E.F > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi...

ceylannur

Yeni Üyemiz
FAİZ PARASINDAN İKRAM: İslam'ın faizi en büyük günahlardan saydığını biliyoruz(bk Buharî, Vasâae 23, Hudûd 44; Müslim, Imân 144) Anaya-babaya iyi davranmanın, Allah (cc)'a ibadetin hemen ardından geldiğirnde biliyoruz(K E1-isrâ (17) 23) Öyleyse bu dengeyi iyi ayarlamak zorundayız "Yaratana isyan sözkonusu olan yerde yaratılana itaat edilmez"(Buhari, Ahâd müslim, Imaret 39; Ebu Davûd, Cihad 87; Nesâi, Bey'at 34; Ibn Mâce, Cihad 40; Müsned 1/94; 409, IV/426, V/66) esasını ayar olarak kullanırsak, işler biraz daha kolaylaşır Faizin sadece yenmesi değil; hesabının tutulması, alınması, verilmesi, yardımcı olunması vBulletin de haram olduğuna ve haramları yapmak, Allah (cc)'a isyan sayılacağına göre, bir kimse, Babası dahi olsa, bir kulu memnun etmek için bunları yapamaz
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FAİZ PARASININ VERİLECEĞİ YER: Her ne maksatla olursa olsun, faize ve faiz muamelesi yapan kuruluşlara para yatırılamaz Her nasılsa bankaya yatırılan bir paranın faizi de bankaya bırakılamaz: Böyle bir davranış, belki de faiz alıp yemekten daha büyük bir vebaldır
Çünkü faizin haram oluş hikmetlerinin başında, onun sömürüye, zûlme sebep olması, servet sahiplerinin fakiri ezmelerine imkân sağlamasıdır Biriken faizi almamak, bu sömürü ve zûlüm mekanizmasını iki kere güçlendirmek olur Alınca da bunu kişi sahsına ve hayır işlerine harcayamaz En doğrusu, faiz parası halkın sırtından soyulduğu için yine halka çevrilmeli ve kötü bir para olduğuna dikkat çekmek için de, meselâ umuma ait tuvalet gibi yerlere harcanmalıdır Ne gariptir ki, duyduklarımız doğru ise, özellikle doğudaki vatandaşlarımızın bankalardan milyarlarca faizsiz yatırılmış mevduatları varmış Bu, cahil müslümanın maskara oluşunun tarihi bir delili sayılmaya sezadır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FÂİZSİZ EKONOMİ
Fâiz ve ribâ sözcükleri eş anlamlı olup, Islâm ekonomisinde bir terim olarak, mübâdeleli akitlerde taraflardan birisinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan veya örfleşmiş bulunan fazlalık anlamına gelir Faiz; ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan standard (mislî) mallarda cereyan eder Altın, gümüş ve nakit para çeşitleri de buna dahildir Kur'ân-ı Kerîm'deki ribâ âyetleri (er-Rum, 30/39; en-Nisâ, 4/160-161; el-Bakara, 2/275-279) Hz Peygamber (sas)'in bu konudaki hadis ve uygulamaları (Müslim, Musâkât, 17, 80, 81, 102, Hac, 147; Ebu Dâvud, Büyû, 19) Incelendiğinde fâiz yasağının haksız kazancı önlemek, paranın yalnız mübadele aracı olarak kalmasını sağlamak, ödeme darlığı çekenleri istismar ettirmemek, kamu ve özel sektöre daha sağlam kredi imkânları sunmak, mâliyetleri düşürmek ve paranın satın alma gücünü korumak gibi sebeplere dayandığı görülür
Konu biraz açılacak olursa, şunlar söylenebilir: Faizli kredilerde ana paranın faiziyle birlikte geri ödeme taahhüdü, taraflardan birisini haksız kazançla karşı karşıya getirir Kredi kullananın zarar ettiği halde, ana para ve faizi ödemek zorunda kalması veya bu kredi sayesinde yüksek satın alma gücü elde ettiği halde bunun önceden miktarı belirlenmiş küçük bir kısmını sermaye sahibine ödemesi, rizikoyu tek yanlı hale getirir Ubâde b es-Sâmit (ra)'den Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Âltın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile ve tuz tuz ile, misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak mübâdele edilir Cinsler farklı olursa, peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız Her kim fazla verir veya alırsa ribâ muâmelesi yapmış olur" (Müslim, Musakat, 81; Ebû Davud, Büyü, 18; Tirmizi, Büyü, 23) Islâm hukukçularının çoğunluğu, bu hadiste zikredilen altı maddeyi "örnek kabılinden" saymış; maddelerin mislî oluşuna bakarak, ölçü veya tartı ile alınıp satılan tüm malların mübâdelesinde, cins birliği olunca "fazlalık" ve "vadenin"; cins farkı bulunduğunda ise, yalnız vadenin fâiz olacağı görüşünü benimsemiştir (el-Cassas, Ahkâmül-Kur'ân, II, 124) Sırf vade sebebiyle meydana gelen faize "nesîe ribâsı" denir Beş bin doların, üç ay sonra teslim alınacak on bin mark'la değisimi halinde, bu çeşit ribâ söz konusu olur Para peşin mal veresiye bir akit olan selem, istisnâ ve mislî malların faizsiz olarak karz-ı hasen verilmesi konunun istisnalarıdır
Hz Peygamber (sas)'in yukarıda da anlattığımız uygulamaları, faizi anlamada yardımcı olabilir Ashâb-ı Kirâmdan Fudâle b Ubeyd (ra) Hayber günü boncuk ve altın dizili bir gerdanlığı 12 dinara (yaklaşık 48 gr altın para) satın almış, yalnız altınların 12 dinardan daha ağır olduklarını anlayınca, durumu Hz Peygamber (sas)'e sormuştur Bunun üzerine "Rasûlüllah altın altına karşılık tartı iledir Altınlar ayrıca tartılmadıkça satın alınmaz" buyurmuştur (Müslim, Musakat, 17) Muâviye devrinde gümüş para ile gümüş ziynet eşyasının, tartılarak eşit ağırlıkta mübâdele edildiği nakledilir (Müslim, Musakat, 80) Bu duruma göre, meselâ; 15 gram ağırlığındaki bir bileziği 8 dinara satın alsak; gerçekte 32 gr altın parayla,15 gr bilezik şeklindeki altını mübâdele etmiş oluruz Böyle bir piyasada dinarlar ziynet eşyasının çok değer kazanması sebebiyle sarraflarca eritilerek ziynete dönüşür Bunun aksine 32 gr ağırlığındaki bir bileziği 4 dinara satın alsak, gerçekte bu bileziği 16 gr altın para ile değişmiş oluruz ki, böyle bir piyasada altın ziynet eşyaları da darphanede eritilerek dinara dönüşür Asr-ı saadette altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının şart koşulması, paranın maden değerinin üstünde veya altında nominal (itibarî) değer kazanmasını engellemiştir Yani para ile kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyası arasında bir satın alma gücü farkının oluşmasına, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslam'ın fâiz yasağının engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz
Fâiz, ekonominin olmazsa olmaz bir rüknü değildir Ekonomik faaliyetlerin fâizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi mümkündür Ancak bu yapının oluşabilmesi için, sistem bazında aşağıdaki noktalara ağırlık verilmesi gerekir

1) Paranın satın alma gücünün sağlam bir esasa bağlanması Günümüz dünya ekonomilerinde kâğıt para kabul görmüş örfi bir paradır J Dobretsberger, Mısır'da MÖ 1600 yıllarında banknot tedâvül edildiğinin belirlendiğini söyler Iktisat tarihçilerinin sözünü ettiği bu uygulama (Feridun Ergin, Iktisat, Istanbul 1964, 569), Hz Yusuf (as)'un Mısır merkez olmak üzere Orta Doğu yöresinde uyguladığı, çeyrek yüzyılı içine alan bir dizi ekonomik tedbirlerin bir parçasıdır O, yedi yıllık bolluk yıllarında halkın elindeki ihtiyaç fazlası hutı ve tasarrufları devlet hazıne ve depolarına emânet olarak almış, sahiplerine emânet bıraktıkları şeylerin cins ve miktarını belirten birer makbuz vermiştir Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki altın, gümüş veya hutı dilediği zaman çekebilirdi Ticaretle uğraşanlar hâmiline yazılı olan bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı Hattâ belgeler Fenike ve Mezopotamya'ya kadar yayılmıştı Temelde vahye dayanan bu uygulamada kâğıt banknotun arkasında mislî (standard) eşyanın bulunduğu açıktır (Yusuf, 12/ 10; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, Istanbul 1960, IV, 2861)
Kâğıt paranın 16 yüzyıldan itibaren Avrupa'da, 19 yüzyıldan itibaren ise Osmanlılarda ortaya çıkışı ve gelişme süreci, daima altına göre olmuş ve satın alma gücünü altından almıştır Durum böyle olunca, altınla ilgili hükümleri, onu temsil eden kâğıt paraya uygulamada tereddüt edilmemiştir Günümüz ekonomisinde kâğıt para veya benzeri menkul kıymetlerin altın başta olmak üzere bazı misli eşyaya bağlanması, satın alma gücünü temsil ettiği mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarabilir Enflasyona karşı kendisini koruyabilen böyle bir para, karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli hale gelir
2) Karz-ı hasen'e işlerlik kazandırmak Allah (cc) ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş, âhirette ona kat kat ecir verileceğini bildirmiştir (el-Hadıd, 57/11)
Diğer yandan, hadis-i şeriflerde; iki defa ödünç verenin bir defa tasaddukta bulunmuş sayılacağı (Şevkanî, Neylül-evtar, V, 229) Bir sadakaya on katı, karz-ı hasene ise on sekizkatıecir verileceği nakledilmiştir (Ibn Mace, Sadakat, 19)
Islâm'da faizsiz ödünç para verme yoluyla kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür Ticari olmayan ihtiyaçlar, dar ve sabit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir Günümüzde çek ve senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senet bedellerinin karşılanmasında tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik kredilere ihtiyaç duyar Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür Bu uygulama müslümanları birbirine yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı kazanırlar
Kısa vadeli küçük kredilerin daha düzenli ve faizsiz olarak temini için, "yardımlaşma sandıkları"da oluşturulabilir Bu sandığa her ay belli âidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerin birkaç katına kadar kredi alınması ve bunun anlaşma şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür Diğer yandan böyle bir sandık ticaret ortaklığı olarak düzenlenirse, kullanılmayan krediler işletilir ve daha büyük krediler sağlama imkânları meydana getirilebilir Sandık, ortaklarının çek ve senet tahsillerini yapar, vadesiz mevduatlarına da sahip çıkabılirse, küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve faizsiz olarak çözülebilir
Islâm'da özel sektörün uzun vadeli ve büyük kredi ihtiyaçları için "kâr-zarar ortaklığı" esası getirilmiştir Mudâraba ve muşâraka bunlar arasında sayılabilir Kredinin süresi ve hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri işinde çözmek mümkün olmaz
3) Mudâraba ortaklığı Bir ortak sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket kurabilirler Buna mudâraba denir Islâm'da mudâraba, özel sektörün uzun veya kısa vadeli her çeşit kredi ihtiyacını karşılamak için elverişli bir ortaklık çeşididir Elinde büyük sermaye birikimi olan birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak ister Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın bir çok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz Işte, mudâraba, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir Ve iki taraf da bundan kârlı çıkar Böylece toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabıliyetler değerlenmiş olur Bu çeşit ortaklık itimada dayanır Işi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene lâyık olmaya çalışır Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir Işletmeci (mudârib), emeğinin karşılığı olarak net kârın sözleşmede belirlenen yüzdesini alır Bu kâra mahsûben avans olarak maaş da alabilir Hesap dönemi sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu yalnız sermaye sahibine aittir Zarar, önce kârdan karşılanır Kâr yeterli olmazsa ana paradan ödeme yapılır Bu takdirde işletmeci herhangi bir şey alamaz Kasıt ve kusuru bulunmadıkça işletmeci zarardan sorumlu tutulmaz Zarar halinde, sermaye sahibi sermayeşinin tamamını veya bir bölümünü kaybederken işletmeci de emeğinin karşılığını alamamaktadır (es-Serahsi, el-Mebsût, XXII,19, 98; el-Kâsânî, Bedayıus-Sanayı', VI, 87, 98; Ibnül-Hümam, age, V, 58, 70 vd; Ibn Rüşt, Bidâyetül-Müctehid, II, 204)
Mudârabe ortaklığının bir başka önemli yönü de, ortaklığın yürütülmesinde işletmeciye tanınan esnekliklerdir Işletmeci, kendisine verilen sermayeyi işletmek üzere üçüncü şahıslarla yeni ve ayrı mudâraba ortaklıklarına girebilmekte, hattâ bu ortaklıklar çok sayıda olabilmekte ve bunların sayısına bir sınırlama getirilmemektedir Mudârabanın bu özelliği, Islâm bankacılığının esasını oluşturur Sermaye sahibine veya sahiplerine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati zedelenmez Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir Işletmecinin yaptığı işi, daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa; tasarruf sahiplerinin mevduatını ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği, dürüst ve yetenekli alt işletmeci (mudârib)leri bulmada aracılık ettiği için, ilk mudâraba anlaşmasında belirlenen işletme kârını almaya hak kazanır Faizsiz kredi kullandıran böyle bir finans kuruluşu, mevduat sahiplerine daha fazla kâr verebilmek için gereken ihtimamı gösterir Aksi halde kâr miktarının belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir
4) Muşâraka (inan) ortaklığı Iki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik faaliyetlere sevki, sanayı, ticaret ve tarım kesiminde sermaye birikimi oluşturulması, muşâraka yoluyla mümkündür Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem de emeği ile ortak olur Net kârın paylaşılması serbest sözleşme ile olur Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir
Muşâraka'da ilk ana para mala dönüştükten sonra, ortakların hakları şirketin mal varlığı üzerinde kuruluştaki hisse oranlarına göre devam eder Hesap dönemi sonlarında dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârlar veya enflasyon gibi sebeplerle şirketin mal varlığının büyümesi, ortakların hisselerinin de büyümesi anlamına gelir Bu fazlalığın hisse senetlerine yansıtılması gerekir Meselâ;100 kişi, her biri 1 milyon TL koyarak bir ticaret şirketi kursalar; 5 yıl sonra şirketin mal varlığı yeniden değerleme sonucu 3 milyar Tlna yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi mal üzerinden 30 katına, yani 30 milyona çıkmış olur Eski hisse senetlerinin 30 milyon yazan yenileri ile değiştirilmesi gerekir Böyle bir şirketten bir ortak ayrılmak isteyince, mallar bölünebilir cinstense, malın % 1'ini alır veya ortağın hissesi şirketçe ödenerek geri kalan ortakların hisselerine eklenir Ya da bu hisse pazarlık yoluyla üçüncü bir şahsa satılabilir (es-Serahsî, age, 151; el-Kâsânî, age, VI, 57-62; Ibn Kudame, el-Muğnî, V, 27)
Islâm'da, bir şirket yatırımlarını büyütmek isterse, mudâraba veya muşâraka esasına göre, kısa veya uzun vadeli bütün kredi ihtiyaçlarını doğrudan tasarruf sahiplerine başvurmak suretiyle karşılayabilir Ancak yeni hisse senedi çıkarıldığında, eski hisse senetlerini yeniden değerlemeye tabi tutarak şirketin o tarihteki mal varlığını eski senetlere yansıtmak gerekir Aksi halde daha önceki yıllarda dağıtılmayan kârlara yeni hissedarlar da ortak yapılmış olur
Bu gün ülkemizde anonim şirketlerin çeyrek yüz yıl önce, o günün kıymetlerine göre çıkarılmış hisse senetleri halkın elinde bulunmaktadır Yıllarca tamamen veya kısmen dağıtılmayan kârlar, kullanılan krediler ve enflasyonlar yüzünden, şirket mal varlığındaki gerçek karşılığı bazan 150-200 katını aşan bir hisse senedinin 3-5 misli nominal bir değerle alıcı bulması çözüm için yeterli değildir Şirketlerin mal varlıkları yeniden değerlemeye tabi tutularak, ellerinde o şirketin hisse senedi olanlara yeni değerler üzerinden hisseleri verilmelidir Üzerinde bir milyon yazan, fakat ticaret şirketindeki mal karşılığı elli katına çıkmış bulunan bir senedi 3 milyon nominal değerle satan ortağın, gerçekte 50 milyona yakın bir satın alma gücünü 47 milyon TL eksiğine devrettiği halde, %300 kârla sattığını düşünmesi, ekonomik gerçeklerle çelişmektedir
Diğer yandan Islâm ekonomisinde altın, gümüş ve öteki mislî mallar şirket sermayesi olarak belirlenebilir Hatta bazı müctehidler fels adı verilen ve maden değeri dışında nominal (itibarî) bir değerle dolaşan madenî paraların (altın ve gümüş para dışında) şirketlerde ana para olamayacağını söylemişlerdir Osmanlılarda 1464 M tarihinden itibaren kurulmaya başlayan para vakıflarında altın ve gümüş para mudârabe veya bidâa (kârın tamamı vakfa ait olmak üzere vakıf parasını işletmek) yoluyla esnaf ve tüccar için önemli finansman kaynağı olmuştur Hatta buğday, arpa vBulletin diğer mistî mallar da vakfedilmiş, bunlar altın veya gümüş paraya çevrildikten sonra, yine finans ihtiyacı olanlara mudâraba veya bidâa yoluyla kredi olarak verilmiştir Vakıf, anaparayı bu şekilde kredi olarak kullandırmaya devam eder ve elde edilen kârdan vakfın hissesini, vakfedilen cihete harcardı (el-Mavsılî, el-Ihtiyar, III, 14, 15; Ibn Âbidin, Reddül-Muhtar, Tercüme, A Davudoğlu, Istanbul 1983, IX, 278, 279)
Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçeşinin yatırımcılara kullandıracağı krediler, borçlarını ödeme güçlüğü çekenlere zekât fonunun desteği, ziraat ortakçılığı esasına göre dağıtılacak tarım kredileri de sayılabilir
Buna göre Islâm ekonomisi her konuda olduğu gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir Bu sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas halindedir Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, sermaye sahiplerini gerçek mal varlığına ortak yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, ya da ortakların ana paralarına eklemeye razı olursa, kredi problemine faizsiz çözüm yolu bulmak mümkündür Günümüzde faizli kredi mâliyetlerinin %100'ü aştığı bilinmektedir Müteşebbisler bu kredileri ürettikleri malın mâliyetine yansıttıkları için, fâiz, eşya fiyatlarının normalın üzerinde yükselmesine sebep olmaktadır Böyle bir kredi, çıkarılacak kâr-zarar tahvilleriyle, mudâraba veya muşâraka ölçüleri içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri önemli ölçüde düşer Taraflar ve toplum meşrû ticaretin bereket ve semeresini hissetmeye başlar
Toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar ve ekonomik faaliyetleri dürüst olarak yürütenler Allâh Rasûlünün diliyle şöyle öğülmüştür:
"Bir kimse gıda maddelerini (toplumun ihtiyacı olan şeyleri) toplayıp günün rayıç fiyatı ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmiş gibi ecir alır" (Ibn Mace, Ruhün, 16); "Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el uzatmayan veznedar, Allah rızası için sadaka verenin ecrini alır " Yani harcaması ve transferi kendisine emânet edilen bütün paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine ulaştırdıkça sanki onları yoksullara dağıtmış gibi sevap kazanır" (Buhârî, Zekat, 25)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FAİSIZ FİNANS KURUMLARI Faizsiz finans kurumlarına gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz? Neden bu kurumlar banka faiz oranlarına yakın bir kâr payı veriyorlar? Ayrıca diğer bankaların % 85'e varan son faiz ayarlamalarından sonra, bu kurumlar da kâr oranlarını yükselttilerBu kurumlara gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz?
Müslümanların iktisadı yönden de bağımsız ve güçlü olmaları önemli bir olaydır Medine Site Devleti'nde teşebbüs edilen ve kazanılan ilk savaş iktisadî savaştır denebilir Bu açıdan böyle faize (sömürüye) dayalı kapitalist bir ekonomi ortamında Islâm'a dayalı bu tür müesseselerin kurulması doğrusu bizim gönlümüze su serpmiştir Ancak bunların dayandığı esas prensipler ve çalışma biçimleri hakkında Islâm iktisatçıları henüz son sözü söylemiş değillerdir Belki meselenin detayını iyi bilmediğimiz için bizler gibi canhiraşane bu müesseseleri savunanlar, faizli sisteme alternatifolduğunu söyleyenler, inancının gereğini yaşamak isteyenlerin çalıştıramadıkları sermayelerinin ancak bu yolla ezmekten kurtulacağını, hatta helâlinden nemalanacağını iddia edenler, hatta daha iyimser davranarak faizli sisteme öldürücü darbenin ancak bu yolla vurulabileceğine inananlar bulunmakla birlikte, yine bizim basınımızda ve yine yerli ve yabancı müslüman iktisatçilar tarafından bunların eleştirildiği ve inananların elinde âtıl halde bulunup, mevcut kapıtalist sistemlerin yaşayabilmeleri için ihtiyaç duydukları paranın, bu sistemlere kan takviyesi olmak üzere piyasaya kazandırılma hilesi olarak görüldüğü, bunların, adlarına kâr ortaklığı demekle beraber, yaptıklarının netice itibarı ile faiz olmaktan başka bir şey olmadığı, "ihtiyacı olan öküzü, peşin yüzbin lira bulamadığı için bir yıl vadeli faizle ikiyüz bin liraya satın almak zorunda kalan çiftçi Mehmet Efendi'nin bu sisteme müracaat etmesiyle, yine bir yıl sonra ödemek üzere ve yine ikiyüz bin liraya satın alabileceği, neticede isimden başka bir şeyin değişmeyeceğini" savunanlar da oldu Bütün bu olanlar bu kurumların Islâmîliğinin herkesçe kabul edilebilmesi için daha çok bilgiye ve zamana ihtiyaç olduğunu gösteriyor Sözünü ettiğiniz, kâr oranlarının faize göre ayarlanması aslında işin püf noktasını oluşturuyor değildir Her ticari ortaklık kâr etmek için kurulur Bunun içi de piyasa şartlarını göz önünde bulundurmak zorunda kalır Eğer bu bir kâr ortaklığı ise ve kârın dağıtılma oranı da tarafların rızasına bağlı ise, o zamanki piyasa şartlarına göre o oranda, şu andaki piyasa şartlarına göre de bu oranda kâr veriyorum diye bilirler Bunu fıkhî bir baza oturtmak, ya da kitabına uydurmak o kadar zor değildir Bizi bu teferruata götüren sebep, bu kurumların biriyle alâkalı olarak bir tüccarın yaşadığı bir uygulamadır: "Diğer bankalara çok büyük miktarlarda para yatıran mevduat sahiplerine bankalar, tahakkuk edecek faizin dışında hediye adıyla çeşitli ödemelerde bulunmaktadırlar Ben de bunu emsal göstererek aynı şeyi paramı yatırdığım A Finans Kurumundan istedim Onlar da bir ön şart olarak bana onbeş milyon değerinde bir bilgisayar vermeyi kabul ettiler Şimdi benim bunu almam caiz midir? diye soruyordu bu tüccar İşte Islâm nokta-ı nazarından kitabına uydurulamayacak uygulamaların bir örneğidir bu Bu alış veriş akdinde, akdin gerektirmediği bir şarttır ve muamelenin fasit (faizli) bir muamele olmasını sonuç verir: Aslında bu müesseselerin değerli ve güvenilir fıkıh danışmanları bulunduğuna ve bu gibi uygulamaların onların gözünden kaçmayacağını gören, "acaba kazanma hırsı müslümanları, menfi cevap alacakları şeylerin hükmünü sormamaya mı itiyor?" diye aklımıza takılıyor Biz, ihtiyaç kaydını ihmal etmekle beraber bu müesseseleri; faiz (sömürü) sistemine alternatif olarak kuruldukları, en az Türkiye'deki hissedarlarının inanan insanlar olduğu, uygulamalarını güvenilir fıkıhçılara danışarak yaptıkları ve belki de daha önemlisi elindeki üç-beş kuruş tasarrufu kapıtalizmin çarkları arasında eriyen müslümanlara bir başka alternatif gösteremediğimiz için tavsiye ediyor ve yaşamalarında fayda görüyoruz Ama bu tür fasit uygulamalar gördükçe de daha çok kazanma hırsının, müslümanlârı dahi fikren müslüman olmakla beraber fiilen kapıtalistleştireceğinden korkuyoruz
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FAİZSİZ FİNANS KURUMLARI-2 Şu sorulara cevap verelim:
1 Milyonların ihtiyaç içerisinde ızdırap çektiği bir ülkede, zenginleşebilmek, bankada mevduat biriktirmek caiz midir?
2 1400 küsür yıllık Islâm tarihinde "inanmış" zenginlerden bir kaç isim verebilir misiniz?
3 Iki yıl önce bir dergi söz konusu faizsiz banka(!) yöneticilerinden birinin otuz yedi milyar mal varlığından sözetmişti Türkiyemizde ilâhî ölçülere bağlı olarak bu miktarı biriktirmek mümkün olabilir mi?
5 Meşru bir teşebbüs %100 kâr vereceğim diyebilir mi? Ticaretin sonucu sadece kâr mıdır?
Önceki yazımızda biraz "yutkunmak" zorunda kalmış olsak dahi bu müesseseler hakkında bildiklerimizi söylemeye çalışmış ve bunlardan birisinin bir müşterisinin bize anlattığı uygulamanın fasit, yani faizli bir akid olduğunu bunların bankalarla olan irtibatlarının mahiyet ve düzeyini henüz iyi bilmediğimi, kâr oranı ayarlamalarının tarafların rızasına bağlı olduktan sonra akde zarar vermeyeceğini, güvenilir fıkıh danışmanlarının bulunduğunu ve muamelelerinde onlara danışma prensibiyle çalıştıklarını, bizim biraz da müslümanlara başka alternatif gösteremeyeceğimiz için bunları gözden çıkaramayacağımızı anlatmaya çalışmıştık Şimdi çalışma prensiplerini biraz daha yakından öğrenmemizin gereği anlaşılmış oldu
Soruların her biri müstakil bir cevap isteyen sorular olmakla beraber kısaca cevaplamaya çalışalım:
1 Bir şeyin caiz olup olmaması ile en iyi davranış olup olmaması farklı şeylerdir Şu anda meşru ölçülerle çalışan bir kâr ortaklığı sistemine müslümanın parasıyla ortak olması caizdir Ama belki bu, en rasyonel seçenek olmamış olabilir O takdirde ona alternatif bulmak gerekir Bunu kendisi bilmiyorsa elinden tutan da yoksa, iktisaden sıfırlansın mı, yoksa hiç olmazsa mal varlığını korusun mu?
2 Islâm özel mülkiyete karşı olmadığı gibi servete sınır da getirmemiştir Karşı olduğu şey insanın malın kulu (abdü'd-dinar) olmasıdır Bu derekeye düşmeyen bir müslümanın zengin olması fakir olmasından daha iyidir Hz Süleyman, Hz Ibrahim, Osman ve Abdurrahman b Avf Efendilerimiz servetin kulu olmayan zenginlerimize misâldirler Ne var ki, zenginlerin "abdü'd-dinar" olmamaları çok zor bir imtihan konusudur ve bunda başarılı olanlar çok çok azdır Fakat, Kur'ân-ı Kerim'i bu açıdan baştan sona taramış ve çıkan manzara karşısında hayrete düşmüştüm Yüzü aşkın ayet-i kerime zenginliğin tehlikelerinden, azdırıp helâkına sebep olduğu kavimlerden söz ederken, bir tek ayetin dahi fakirliğin tehlikelerinden sözetmemesi cidden çok düşündürücüdür Halbuki kapıtalist sistemlerde zenginlik sosyal ya da iktisadî bir risk değildir Islâm'da ferdin zenginliğinden çok toplumun (devletin) zenginliği istenmiştir Kapılatizmde olduğu gibi zengin olmak için çalışma yoktur Ama Allah zengin ederse, şükür de nimete göre değişir
3 Zengin olmanın yolu bir değildir Biz bir insanın nereden kazandığını bilemediğimiz malı için haramdır dersek bu bizi servete, komünizmde olduğu gibi bir karşı oluşa götürür
4 Bu kurumların bankalarla olan ilişkisini, dediğimiz gibi, araştırmayı deneyecegiz Şu anda iyi bilmiyoruz
5 Kâr baştan garanti edilemez Ama akıllıca teşebbüslerde bulunarak hiç zarar edilmeyebilir Onların söylediği de budur sanıyorum
6 Değindiğimiz gibi, tehlikeli olan, mü'minin zengin olması değil, zenginin mü'minliğini unutması ve daha çok kazanma ihtirasının kurbanı olmasıdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FAKİR BİR KİMSE BAŞKASININ YARDIMIYLA UMREYE GİDERSE KENDİSİNE HACC FARZ OLUR MU? Fakir bir kimse başkasının yardımıyla umreye giderse Mekke-i Mükerreme'ye vardığı zaman hacc mevsimi yani eşhürü'l-hacc olan Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin ilk on günü girmiş ise şüphesiz kendisine hacc farz olur Çünkü haccın vacib olmasının şartlarından biri vakittir, yani hacc aylarıdır Hac mevsimi girmemiş ise bazı ulemaya göre Mekke-i Mükerreme'ye varmakla hacc farz olur Ama racıh kavle göre farz olmaz Çünkü yukarıda beyan edildiği gibi haccın farz olmasının şartlarından biri hac mevsimini idrak etmektir (İrşad al-Sarı)
Yalnız zamanımızda hac mevsiminden evvel umreye giden bir fakire kesinlikle hac farz değildir Çünkü hapis ve orada kalma yasağı gibi mani'ler vardır Bunun için haccın farziyeti sakit olur (İrşad al-Sarı) Ma'lüm olduğu gibi Su'udi Arabistan hükümeti umreye giden kimseye bir aydan fazla orada kalmasına müsaade etmez
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FAL : Aslında falı da sihir içerisinde anlatmış sayılırız Çünkü falın aslı da gaipten haber verme ve gelecege ait olayları bilmeyi iddia etme esasına dayanır Halbuki, insanların ne olacağını bilemeyecekleri, Kur'ân-ı Kerîm tarafından açıkça haber verilir (Lokman (31 ) 34 ) Ayrıca Peygamberimiz bunun mümkün olamayacağını, bir çok şeyin kendisine de bildirilmediğini söyleyerek anlatır Kur'ân-ı Kerîm fal bakma eylemlerinin, şeytanın işlerinden bir "pislik" olduğunu söyler(Mâide (5) 90)
Fal bakmanın eskiden beri bilinegelen; yazılı ok çekme, yıldız falı, kahve falı, iskambil kâğıdı ile fal gibi çeşitli yanında, cinlerden yararlanılarak gelecekten haber verme iddiasında olanı da vardır Bunların hepsi asılsız, hepsi batıl ve hepsi gerçeklerden uzaklaştırıcı yollardır Çünkü cinler bile gaybı bilemezler Kaldı ki, cinlerden birşeyler sorduğunu iddia eden insanların yüzde doksan dokuzu yalancıdır Birini de cinler yanıltırlar Kahve ve iskambil kâğıdı falının ise, hiç aslı yoktur Söyleyip tutturdukları sanılan şeylerin hepsi zaten, hemen her insanda bulunan şeylerdir Onların becerdiği, bu işin sadece edebiyatıdır Hele bazı gazetelerde verilen burç falları, aklı başında olanları çok düşündürmelidir Çünkü bu tür fal içeren gazetelerin tamamı, aslında manevî dünyaya inanmayan ve maneviyatla alây eden gazetelerdir Öyleyse, maneviyatın makulünü kabul etmeyenler nasıl olur da mantıksız ve asılsızını kabul eder ve yazarlar Hayır, onlarda aslında bu yazdıklarına inanıyor değillerdir: Buna rağmen bunu yazmalarının bir takım sebepleri olmalıdır bu sebeplerin önemlilerini söyleyelim Bir önceki maddede anlattığımız gibi, inançsızlık ve ibadetsizlikten ruhları acıkmış olan biçare cahillerin bu duygularını sömürmüşler ve onlara gazete satmak yoluyla kasalarını şişirmek Daha önemlisi, gelecek adına Saçma sapan şeyler söyleyerek, söyledikleri çıkmadığında inançları sarsmak ve işte bütün manevî inançlar böyle asılsız ve batıldır, fikrini yerleştirmek Ondan sonra da inancı sarsılmış bu sürü insanları, yine onların cebinden aldıkları paralarla daha değişik silâhlar üreterek, daha büyük çıkarları doğrultusunda yönlendirmek Görüldüğü gibi asıl din sömürücüleri bu adamlardır Ve işin ilginç yani, nazarlıkları kullananlar gibi, bu tür fallara inananların da hemen hepsi, inancı ve ibadeti, ya zayıf, ya da hiç olmayan insanlardır Demek ki din, insanı Saçma inançlardan da koruyor
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FAL-FALCILIK

Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yollar Baht, uğur ve talihi anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine kahve fincanına vBulletin şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma işi Gelecekte olacak şeyleri anlamak maksadıyla yapılan eylemler hakkında kullanılan bir tabir "Kamûs-u Osmanî'de: "Kısa fikirlilerin ümid ettikleri bir maddeyi çıkarmak maksadiyle; kitap açmak ve kitaba, baklaya bakmak gibi değişik yöntemlerle yapılan teşebbüsü ve bu teşebbüsün gösterdiği netice" olarak tarif edilmiştir
Kur'an'da, "fal" kelimesi geçmemekle birlikte, Peygamber (sas)'in bazı hadislerinde, şekil olarak buna benzer fakat mana yönünden bizim anladığımız fal'dan daha değişik bir mana arzeden "fe'l" sözü geçmektedir Şöyle ki; "adva (hastalığın Allah'ın takdiri olmaksızın bulaşması) yoktur, tıyara (bir şeyi uğursuz sayma) da yoktur Ben hayırlı "fe'l"i (bir şeyi hayra yorma) severim" (Buhari, Tıb, 43; İbn Mâce, Tıb, 43), hadisinde geçen "fe'l" kelimesinin bildiğimiz falla aynı anlama gelmediği açıktır
Ebû Hureyre'nin, Peygamberimiz (sas)'den naklettiği başka bir hadiste; ''Tıyara yoktur, daha hayırlı olan fe'l vardır" buyurdular Ebu Hüreyre; "Fe'l nedir ey Allah'ın Resulu? diye sorunca 'Sizden birinizin işittiği salih sözdür' dedi" (Buhâri, Tıb, 44)
Hasta olan bir kimsenin; "ya sâlim" ! diye bağıran birinin sesini duyması veya yitiğini arayan birinin; "ya vâcid! " diye seslenen birinin sesini duyunca, "bununla tefe'ül ediyorum" deyip, hastalıktan kurtulmayı umması ve yitiğini bulacağını ümid etmesidir Yani bu sesleri hayra yorarak, neticenin bu şekilde olmasını beklemesidir
(İbnu'l-Manzûr, "Lisanü'l-Arab " XI V; İmam Ebi Bekir er-Râzı, "Muhtaru's-Si hah" Fe'l maddesi)
Cahiliye Arapları, bir sefere, bir savaşa, bir ticarete, bir nikâha yahut herhangi bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı Bu zarların (veya okların) birinde, "Rabbim emretti" yahut "yap" diye emir; diğerinde, "Rabbim nehyetti" yahut, "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu, biri de boş bulunurdu Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi Kur'an bunu şu ayetle yasaklamıştır: ''Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir, bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/90)
Câhiliyede, bir de kuş uçurma âdeti vardı ki, bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmüm (uğurlu sayma), sola giderse teşe'üm ederler (uğursuzluk sayarlar)dı Peygamberimizin, "tıyara yoktur" hadisi ile bunun da yasaklandığını biliyoruz
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır Gökteki burçlardan istidlâl ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır Sâbiîler, İdris (as)'ın, mucizesi iddiasıyla sema'yı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek of ayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı Onların bu inançları günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır (Elmalılı MHYazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", VII 5208)
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermedir Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:
"De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur" (en-Neml, 27/65) ve "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum" (el-En'âm, 6/50), "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım" (el-A 'râf, 7/188) âyetleri buna yeterli delildir
Kendilerine "arrâf" yahut "kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamber (sas) ağır bir dille kınamış hatta kâfirlikle nitelemiştir "Her kim bir arrafa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz" (Müslim, Selâm, 125) buyurmuştur Ebû Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir: "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur" (Ebû Dâvûd, Tıb, hadis no: 3904)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FARZ: Allah'ın, ya kendi kelâmıyla, ya da Elçisinin sözüyle kesinkes yapmamızı istediği şeylerdir Böylece yapılması istenen şeyler, ya her mükelleften istenir ki, buna "farz-ı ayn", yani şahsa farz denir Ya da yeterli mükelleften istenir ki, buna da "farz-ı kifaye" yani, yeterlilik isteyen farz denir Görüleceği gibi, önemli olan şey birincide, yani "farz-ı ayn"da, farz olan şeyi mükellefin bizzat kendisinin yapması, ikincisinde, yani "farz-ı kifâye"de ise farz olan şeyin yapılmasıdır Farzları yapan, sevap kazanır ve mükâfatı hak eder, yapmayan günahkâr olur ve cezayı hak eder Inkâr eden ise kâfir olur Meselâ insanların avretlerini örtmeleri kesin emirle istenmiştir, yani farzdır Kadınların başları da avrettir Allah'ın emri olduğu için başını örten kadın sevap kazanmış ve öbür dünyada mükâfatı hak etmiştir Kapatmanın Allah'ın emri ve gerekli olduğunu kabul ettiği halde başını açan kadın, günah işlemiştir Tevbe edip kendini affettirmezse, öbür dünyada ceza görecektir Hem başını açan, hem de Allah'ın kapatma emrini kabul etmeyen, hattâ başını kapattığı halde; kapatma emrini kabul etmediğini söyleyen ise kâfir olmuştur Tevbe edip imanını yenilemesi gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
FARZ, MÜKELLEF AÇISINDAN İKİYE AYRILIR:

1- Farz-ı ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir
2-Farz-ı kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir (Ömer Nasuhi, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, 1, 33)
Farz-ı ayn, kifâye olan farzdan fazilet ve sevab bakımından daha üstündür Çünkü, bir şey genelleşirse yükü, meşâkkati azalır Hususileştiğinde ise daha meşakkatli olur Kifâye farzlar umumen terkedildiğinde ise bütün insanlar bundan sorumlu olur (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, I, 42)
 
Üst Alt