G.H > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi..

ceylannur

Yeni Üyemiz
HIDRELLEZ Hızır ve Ilyas (as)'ın her bahar başlangıcında buluştuklarına inanılan milâdi 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan'a rastlayan güne verilen isim Söz konusu günde Hızır ve Ilyas (as)'ın buluşarak sohbet ederler ve bu günlerde vakitlerini Allah yolunda olmanın ve birlikteliklerinin verdiği sevinçle kuvvet bulurlardı Hızır (as)'ın Allah'ın lütfu ile dolaştığı yerde yeşillikler çıkar ve çorak yerler çiçeklere bezenirdi Işte bu olaya dayanarak, halk zamanla bu günlerde buluşup Hızır ve Ilyas (as) ın geleneğini sürdürmek amacıyla özel anda ve dua günleri tertib eder olmuşlar Ancak bu zamanla aslî hüviyetinden çıkanlarak günümüzde olan şekliyle Hıdrellez adını almıştır Günümüzde kullanılan mânası ise; Insanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, piknik yapma, stres atma, eğlenme, nişan, düğün, sünnet törenleri tertip etme, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen "bahar bayramı" inancıdır ki tam bir bid'at olarak ortaya çıkmıştır
Hızır, Hıdır yahut Hadır Arapça bir kelime olup, yeşillik mânasına gelmektedir (Tecrîd-i sarîh Tercümesi, IX,144) Islâm âlimlerinin çoğuna göre Kur'ân-ı Kerîm'in Kehf sûresinde geçen Salih adam kıssasından Hızır (as)'ın anlaşıldığı ve onun Peygamber olduğu görüşü müfessirlerin bazılarının tercih ettiği bir görüştür (Ibn Kesîr, Tefsir, V,179; el-Kehf,18/65) Ancak bazı âlimler tarafından da Nebî değil Velî olduğu görüşü ileri sürülmektedir (Tecridî Sarîh tercümesi, IX, 145) Ebû Hureyre (ra)'den nakledildiğine göre Hz Peygamber (sas), Hızır (as)'a Hızır denmesinin sebebini izah ederken; "Hızır otsuz kuru bir yere oturduğunda ansızın o otsuz yer yeşillenerek hemen dalgalanırdı"buyurmaktadır (Tecrîdî Sarıh tercümesi, IX, 144)
Hızır (as) Kur'ân-ı Kerîm'in Kehf suresinde "Kullarımdan birisi" şeklinde sabit olmuştur Veli olduğunu dahi kabul etsek, "Ikinci Tabaka-i Hayatta bulunmaktadır Bu mertebede aynı anda çok yerde bulunmak mümkündür"
Ilyas (as) Israiloğulları Peygamberlerinden olup Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Elia" diye zikrolunan Peygamberdir MÖ IX asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir
Hz Ilyas (as) yada "Ilyasîn" şeklinde ismi zikredilen (es-Sâffât, 37/130) Peygamberliği bildirilen "Hiç Şüphe yok ki Ilyas gönderilen Peygamberlerdendir" (es-Sâffât, 37/123), şeklinde hitab edilen Ilyas (as) Israiloğullarına Allah'ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba'l" adında dört cepheli put'a tapıyorlardı Hz Ilyas'ın bütün gayretlerine rağmen Israiloğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş Hz Ilyas'ın Peygamberliğini yalanlayarak (es-Saffât, 37/ 124) Onu ülkeleri olan Ba'lbak'ten çıkarmışlardı Fakat Allah'ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve Ilyas (as)'ı geri çağırmışlardı Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine Ilyas (as) oradan uzaklaşmıştır
Ilyas (as)'ın Israiloğullarından ayrılması Hızır (as) ile buluşması gerçekleşti Bu buluşma "Hızır Ilyas" iken sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir
Halk inançlarında Hıdrellez:
Hızır'da darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıf larını görmek mümkündür Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır; öküzü arabaya koşmama vBulletin gibi Islâm'la çelişen ve din ile ilgisi olmayan inançlara rastlanmaktadır Aynı şekilde Hıristiyan inancına göre Saint Georges yortusu da bizim halk geleneklerimizle paralellik arzeder ve Hıdrellezle aynı günde kutlanmaktadır Görüldüğü üzere İslam'ın Tevhid bilinçliğinden uzak, sahte mitolojik dürtülerin ve şamanist kalıntılarını uzantılarını yansıtan günümüz Hıdrellez anlayışıyla, Hıristiyan Saint Yortusunun paralelliği de göstermektedir ki Islâm dışı her şeye yakınlık duyma ama İslam'ın gerçek kimliğine karşı çıkma düşünceşinin neticelerini gözler önüne sermektedir
Şu anda geçerli ve yürürlükte bulunan Hristiyan kültürüne paralel olarak Islâm dünyasının Secular rejimlerle yönetilmesi ve bu kültürlerinde Islâm Öncesi mitolojik özelliklerden oluşan geleneksel "Ulusal Islâm" anlayışıyla paralellik arzetmesi, müslümanların tevhidî bilinçlerinden uzak olmalarının bir neticesidir Şüphesiz ki Allah'ın va'diyle Islâm dünyası kendini değiştirmedikçe Allah'ta müslümanların durumunu düzeltmeyecektir Allah şöyle buyuruyor; "Kim Islâm'dan başka bir din (hayat Nizamı) ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır: Kendilerine apaçık deliller gelmiş, O Peygamber'in şüphesiz bir hak olduğuna da şahitlik etmişlerken imanlarının arkasından küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir (muvaffak eder)? Allah zâlimler gürûhunu hidâyete erdirmez Muhakkak Allah'ın Meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerlerinedir Işte onların cezaları" (Âlu Imrân, 3/85-87)
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HİLÂFET Allah'ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak Islâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu makamının adı
Islam yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genellikle "halifelik" veya "hilâfet" diye adlandırılmaktadır Bu makama gelebilmek için belirli özelliklere sahip olmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir
Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası nın yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir (Ibn Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'l-Idâriyye, I, 2) Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir (Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 107) Başkasının adına görev yapmanın veya tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır Ya yerine görev yapılan kimsenin acız olması sözkonusudur veya halife olarak tayın edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür (Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, s 156) Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da ölümü durumunda hilafet, Hz Peygamber (sas)'in risalet dışında kalan görevlerini yüklenmek demektir
Islâm hukukçuları "hilâfet" terimini, genellikle Hz Peygamber (sas)'in yerine geçmek anlamına kullanmışlardır "Gerçekte hilâfet, şeriatı Allah'tan tebliğ eden Peygamber'in yerine geçip dini korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" (Ibn Haldun, Mukaddime, 191) demektir; en yüksek başkanlık ve amme velayetidir; dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır Bu makama getirilene halife adı verilir
Bu makama geçen, toplumu sevk ve idarede Hz Peygamber'e halef olmuştur Bu nedenle "Peygamber'in halifesi" demekte sakınca görülmemiştir Fakat genellikle yalnızca "halife" demekle yetinilir Hz Peygamber'in hadislerinde "hilâfet" ve onunla aynı kökten türeyen kelimeler, yerine göre terim anlamıyla, yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış bulunuyor (Buhârî, Meğâzi, 37; Ahkâm, 43; Müslim, Hacc, 425; Imâre, 61; Ebu Dâvûd, Cihâd, 72; Tirmizî, Deavât, 41, 46; Nesâî, Istiâze, 43 vs)
Halife'ye "Allah'ın halifesi" demenin câiz olduğunu söyleyenler: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapandır" (el-Enam, 6/165) anlamındaki ayeti delil gösterirler Bunun caiz olmadığını söyleyenler de Hz: Ebu Bekir (ra)'ın kendisine Allah'ın halîfesi denilmesine müsaade etmedığını söylerler (el-Maverdî, el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Çev, A Şafak, s 19; el-Ferra, el-Ahkamû's-Sultaniyye, s 27; Ibn Haldun aynı yer; Ibn Teymiyye, age, XXXV, 44-5)
Ilâhî emirler gözönünde bulundurulmadan kurulan yönetimlere hiçbir zaman "hilâfet" adı layık görülemez "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır Artık kim küfrederse küfrü kendi zararınadır Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan başka birşey artırmaz Kafirlerin küfrü kendilerine hüsrandan başka birşey artırmaz" (el Fatır, 35/39)
"Allah, içinizden iman edip de güzel amelde bulunanlara yeminle vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri (kafirlerin yerine) nasıl halife yaptı ise, onları da muhakkak (müşriklerin yerine geçirip halife kılacak; onlara kendileri için beğendiği dini (Islâm'ı) herhalde payıdar kılacak; onların korkularını güvenliğe çevirecektir Ta ki onlar bu güvenlik içinde bana ibadet etsinler bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-nur, 24/55)
Demek ki asıl önemli olan, bu yüce makamın gereklerinin yerine getirilmesidir Bunlar da Allah'ın hükümlerini mutlak ölçü kabul etmek; sâlih amel işlemek ve Allah'a karşı gelmemek, küfre sapmamaktır Kendisinde bu özellikler bulunmayan hiçbir yönetim "Islâmî" olma özelliği kazanamaz; Islâmî kavramlarla nitelendirilemez
Halifelik makamına geçen kimse için "halife" adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha vardır ki, o da: "Imam"dır Imam, sözüne veya davranışlarına uyulan kimse demektir (Râğıb, age, 24)
Imamet de terim olarak: "Dinî, dünyevî ve her konuda en yüksek başkanlık demektir" (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 602; M E Zehra, Mevzu'atu'l-Fıkh, I, "Al" mad, 3 kısım; Elmalılı, I, 491) Ancak bunun yerine halifelik kavramının kullanılmasının daha tercih edilir bir adlandırma olduğu da belirtilmiştir (el-Cürcânî age, aynı yer) Bu makamı işgal edene halîfe veya Imam denmesinin nedenlerine gelince:
Ilk halifenin Rasûlullah (sas)'den sonra gelip risalet dışında kalan görevleri yerine getirme hususunda onun yerini almış olması; asıl hâkim Allah olduğundan, O'nun yeryüzündeki hakimiyetini temsil etmesi ve ‚bu temsilini (hilafet) görevi bütün mü'minlere yöneltilmiş bulunduğundan, (bk el En'am, 6/165) mü'minlerin onu seçimle ve akidle bu makama getirmeleri dolayısıyla, Islâm devleti başkanına hafife adı verilir Ona "Imam" denmesinin nedeni ise; Islâm devlet başkanının namaz kıldıran imama benzetilmiş olmasındandır Imamın arkasında namaz kılan cemaatin imama uymaları nasıl bir zorunluluk ise,toplumun da aynı şekilde devlet başkanına itaat etmesi gerekir Bu nedenle devlet başkanlığına: "el-Imâmetü'l-Kübrâ" veya "el-Imâmetü'l-Uzmâ" (büyük imamlık) da denilir Aslında Islâm devlet başkanım belirli bir isimle adlandırma zorunluluğu yoktur Ona verilen isimden çok onun işgal ettiği makamın özellikleri ve bunların yitirilmesi önemlidir
Islâm yönetimini kastederek "hilâfet" ile birlikte "meliklik" ve "saltanat" terimlerinin de kullanıldığını görmek mümkündür
Meliklik genellikle, babadan oğula geçen yöneticilik anlamı,na kullanılmıştır Bu nedenle Islâm'da meliklik -bu anlamıyla- söz konusu değildir Bu anlamıyla meliklik, Israiloğullarının yönetimlerinde görülmüştür Bunu da Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden anlamaktayız (bk el-Maide, 5/20; el Bakara, 2/247; Sad, 38, 35) (Konu ile ilgili daha etraflı âçıklamalar için bak Ibn Teymiyye Mecmu'ul-Fetava, XXXV 33 vd)
Islâm yönetim düzeni, yeryüzünde Rasûlullah (sas)'in önderliğinde gerçekleşmeye başladığı dönemlerde dünyada var olan diğer siyasal düzenler "kuvvet" temeli üzerinde yükselmekteydi Bu düzenlerin politikaları da üstünlük kurmak ve insanları baskı altında tutmak ve tahakküm ilkelerine dayanıyordu
Bu tür yönetimlere ve onların politikalarına en açık iki örnek, biri İslam'ın doğduğu yer olan Arap yarımadasının kuzeydoğuşunda yer alan Iran imparatorluğu; diğeri ise kuzeybatısında bulunan Bizans imparatorluğu idi Müslümanlar bu iki düzeni tanımlamak için o dönemlerde Iran rejimi hakkında "kisraviyye" yani kisralar düzeni; Bizans rejimi hakkında da "Kayseriyye" yani "Kayserler düzeni" terimlerini kullanıyorlardı
Aynı şekilde her iki düzeni tanımlamak amacıyla "mülk" kavramı da kullanılırdı Bununla da anlatılmak istenen bir tek kişinin mukeddaratına egemen olduğu mutlak ve istibdada dayalı yönetimlerin düzenlemeleri, idi Bu kişi ülkeyi kişisel arzu ve heveslerine göre yönetir ve iradesinin üstünde herhangi bir kanun veya otorite kabul etmez ve tanımazdı
Özellikle ilk müslümanlar, böyle bir yönetim biçimini kesinlikle kabul edemez, içlerine sindiremezlerdi Çünkü Kur'an-ı Kerim, bu tür "melikî" düzenlere Firavun gibi kişileri örnek göstererek onlardan nefret ettirdiği gibi; "Şüphesiz, melikler bir itlkeye girdiklerinde oraya ifsâd ederler, o ülke halkının azız olanlarını zelîl ederler (Evet) onlar böyle yaparlar" (en-Neml, 27/34) ayetiyle de genel olarak melikler hakkındaki olumsuz hükmünü belirtmektedir
Kur'ân-ı Kerim melikî yönetimlerin temelının zulme dayalı olduğunu befirtir ve bazı, zâlim meliklerden de söz eder:
"Arkalarında her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı" (el-kehf, 18/79)
Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerim, Kisraların, Kayserlerin, Firavunların yönetim biçimini gayet açık bir dille eleştirmekte ve reddetmektedir Bu ruh ile yetişen ilk müslüman nesil bu tür yönetim şekillerine karşı oldukça hassas idi; onlar Islâmî yönetimin melikliğe dönüşmemesi için büyük bir özen gösteriyorlardı (bk M Ziyauddin er-Reyyis, en-Nazariyyatu's-Siyaşıyyeti'l-Islâmiyye, Kahire 1979, s 114 vd)
Hz Ömer (ra) bir gün Selmân (ra)'a: "Ben melik miyim, halife miyim? diye sorar Selmân da: "Eğer sen müslümanlardan bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkıolmayan bir yere harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin" der Haksız tasarrufları yanında melikin insanları zora koştuğu da bildirilmiştir Bu bakımdan Hz Ömer'e etrafında bulunanlar: "Hamd olsun ki sen melik değilsin" demişlerdir (Ibn Sa'd, Tabakat, III, 306-7; el-Kettânî, age, I, 13; Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, II, 632) Abdullah b Ömer (ra) de ümmetin topluca bey'at etmediği kimseye halife demenin doğru olamayacağını bildirmiştir (Tecrid-i Sarıh Tercümesi, VII,175)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HİLAFET İLE SALTANAT ARASINDAKI FARK: Hilafet şûra esasına dayanır Yani halife müslümanların istişâresi ve seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına gelir Saltanatta ise buna yer yoktur Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir
Ibn Hazm; hilâfetin verâsete dayanmayacağını söyler ve İslam'ın soya dayanan saltanatı tanımadığını şöyle belirtir: "Müslümanlar arasındaki imamette verasetin câiz olmadığını Râfızîler dışında kabul etmeyen yoktur Onlar hem erginlik yaşına gelmemiş kimsenin Imam olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti câiz görürler" (Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 166'dan nakleden M Ebu Zehra, Islâm'da Fıkhî Mezhebler Tarihi, IV, 73)
Buna göre halîfelik, her türlü tasarruf ve adalet ölçüleri içerisinde yapılmalıdır; Meliklik öyle değildir Saltanatta başkanlık verasetle geçer, halifelik makamlarla ise şûra (seçim) ile gelinir
Hz Peygamber (sas), halifeliğin melikliğe dönüşmesi halinde kötü yönde pek büyük olayların meydana geleceğini, kıyameti andıran büyük olayların yaşanacağını anlatmıştır (Ebû Dâvûd, Cihâd, 35) Anlaşılan Hz Peygamber (sas) bu hadisle Hz Osman'ın hilafetinin son yıllarında başlayan ve Muaviye'nin başa geçmesiyle sonuçlanan olaylara işaret etmektedir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HİLAFET NE DEMEKTİR? Allah'ın emirlerini uygulayıp, yasaklarından menetmek, zulm ve anarşinin doğuşuna meydan vermemek hak ve adaleti ayakta tutmak için bir lider lazımdır İslam dininde buna Halife veya imam denilir Hilafet de onun vasfıdır İslam dininde hilafetin büyük bir yeri vardır Bunun için Peygamber (sav) vefat ettiğinde defn edilmeden evvel ashab-ı kiram bir halife tayin etmek için çalışmaya başladılar Ancak Hz Ebubekir'i halife seçtikten sonra defn işine döndüler Halife olmanın şartları şunlardır:

1- Müslüman olmak Yahudi, hıristiyan, putperest ve mürted gibi kimseler halife olmaz
2- Mükellef olmak Akil ve baliğ olmayan kimse halife olamaz Saltanat ve krallık ile idare edilen memleketlerde Sultan veya kral vefat ederse veliyyülahd çocuk da olsa yerine geçer İslam dini böyle bir şeye yer vermemiştir
3- Erkek olmak Kadın, zayıf olup, hamilelik, doğum, hayz ve nifas gibi hallere maruz kaldığından vazifesinin gereğini yapmayacağından Halife olarak tayin edilemez Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Başına bir kadın getiren bir toplum felah bulamaz"
4- Müctehid olmak Çünkü Peygamberin (sav) irtihalinden sonra vahiy gelmeyeceğine göre müçtehid olmazsa Kur'an ve sünnette yer almayan yeni olayların cevabını bulamaz
5- Cesur olmak
6- İleri görüşlü olmak Yani müslümanların işini tedvir edebilecek kadar yeterli olmak
7- Azaları sağlam olmak Yani,a'ma, dilsiz ve sağır olmamak Çünkü böyle olduğu takdirde tam anlamıyla görevini yapamaz
8- Adil olmak Yani Allah'ın emirlerine imtisal edip nehiylerinden sakınmak
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HİLÂFET TÜRLERİ: Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır Yani bütün insanlar ilk planda Allah'a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak unun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır Insanın halifeliği, onun Allah adına uygulamalarda bulunması demektir Bu uygulamada Allah'ın kanunları mutlak ölçüdür Insan, halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez Çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde kendi adına uygulamalarda bulunmak üzere "halife" olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir Insan için birtakım sınırlar çizilmiş, bunları aşmaması istenmiştir
El-Bakara suresinin hemen ilk ayetlerinde (Ayet 30 vd), Allah'ın yeryüzünde halife yaratmak istediğini meleklere bildirdiği anlatılıyor Yeryüzünde halife kılınan, Hz Adem (as)'dir; dolayısıyla da onun suyundan gelecek bütün insanlardır Halife kılınan bu ilk insan ve eşi için bile birtakım sınırlamalar söz konusudur (el-Bakara, 2/35) Bu sınırlamalara uymak, insanın bu yüce makamda kalabilmesinin temel şartıdır (el-Bakara, 2/38) Bu ölçülerin dışına taşanlar ise ateş azabına düşmekle tehdit edilir Diğer bir deyişle; insanlardan istenen, halifelik makamının gereklerini yerine getirmeleridir Bu ise, Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur
Bu anlamda bütün insanlar Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği kimselerdir Tüm insanların bu şekilde görevlendirilmiş olmalarına "umûmi hilâfet" diyoruz Adem'in soyundan gelen herkes bunun kapsamı içerisindedir Insan halîfeliğinin sonucu olarak yüklenmiş olduğu "emanet"in gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını getirmekle" tehdit ediyor Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor Yalnızca bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de "hususi hilafet" adını veriyoruz Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve Allah'ın halifeliği onlar tarafından gerçekleştirilmiştir Işte Allah'ın "Halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler" (en-Nur, 24/55) Onun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları "tağut"ların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir
Ister genel, isterse özel anlamda olsun, hilâfet, "Allah'ın dinini hâkim kılmak" özünü taşır Bu öz, onun sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilatlanmasıyla siyâsî bir görünüm kazanır
Allah, Hz Davud'a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona: "Insanlar arasında hak ile (Allah'ın hükümleri ile) hükmetmeyi" (Sad, 38/260)'de emretmiştir Hz Ibrahim de kendisinin insanlara Imam kılındığı haberini Allah'tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise "Bu ahdinin zalimler hakkında sözkonusu olmayacağını" (el-Bakara, 2/214) bildirmiştir
O halde halifelik, Allah'ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir Bütün insanlar bununla görevlidirler Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istenmeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, Allah'ın yeryüzündeki halifelerinin kendi hür iradeleriyle seçtikleri "halife"dir Halife bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur'an'ın emirleri arasındadır (en-Nisa, 4/58)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HİLÂFETİN MÜDDETİ: Hz Peygamber (sas) şöyle buyurur: "Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl devam edecektir Bundan sonra melikliğe denilecektir" Bu da şöyle yorumlanmıştır: "Ebubekir'in halifeliği iki yıl, Ömer'in on, Osman'ın on iki, Ali'nin altı yıllık halifelik sürelerinin toplamı, otuz yıl etmektedir" (Ebu Davud, Sünne, 8: Tirmizî, Fiten, 49)
et-Taftâzânî aynı hadise dayanarak Muaviye'nin ve ondan sonra gelenlerin halife sayılamayacaklarını, bunların emir veya hükümdar (kral) olabileceklerini söylemekle birlikte, bunun mutlak bir ölçü olamayacağını da belirtir
Çünkü Ömer b Abdülazız gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur (et-Taftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s 180)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HÎLE Aldatacak tarz ve tedbir Sahtekarlık, düzenbazlık
Başkasını kurnazca hareket ve fiilleriyle aldatmak Alış-verişlerde hîleden maksat, bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeli ödemeye razı etmektir Hîle, ayet ve hadislerle yasaklanmıştır
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygambere hâinlik etmeyin Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyiniz" (el-Enfâl, 8/27) Ebû Hureyre (ö 57/676)'den rivâyete göre, Hz Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken elini bir hububât yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için hububatın üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hîle yapan, bizi aldatan benden değildir" (Müslim, Iman, 164; Ebû Davud, Büyû', 50; Tirmizî, Büyû', 72)
Bu hadis alış-verişte hile yapmanın yasak olduğunu gösterir
Satılan malda ayıp varsa, satıcının bunu müşteriye açıklaması gerekir Ticaret örfünde, satılacak malın kıymetini ve dolayısıyla satış bedelini azaltan kusurlara "ayıp" denir (Ali Haydar, Düraru'l Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 554 vd; Mecelle, mad, 338)
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
"Satıcı doğru söyler ve sattığı şeyin ayıbını açıkça beyan ederse, satışı bereketli olur Yalan söyler ve sattığı malın ayıbını gizlerse, satışın bereketi yok olur" (Buhârî)
Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyiniz Bu mallar, sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret yoluyla olursa bu müstesnâdır" (en-Nisâ, 4/29) "Azap olsun, ölçü de tartıda noksanlık edenlere Onlar insanlardan ölçüp aldıkları zaman tam olarak alırlar; fakat insanlara verilmek üzere ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler" (el-Mutaffifın, 83/1, 2, 3) "Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın Biz insana ancak gücünün yeteceği kadarını yükleriz" (el-En'âm, 6/ 152)
"Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazı ile tartın Insanların hakkını azaltmayın Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın"(eş-Şuarâ, 26/181-183)
Bu ve benzeri âyet ve hadisler müslümanın bütün iş ve muâmelelerinde doğru hareket etmesini hîle ve hud'adan uzak durmasını bildirmektedir
Allah Rasûlü özellikle ticaret yapanlara bu konuda şu tavsiyede bulunmuştur: "Bu tüccarlar topluluğu, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karıştığı için bunu sadakalarınızla telâfi ediniz" (Ebû Dâvud, Büyû', 1)
Hîle, ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek suretiyle vuku bulur Sözlü hile; tarafların birbirini etkilemek ve akde razı etmek için, bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözler konuşmasıdır Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi satmak veya normalın üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir Meselâ, satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu giilemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır (Abdülkerîm Zeydan, Islâm Hukukuna Giriş, Terc Ali Şafak, Istanbul (ty), s 521) Fiilî hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış verişe razı etmek için birtakım hîleli hareketler yapmasıdır Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek (Buhârî, Büyû', 64) ve böylece normal fiyatının üstünde fâhiş gabn * derecesinde bir satış bedeli ile satmak gibi hilelerdir Günlük hayatta buna benzer pek çok hile ve aldatma çeşitleri görülmektedir
Işte, Islâm bütün hîle ve aldatmaları yasaklamış, müslümanın özünün ve sözünün bir olmasını istemiştir Bütün namazların her rek'atında okunan Fâtiha suresinde "Ey-Rabbimiz, bizi dosdoğru yola ilet" (el-Fatiha, 1/6) dûasının tekrar edilmesi toplumu en doğruya, en güzele ulaştırma amacına yöneliktir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HÎLE-İ ŞER'İYYE

Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır Hîle-i şer'iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm'da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer'iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer'î" denir Meşrû kâr demektir
Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mübah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür
İmam Muhammed, muâmele-i şer'iyyeye "iyne" adım vermiştir Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer'iyyeyi anlamaya yardımcı olur Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz" (Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim,10; Ahmed b Hanbel, II, 42)
İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebu'l-âli'ye HzÂişe'den şöyle nakleder: "Zeyd b Erkam (ö 66/689)'ın ümmü veledi olan bir kadın O'na dedi ki: Ey mü'minlerin annesi, Zeyd'e veresiye sekizyüç dirheme bir köle sattım Sonra onu ondan altıyüz dirheme peşin satın aldım Hz Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın Zeyd'e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (sas) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur Kadın dedi ki; "Satışı bozup, altı yüze geri alsan olmaz mı?" "tabii, kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir" (el-Bakara, 2/275) (Ahmet b Hanbel, IV,180; el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, Dimaşk 1984, IV, 469)
Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır Çünkü bu fâize götürür Hanefîlerden Ebû Yusuf ise "iyne câizdir ve sevabı vardır Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir" (Kâdîhân, II, 244, 245) demiştir İmam Muhammed ise, iyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben razı olamadığını söyler (İbnü'l-hümâm, Fethu'l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, age, IV, 244)
Muâmele-i Şer'iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır Fakat muâmele-i şer'iyye suretinde İmam Ebû Yusuf'a göre riba kalkar kâr câiz olur Bu bir şer'î kurtuluş yoludur Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasiyle bunların menfaatleri sağlanmış olur Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hiyle olarak kabul etmek doğru değildir" (Ö N Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48) Ö N Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der:
"Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer'iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir İbnü'l-Hümâm Fethu'l Kadîr'de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur Şu kadar var ki, bu tercihe şayan değildir Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır (Ö N Bilmen, age, VI, 100, 101)
Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer'iyye faiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvalar ile hükümler bu yolda verilegelmiştir Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir (Ali Haydar, Dürarü'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330) Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; "Zamanımızda iyne usulüne göre yapıları alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır" demişlerdir
Ancak hîle-i şer'iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır Mecelle'de de yer aldığı gibi "akitlerde itibar lafza değil mânâyadır" Diğer yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür (Abdurrahman b Süleyman (Damad) Mecmau'l Enhur, İstanbul 1301, II, 303) Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı, yapmacık olmamalıdır Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile, akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve iradelerini araştırmaya bir engel yoktur Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yıl sonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır Bunun yerine evini 1000 gr altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr altına geri alsa, bu bir alım satım muamelesi olur 300 gr fazlalık kârdır Ancak alım-satım faizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvazaalı bir akit sözkonusu olur Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise tarafların gerçek iradesi araştırılır Gerçek irade satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır (el-Mavsılî, el-İhtiyar Li Ta'lîli'l-muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, I, 171) Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek iradeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe'nin dediği gibi dış görünüşe (âhire) göre hükmetmek gerekir Bu taktirde hîle-i şer'iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir
Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir
İmam Muhammed (ö189/805)'in el-Hiyel ve'l Mehâric'ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir el-Hiyel'in iki ayn rivâyeti Sahabe tarafından " el Mehâric fi-Hiyel" adıyle neşredilmiştir (Leipzig, 1930)
el-Hassâf, Alî b Muhammed en-Nehaî ve Sad b A es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil "el Hiyel" kitapları vardır Diğer bir takım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır
Şâfiîlerden Gazâlî ve İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ'sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir
Hîle-i şer'iyye usûlüne en büyük tepki Hanbelîlerden İbn Teymiyye (ö728/1327) ile öğrencisi İbnü'l-Kayyim (ö 751/1350)'den gelmiştir İbn Teymiye'nin " Kıyamu'd Delîl alâ Butlânu't-Tahlîl", İbn Kayyim'in " Î'lâmü'l-muvakkıîn ve İgâsetü'l-Lehfân" isimli eserlerinde bu konu geniş olarak tartışılmış, "gaye ve çâre mübah ise hîle mübah, değilse hîle haramdır" sonucuna varılmıştır (İbn Teymiyye Mecmau'l-Fetâvâ, XXIX, 446; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, III,107-417, İgâsetü'l-Lehfân, Mısır 1310, s 183-285; A Emîn, Duha'l-İslâm, II, 190 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HIRSIZLIK CEZASI (HADD-I ŞIRKAT): "Akıllı ve ergin (baliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir Cezası Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir" (el-Mâide, 5/38)
El kesme cezasının tatbik edilebilmesi için iki âdil şahidin şahitlik yapması ve hakimin de sorgulaması (muhakemesi) neticesinde suçun sabit olduğuna kanaat getirmesi gerekir Hakim şahitlere sırasıyla:
Hırsızlığın mahiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığını, malı çalan şahsın kim olduğunu sorar
Hırsızlığın nisabı (el kesme cezasını gerektirecek en az miktarı) Hanefi mezhebine göre on dirhemdir Cezanın tatbik edildiği dönemdeki dirhemin değeri esas alınır (bk el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî', VI, 67; Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr; IV, 220, 230; Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 359, 360)
El kesme cezası tatbikatına örnek olarak ve Allah hakkı olan bu cezada herhangi bir şefaatçının kabul edilemeyeceği konusunda şu hadisi zikredebiliriz: " Mahzum kabilesine mensub bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü Onlar: Kim Rasûlullah'a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak' dediler Bir kısmı da: "Bu işe Rasûlullah'ın sevgili (sahabî)si Üsâme b Zeyd'den başkası cesaret edemez' dediler Üsâme (kadına şefaat için) Resûl-i Ekrem'le konuştu Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: "Yüce Allah'ın hadlerinden bir hadd(in yapılmaması) hususunda şefaat mı ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe irad etti Daha sonra buyurdu: "Sizden evvelkilerden (şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı (Şeref itibariyle) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi Allah'a and olsun ki, Muhammed'in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim " (Eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,' 131, 136)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HISIMLARIN NAFAKASINDA ZAMAN AŞIMI:
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, çocuklara, ana-babaya ve diğer hısımlara verilecek nafaka zamanın geçmesiyle düşebilir Hanefilere göre, hâkim hısımlar lehine nafakaya hüküm verdikten sonra, nafaka alacaklısı hısım nafakayı kabzetmeden veya nafaka yükümlüsü aleyhine borçlanmadan bir ay ve daha fazla bir süre geçse nafaka düşer Çünkü eş dışındaki hısımların nafakası ihtiyaçlarını giderme esasına dayanır Bu yüzden zengin olan hısıma nafaka vermek gerekmez Hısımın, lehine hükmedilen nafakayı bir süre almaması, ihtiyaç sahibi olmadığını gösterir Eşin nafakası ise, hâkimin belirlemesinden sonra, zamanın geçmesi ile düşmez Çünkü onun nafakası eve bağlanma (ihtibas) karşılığı olup, ihtiyaç nedenine dayanmaz Bu yüzden karı, zengin de olsa nafaka almaya hak kazanır Hâkimin nafakayı borç olarak alma izni vermesi halinde de düşmez Çünkü bu takdirde zimmet borcu olmuş bulunur Diğer yandan ez-Zeylaî küçüklerin nafakasını eşin nafakasına benzetmiş ve bu ikisini aynı hükümlere tabi kabul etmiştir (el-Kâsânî, age, IV, 38; Ibnü'l-Hümâm, age, III, 354; el-Meydânî, el-Lübâb, Istanbul ty, III, 109; Ibn Âbidîn, age,II, 925, 942 vd; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II,167)
Mâlikîlere göre, ana-babanın veya çocukların nafakası, hâkim miktarını belirleyip karar vermedikçe zamanın geçmesiyle düşer Hâkim belirlediği takdirde sabit olur (ez-Zühaylî, age, VII, 783)
Sonuç olarak, bir aydan kısa sürede hısımların nafakası ile eşin ve çocukların nafakası zamanın geçmesiyle düşmez ve hâkim kararı olunca zimmet borcu olarak devam eder Yine hâkimin emriyle borçlanma olunca eşten başka hısımların nafakası da düşmez
 
Üst Alt