasih ve mensuhu, müteşabih nasları, sahabi görüşlerini ve Arapçanın vücuhunu bilmek diye sayar Imam Muhmmed de kısaltarak, isabeti hatasından çok olmak diye özetlerAncak hakiki anlamda müftilerin bulunmadığı ya da yeterli olmadığı yerlerde dini kaynaklara müracaat edebilecek ve doğru anlayabilecek seviyedeki alimlerin önceden verilmiş, fetvaları (ictihadları) nakil yoluyla fetva vermeleri de caizdirBir de mütfide bulunması gereken edepler vardır: Öncelikle müfti peygamber varisi olduğunu bilmeli ve ondaki zühd ve takvadan da nasibini almalıdır Çünkü varis, müteveffanın bıraktığı her mahalde payı olan kimsedir Mütesahil olup, gayrette kusur ederek işin kolayına kaçmamalıdır Duygusal anlarında fetva vermemelidir Imkan nispetinde bu işi sırf Allah rızası için yapmalı ve karşılığında ücret almamalıdır Yeminler ve ikrar konusunda bölgenin örfünü bilmeden fetva vermemelidir Naklen fetva veriyorsa mutlaka sağlam kaynaklardan alıntı yapmalıdır Fetva soranı şaşırtacak tarzda ihtilafları zikredip meseleyi karma karışık hale getirmemelidir Sorulan soruyu zaman ve mekan unsurlarını da hesaba katarak öncelikle çok iyi anladığından emin olmalıdır Cevabından çok emin olmadığı konuları diğer ulema ile tanışıp sonuca öyle varmalıdır Fetvayı yazıyorsa, çok açık ve yanlışa ihtimal vermeyecek tarzda yazmalıdır Ifade açık ve avamın anlayacağı bir üslup kullanmalıdır Bilmediği konular için "bilmiyorum" demekten çekinmemelidir Fetvasına besmele ve dua ile başlamalıdır Insanlara halk arasındaki değerlerine göre değil, soru sorma sıralarına göre fetva vermelidir Fetvada bir tarafa meyletmekten kaçınmalıdır Kelamî konuları uzunca anlatmamalıdırMüfti; müctehid olan ve olmayan diye ayrıldığı gibi fetva da; ictihad olarak verilen, tahric yoluyla (başka müctehidlerin ictihadlarına kıyasla) verilen ve sırf bir müctehidin sözünü nakilden ibaret olan fetva diye üçe ayrılırFetva vermek (ifta) ile kazâ (hüküm) bir yönüyle aynı şeyler ise de bazı yönlerden birbirlerinden ayrılırlar:1 Ifta, şer'î hükmün ne olduğunu sadece bir açıklama ve haber vermedir Kazâ ise böyle açıklama olmakla beraber bağlayıcıdır Kanuni müeyyidesi vardır2 Iftâ bir velayet cinsi değildir Oysa kazâ bir nevi velayettir Binaenaleyh, kadının verdiği hüküm kabule zorlanır3 Müctehid bir müftinin kendi görüş ve ictihadının aksine bir ictihad ile amel etmesi caiz olmaz Oysa kendi ictihâdının aksine de olsa hakkındaki kazaya uymak zorundadır4 Kaza aslında halifeye ait olup onun vekillerine intikal ederFetvayı ise ehil olan herkes verebilir5 Kaza, kadının görevli olduğu süre ve mekanla sınırlıdır, fetva ise umumidir6 Müfti diyanetten fetva verir, kâdı ise zahire göre hüküm vermek zorundadır7 Iftada erkeklerle kadınların farkı yoktur, kazada ise kadınlar çoğunluğa göre hiç bir surette, bazılarına göre de önemli konularda görev alamaz ve kâdı olamazlar
 
Üst Alt