K.L > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
KÜRK VE DERİ ELBİSE GİYMEK

Kürk, deri ceket vBulletin elbiseler giymek caiz midir?

Domuz dışındaki hayvanlardan, derisi tabaklanmaya müsait olanların derileri tabaklanmak suretiyle temiz olur Meselâ herhangi bir yolla ölmüş, tilki, kurt, ayı, çakal, sansar vBulletin hayvanların derileri yüzülür ve tuz, güneş ve kimyasal yollarla bozulmayacak biçimde tabaklanırsa temiz olurlar ve onlarla namaz kılınabilir Bir defa tabaklandıktan sonra ıslanıp yumuşasalar dahi artık pis olmazlar Yine bu yabanî hayvanlardan herhangi birisi, eti yenen bir hayvanın şer'î usulde boğazlandığı gibi boğazlanmakla da derisi temiz olmuş olur Ama temiz olması demek, yenebilir olması demek değildir Giyilebilir ve onlarla namaz kılınabilir olması demektir Meselâ murdar olarak ölmüş, eti yenen bir hayvanın derisi soyulup tabaklansa temiz olur ama (eti) yenmezFil ve köpeği de domuz gibi görenler varsa da salîh görüşe göre onların derileri de tabaklanmakla temiz olur, giyilebilir, onunla namaz kılınabilir Rasûlüllah Efendimizin (sas) fil dişi bir tarakla tarandığı vâkîdir(Ibn Âbidîn (Âmira) I/135-37) Kürk, yabanî hayvan derisinden başlık vBulletin giymek câizdir (Hindiye V/291-93)Ancak elbisede dahî kadının erkeğe, erkeğin de kadına ben zememesi gerekir Buna göre erkeklerin giydiği derimont ve benzeri elbiseleri kadınlar, erkeklere benzemiş olacakları için giymemelidirler Erkekler de -varsa- kadınlara özel deri elbise- leri giymemelidirler Bu da ayrı bir konudur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KURŞUN DÖKMEK

Nazarla, büyüden ileri geldiği zannedilen hastalıklarla ruh rahatsızlıklarının giderilmesi için halk tabakasının baş vurduğu çarelerden birinin adı
Büyüye ve nazara uğramaktan ileri geldiği sanılan hastalıklar ve bunların sebepleri, cin ve perileri gücendirmekten ibaret telakki edilen dimağı, sinir ve ruh hastalıklarının giderilmesi için hekimin ve ilacın etkisi olmayacağı inancı, halk arasında öteden beri yerleşmiş olduğundan, bu tür hastalıkları tedâvî ettirmek maksadiyle kurşuncu hocayabaşvurmak ve kurşun döktürmek, her yörede uygulanan eski bir usuldür
Kurşun, bu işte denenmiş ocaklı ve izinli ihtiyar kadınlar tarafından dökülür Ocaklı demek, kurşun dökücünün daima bu işle uğraşmış bir aileye mensup olması, izinli demek de, bu aileden kendisinden önce kurşun dökücülük yapan kimseden kurşun dökmek için (destur, yani el) almış olmasıdır Ocaklı ve izinli olmayanlar kurşun dökücülük yapamayacakları gibi, yaptıkları farzedilse bile, bu gibilerin kurşun dökmesinden fayda umulmaz
Kurşun dökmenin kendine özgü bir yöntemi ve geleneği, bu hususta kullanılan bazı alet ve malzemeleri vardır Kurşun eritecek madeni çukur bir kepçe, su koymaya mahsus madeni geniş ve derince bir taş hastanın başına örtülecek kalınca bir peştamal, iki yüz elli-üçyüz gram ağırlığında kurşun külçesinden veya parçalarından ibarettir Bu malzemeyi bir sepet, bir torba, yahut çanta içinde kurşunu kadın beraberinde getirir ve işini bitirdikten sonra bunları toplar ve geri götürür
Kurşun şu şekilde dökülür: Külçe veya parçalar halindeki kurşun, madeni çukur kepçeye, kepçe de ateş üzerine konur, kurşun eridikten sonra hastanın başı ve vücudu peştamalla örtülür, madenî tasa su konur, kurşuncu kadın erimiş kurşunu havi kepçeyi sağ eline, su tasını sol eline alır Erimiş kurşun önce hastanın başı üzerinde su dolu tasa birdenbire dökülür Kurşun dökülürken dökücünün besmele çekmesi, "benim elim değil, Ayşe, Fatma Anamızın eli" demesi usuldendir Bundan sonra kurşun kepçede tekrar eritilir, bu defa hastanın göbeği üstünde tastaki suya dökülür Bu da bitince, bir daha eritilmiş kurşun hastanın ayakları üzerinde tasa dökülür Nihayet hastanın yattığı odanın sağ köşesiyle oda veya sokak kapısının eşiği üzerine de kurşun dökülmesi tekrar edilir Bu iş tamam olunca, kurşun dökülen tastaki sudan bir kaç yudum hastaya içirilir Aynı sudan hastanın alnına, bileklerine, avuçlarına ve ayaklarının altına sürülmesi de âdettir Bazı kurşuncu kadınlar kurşun döktükten sonra, hastayı üç defa oda kapısından atlattıkları görülmüştür En sonunda kurşun dökülen suya bir miktar ekmek doğranır Bu ekmek dört yol ağzında köpeklere verildiği gibi, tastaki su da cin ve perilere ikram için bir köşeye serpilir
Erimiş bir halde su tasına dökülen kurşun tasta ve su içinde sertleştikten sonra tekrar eritilmeden önce, kurşuncu kadın tarafından tetkik olunur Kurşun külçesi fazla kirli ise, nazarın veya büyünün şiddetine, yahut cin ve perilerin çok gücendirilmiş olduğuna hükmedilir Külçe üzerindeki kirlilikler, parlak ve temiz bir parçaya tesadüf edilirse, hastanın yüreğinin temiz olduğuna ve hastalığın çabuk geçeceğine inanılır
Kurşun dökücü kadına hizmetine karşılık para verilmesi lazımdır Şu kadar ki, bu paranın miktarı hastanın mâlî durumuna göre az veya çok olabilir Bazı hastalar için bir kere kurşun dökülmek kâfi görüldüğü halde, bazıları için bunun üç defa tekrarında fayda düşünülür Bu durumda her defası için kurşuncu kadına başka ücret verilmesi şarttır Kurşuncu kadınlar hastanın evinden ayrılırken "Allah şifa versin", "Allah bir daha göstermesin" tarzında dileklerde bulunurlar Hastanın ailesi de "Eksik olmayın", "Allah razı olsun" gibi sözlerle mukabele eder (Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 324-325)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KURŞUN DÖKMENIN DİNÎ HÜKMÜ:

Kurşun dökmek herşeyden evvel bid'attır Bid'at, Rasûlüllah (sas)den sonra ortaya konan, ister iyi, ister kötü, ibadet veya âdetle ilgili bütün davranış fiil ve eşyadır Bir çok âyet ve hadiste, dini tahripten korumak için bid'at yerilmiştir: "İşte düz olarak benim yolum budur, onu takip ediniz; (başka) yollara sapmayınız ki (o yollar) sizi Allah yolundan ayırır İşte size Allah bunu tavsiye ve emreder ki, çekinesiniz" (el-Enâm, 6/153; İbrahim eş-Şatibî, el-i'tisam, I, 37)
Büyük müfessir İbn Atiyye, bu âyetin tefsirinde der ki; "Burada sapılması yasak edilen yollar içine, yahudilik, hristiyanlık, mecusilik ve diğer dinlerle bütün bid'ât sahipleri ve şaz (cumhura muhalif) görüşlüler girmektedir Bunların hepsi, ayağın kaymasına ve itikadın bozulmasına sebep olan yollardır" (eş-Şevkânî, Fethü'l-Kadir, (tefsir) II, 169)
Bir başka âyette şöyle buyurmaktadır: "Yoksa Allah'ın izin vermediği bir dini onlara sunan ortaklar mı var?" (eş-Şûrâ, 42/21)
Bu âyet-i kerimede Allah, dini ve dini hükümleri ancak kendi vazedeceğini, başkasının, hak dine bir şey katmaya hakkı olmadığını ifade buyuruyor
Allah'ın Resûlu (sas), bir hutbeşinin sonunda şu sözleri söylemişlerdir: "Sözün en hayırlısı Allah'ın kitabıdır; yolun en hayırlısı Muhammed'in yoludur İşlerin kötüsü sonradan çıkanlardır (yani bid'atlardır) Her bid'at sapıklıktır" (Müslim, Mişkât I, 51)
Bir başka hadis de şöyledir: "Size Allah'tan korkmayı (takvayı), Habeşli bir köle de olsa Allah yolunda yürüdüğü müddetçe -başkanınıza- itaat edip sözünü dinlemeyi tavsiye ederim Çünkü içinizden benden sonra yaşayanlar çok ihtilaf (anlaşmazlık) görecekler Size benim sünnetim, ergin ve doğru yolda halifelerimin sünneti gereklidir Bunlara sımsıkı sarılınız ve hiç bırakmayınız Sonradan çıkan işlerden (bid'atlardan) kaçının dinde her sonradan ortaya çıkan bid'attır Her bid'at sapıklıktır" (Ahmed; Ebu Davud, Tirmizî; Mişkat, I , 58)
Bid'atlarla ilgili âyet ve Hadislerde tehdit, günahtan ve azaptan sakındırma gibi ifadeler geçmektedir Bütün bu ifadeler, bid'atin haram olduğunu gösterir Haram şeklinde meydana gelen günahın dereceleri vardır En küçüğünü bile işlemek -İslâm nazarında azabı gerektirir İslâm hukukunda, bidat için -dünyevî- ceza maddelerine de rastlanır Bunlar işlenen bid'atin, büyüklük küçüklüğüne, bid'ata başkalarını davet ve teşvikin bulunup bulunmamasına, bilerek veya bilmeyerek yapılmış olmasına göre değişiktir En büyüğü İslâm dini ile kişinin alâkasını kesendir Bu durum gerçekleşirse, sahibine verilen ceza "irtidad" cezasıdır Bundan sonra, dövmek, hapsetmek, sürgün, ilgi kesmek, evlenmemek gibi cezalar gelir Bid'at sahiplerinin şahitlikleri kabul edilmez Vâli, kadı, imam ve hatip tayin edilmez (Ali Mahfuz, el-İbda' fi Medarri'l-İbtida', 140)
Kurşun dökmenin bid'at ve hurafe olduğunda şüphe yoktur Her asılsız şey ile bid'at sapıklıktır Daha çok birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanmamak veya tedâvî etmek üzere başvurulan bir takım tedbirler vardır; nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir Bunlar tıb yönünden bir faydası olmadığı, üstelik batıl inançları devam ettirdiği için haram kılınmıştır (Ali Mahfuz el-İbda' fi Medarri'l-İbtida', 4Böl 423 vd) Peygamberimiz (sas) nazarlık kullanmayı yasaklamış, bu gibi şeyleri üzerinde taşıyan kimselerin bey'atlerini kabul etmemiştir (Nesaî, ez-Zineh, 17; İbn Mace, Tıb, 39)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KÜRTAJ (ÇOCUK ALDIRMA)
Soyut anlamda insanlık, çagdaş insanın elinde bir oyuncak olarak görülüyor Bir yönden genetik mühendisliği canlıların atomu sayılabilecek genleri parçalamayı ve genler arası ilişkileri araştırıp, daha mükemmel canlıların oluşması için uğraşırken, diğer yandan atom fiziği, on milyonlarca canlıyı bir anda yok edebilmenin bilimini yapıyor Bir yönde çeşitli doğum kontrol yöntemleri geliştirilerek, kürtaj kamulaştırılıp yaygınlaştırılarak, dünya nimetlerinin daha çok kimsenin paylaşmasına engel olunurken, diğer yönden, yine genetiğin bir zaferi sayılan "tüp bebek" endüstrisi kurulup, herhalde alışılanın dışında bir şey yapma merakını tatmin için, mevcut nüfusa yenilerinin katılmasına çalışılıyor Işin sadece bir yönünü oluşturan bu çelişkiler içerisinde; insanda ister istemez, yapılanların insancıl duygularla yapılmış olamayacağı kanaati oluşuyor Çocuğu olmayan anne babaya, belki de çok normal dışı yollarla bir çocuk kazandırma saadetini (!) elde etmek için çırpınan tıp, rahimlerin "elverişli ortamında istikrar" (23/13) içinde yaşayan nice masumları, daha hayata gözlerini açmadan vahşice parçalıyor: Her ikisinde de sebep aynı: Şu anda var olanlar daha mesud, daha müreffeh yaşasınlar
Işin bir yönü bu Buna benzer bir diğer yönü daha var Açlık korkusu Allah'ın "Rezzâk" olduğuna inanmamak, ya da Allah'a hiç inanamamak Sonuçta da bir düşünce bozukluğuna düşüp, tekniğin geometrik gelişimine karşılık, matematiksel hesaplar yapmak Dünyanın en güçsüz varlığı olarak doğan bebege doğumuyla beraber, dünyanın en değerli gıdasını gönderen, dünyânın en aptal varlığı olan elma kurduna, meyvenin özünü yediren gücün nüfusun ve tekniğin artışına paralel gıda maddelerini de çogaltacağına inanamamak Bir zamanlar Türkiye topraklarının ancak kırk milyon insanı besleyebileceğine inanılıyordu Şimdi yüz milyon deniyor Yüz milyona çıkınca eminim ki; beşyüz milyon denecek Bu da ikinci nokta Bir üçüncüsünden daha söz edelim:
Dr RT Ravenholt, özellikle üçüncü dünyadaki nüfûs, artışıyla ilgili olarak,1977'de Amerika'da "Ileri Doğurganlık" adı altında, dokuz yıllık bir süre içinde tüm üçüncü dünya ülkeleri kadınlarının dörtte birini kısırlaştırmayı amaçlayan bir program teklifi getirdi Dr Ravenholt şöyle diyordu: "Eğer bu ülkelerin ekonomik ve sosyal gelişmesine yardımcı olmazsak, dünya ABD'nin güçlü ticari varlığına isyan edecektir Kişisel çıkar, zorunlu bir unsurdur: Eğer nüfus kontrolsüz artarsa, bu, dışarıda ardından devrim gelen birçok zorluklara yol açacaktır Ve devrimler de, genellikle ABD'nin çıkarlarına aykırıdır" (Germaine Greer, Nufus Planlaması ve Çöken Aile, Zaman 5688) Bu ifadeler; düşünebilenler için oldukça açıktır Bunları kitabında nakleden bir başka batılı G Greer arkasından şöyle diyor: "Aslında bizim (batı) dünya nüfusu patlamasına karşı duyduğumuz korku, onların bizim kültürümüzü tehdit edeceğinden ve bizim, dünyada en büyük , en zengin, en aç gözlü ve en çok sayıda bir grup olarak devam etmemizi engelleyeceğinden duyduğumuz endişeye dayanıyor Aslında biz doğurgan ve üretken grupların merhâmetine kalmış durumdayız" Işte genel olarak doğum kontrolü, özel olarak da kürtaj propagandasının altında yatan en önemli gerçek bu olsa gerektir Halbuki, batı, bizdeki âletleriyle bize doğum kontrolünü teşvik ederken kendisi bu sıralar nüfus artışını teşvik çareleri aramaktadır,
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KÜRTAJIN DÎNÎ HÜKMÜ:
Konunun iyi anlaşılması için gerekli olan bu noktalara işaret ettikten sonra, fıkhî açıdan kürtaja baktığımızda önce şunu söylemeliyiz: Islâm fıtrat dinidir ve fıtrata yani doğru (tabiî) ve normal olana aykırı olan her şey Islâma da aykırıdır, yani mahzurludur: Mahzuru, aykırılık gücüne göre değişir Az aykırı olan "mekruh", biraz daha çoğu "tahrimen mekruh", çok aykırı olan da "haram" olur Bu konuda fitrî olan, kadınla erkeğin bir araya gelmesi, cinsel birleşmeleri, sonuçta da çocuğun dünyaya gelmesidir Ancâk her kuralın olduğu gibi, bunun da istisnaları olabilir Yani Islâm fıkhının bu konudaki genel kaidesi: "Fıtrata ve tabiîliğe müdahale edilemeyeceği" esasıdır Ancak genel bir kural, bütün fertlerine temsil edilemez ve şahıslara, özel durumlarına göre fetvâ verilir Yani genel geçer kural ayrıdır, fetvâ ayrıdır Fetvâ kişiye, yere ve zamana göre değişir Buna göre, Islâm fıkhında "çocuk aldırma" ya da "kürtaj" denen olaya fert düzeyinde bazı hallerde ve belli bir zamana kadar fetvâ verildiğini söyleyerek konuyu şöylece özetleyebiliriz: ·
Konu hakında Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîsle açıklık (ibare) yoktur Ancak bazı âyet-i kerime ve hadîs-i serîflerde işaretler bulâbiliriz Meselâ: Hac 5 ile, Mü'minûn 12-15 âyetleri hemen hemen aynı noktaya işaret ederler Biz önce Mü'minûn 12-15 âyetlerinin meâlini verelim, sonra bazı noktalara temas edelim: "Andolsun ki,biz insanı süzülmüş, özlü balçıktan yârattık Sonra onu "nutfe (menî, sprem) olarak muhkem bir karargâha (rahme) koyduk: Sonra nutfeyi (yapışkan) bir kan pıhtısı haline getirdik Ardından kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, bu çiğnemi kemiklere çevirdik,kemiklere de et giydirdik Sonra da onu başka bir varlık yaptık
Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir Sonra siz bunun ardından elbette öleceksiniz"
Bunları açıklar mahiyetteki bir iki hadîs-i şerîfin meali de şöyledir: 1- "Sizden her biriniz kırk gün annesinin karnında tutulur Sonra bir o kadar da orada yapışkan pıhtı olur Sonra bir o kadar da orada bir çiğnem et halinde bulunur Sonra da melek gönderilir ve ona ruh üfler" (Müslim, Kader 1) 2- "nutfe (menî parçası, sperm)nin üzerinden kırkıki gece geçince Allah ona bir melek gönderir O da onu şekillendirir, kulağını, gözünü, cildini, etini ve kemiklerini yapar Sonra da, ey Rabbim, erkek mi olacak dişi mi" (Müslim, Kader 3) der Birinci hadîs âyetlerin tam açıklaması gibidir Buna, yani âyete ve hadise göre:
1- Döllenen menî rahimde kırk gün, irtibatsız olarak kalır
2- Sonra bir pıhtı olarak rahimle irtibat kurar (alaka) Bu süre de kırk gün kadardır
3- Sonra bu yapışkan pıhtı (alaka) bir et parçası halini alır, kemikleri belirir, et oluşur Bu devre üçüncü kırk günün sonuna kadardır
4- Sonra ilk üçünden farklı bir yaratık, ya da yaratış ortaya çıkar Bu, cenîne ruhun üflendiği safhadır (Taberî XVNI/9) Bir başka deyişle canlanmasıdır Insan, ya ruhla cesedin bütünüdür ki; genel kabul gören görüş budur; ya da sadece ruhtur (Râzî XXlll/85) Bundan; ceninin üçüncü devre sonundan yani 120 günden önce insan olmadığı anlaşılır Insan oluş, bu noktadan itibaren başlar (Taberi XVN/11) Hem diğer bir yaratış, hem de, ruhun üflenmesi bunu gösterir
5- Onbeşinci âyetin işaretiyle, ölüm ancak bu dönemden sonra olabilir Bu da daha önceki üç dönemde (120 gün) ceninin ölüme elverişli, yani canlı olmadığını gösterir
6- Devreler arasının "sümme" (sonra) kelimesi ile açılması; devrelerin birbirinden tam anlamıyla farklı olduklarını (Ebu'ssu'ûd VI/126), birbirinden diğerine geçişin bir dönüşüm (tahavvül) olduğunu gösterir (Râzî XXNI/84) Bu da beşinci maddede anlatılan gerçege işâret eder
Ruhun yüzyirmi günde üflendiği konusunda ittifak , bulunduğu,için ikinci hadîs; "ceninin kırk günde şekillenmesi değil, bunun melek tarafından yazılması" şeklinde anlaşılmıştır (Dâvûdoğlu X/626)
Işte bütün bunlardan, ötürü, Hz Ali (ra), bu yedi devre geçip ruh üflenmedikçe cenine müdahalenin "ve'd" (çocuğu diri diri gömme, yani öldürme) olmayacağını söyler (Ibnü'I-Cevzi, Zâdü'I-Mesir V/462) Imâm Ebû Hânîfe de bunu delil tutarak; meselâ birisinin yumurta çalması ve yumurtadan onun yanında civciv çıkması halinde, başka başka varlıklar olduğu (halk-ı âher) için, civcivi değil yumurtayı tazmin eder, demiştir (ZaMahşerî NI/27-28) Bütün bu temel gerçeklerden ötürü tüm Islâm fıkıhçıları, döllenmenin üzerinden yüzyirmi gün geçtikten sonra ve de zaruret yokken çocuk aldırmanın (kürtajın) haram olduğunda ittifak etmişlerdir Yüzyirmi günden, yani canlandıktan sonra çocuğunu aldıran ya da ilaçla, vurma ile vs düşüren kadın hem bir cana kıyıp cânı olduğundan ötürü günahkârdır, öbür dünyada bunun cezasını çekecektir, hem de dünyada çocuğun Babasına, canlı düşüp sonra ölmüşse, bir tam diyet (kan bedeli), organları belirli olup ölü olarak düşmüşse, bir "gurra" ödemek zorundadır Birinci halde ayrıca bir de keffaret tutmalıdır (Diyet; yüz deve, veya bin dinar altın, veya on ,ya da on iki bin dirhem gümüş, yani yaklaşık olarak şu anda (1989) elli milyon (50000000: ) TL Gurra ise, duruma göre bir diyetin yirmide ya da onda biridir) Organların bir kısmının belirmiş olması durumu da aynıdır Ancak yüzyirmi günden (dört aydan) önce çocuk aldırmanın, ya da ilâç vs ile düşürmenin câiz olduğunu söyleyenler vardır ) Bazıları ise sadece kırk güne kadar câiz olduğunu söylemişlerdir (Hindiyye V/356; Bezzâziyye VI/370 (Hindiyye kenarında)) Bazıları da döllenme olduktan sonra, bir özür olmaksızın bunun hiç câiz olmayacağın söylemişlerdir Hiç câiz olamayacağını söyleyenler hacda ihramlı bir hacı adayının, bir kuş yumurtasını kırmasının av yasağına tecavüz sayıldığını ve bundan ötürü ceza vermesi gerektiğini delil gösterirler (Bk Kâdihan NI/410 (Hindiyye kenarında) Ancak; yumurta ceninin birinci değil, ikinci kırk gününe benzer Yumurtanın birinci kırk güne tekabûl eden devresi, kuşun karnında olduğu dönemidir, diyerek bunu itiraz edebilir O takdirde böyle diyenlere göre de kırk güne kadar düşürme ya da aldırma câiz olmalıdır) Yani yumurtayı kırma, cana tecavüz sayılmış ve (ihramlıya mahsus olmak üzere) cezayı gerektirmiştir Öyleyse yumurta durumundaki cenine (embriyona) müdahale de câiz olmamalıdır, derler
Bütün bunlardan (Hanefi mezhebi için) şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Meni, ana rahmine yerleştikten sonra, ona müdahale fıtrata uygun düşmediği için hoş değildir, anormaldir Bu anormallik (mekruhluk da diyebiliriz) kırk güne kadar az, kırk günden yüzyirmi güne kadar biraz daha fazladır, ama haram değildir (Birinciye tenzihen, ikinciye tahrimen mekruh da diyebiliriz) Ama yüzyirmi günden sonra, özürsüz olarak yapılan müdahale kesinlikle haramdır ve bir cana kıyma demektir Bu konuda kırk güne, bazılarına göre de yüzyirmi güne kadar işin hafif tutulması, hattâ bazı fıkıhçılarca mutlak câizdir, denmesi sanki zayıf iradeli ve dünya zevkine ve rahatına düşkün insanlar için verilmiş bir ruhsattır Yoksa onlar da bunun evlâ olduğunu söylemiyorlar
Ancak işin bir diğer önemli yönü daha vardır: Kırk, ya da yüzyirmi güne kadar kürtajın dinen mahzurlu olmadığını söyleyenlerin görüşü kabul edilse dahî, mazeret olmadan bir kadının avretini başka erkeklere hattâ kadınlara göstermesinin haram olduğu naslarla sabit bir gerçektir; dolayısıyla bu konudâ ittifak vardır Yani, şu anda hamile kalmış ve çocuk istemeyen kadının önüne iki yol çıkar : a-Ya bir doktorun, ebenin vs tıbbî müdahelesini istemek (kürtaj), b- Ya da çeşitli ilkel metodlar yahut ilaç yardımıyla bunu kendisinin veya kocanın yapması Birinci yola girmesi halinde avretini, zaruret olmaksızın (zaruret yani bir özür var ise mesele yok)açmakla bir haram işleyecektir ki, bu yine ittifakla câiz değildir Ikinci yola girmekle, tıbbın tesbitlerine göre çok büyük bir ihtimalle sağlığını tehlikeye atacak ve bundan, öncelikle anne zarar görecektir
Başarılamaması halinde de sakat ve yetenekleri körelmis çocukların doğmasına sebep olacak; böylece hem ömür boyu vicdân azabı çekilecek; hem de aile ve toplum olarak maddi, manevi zararlar görülecektir Adil tıbbi İslamın hakem kabul ettiğini ve onun mahzurlu dediğine mahzurlu dediği düşünürsek, bu uygulamanın da en azından mekruh olduğu anlaşılır
Dolayısıyla tabiî sonuç olarak yine, mazeret olmadan cenini aldırmanın ya da düşürmenin en azından mekruh olduğunu söyleyenlerin görüşüne gelmiş oluyoruz Öyleyse bu mazeretler nelerdir? Yani hangi sebeplerle; hamile kalan bir kadın, bir kadın doktora, hamileliğinden itibaren kırk, ya da işi en geniş tutanlarca yüzyirmi gün içerisinde kürtaj yaptırabilir? Hanefiler, bu özürlerin şunlar olduğunu söyler:
1- Emzirmekte olduğu çocuğun sütüne zarar vermesi ve babanın bir süt anne bulacak güçte de olmaması (Kâdihan NI/428)
2- Ortamın bozuk olup, Islâmî terbiyenin mümkün olmaması (Hindiyye Cevâhiru'I-ahlatî adlı kitaba atfen şu hükmü verir: "Saç, tırnak ve benzeri organları belirdikten sonra çocuk düşürmek için ilâç kullanmak câiz değildir Organları belli değilse câizdir Ama zamanımızda her halûkârda câizdir ve fetvâ da buna göredir Devamla "organların belli olması ise ancak yüzyirmi günden sonra olur" denir ki, bundan ruhun üflenmesi kastedilmiş olmalıdır Yoksa, organların bu dönemden önce de belirecegi müşahede ile sabittir (bk Fethu'I-Kadîr N/495'den Mevsû'atü'I-fıkhu'I-Islâmi NI/159))
3- Kadın hastâ olup, âdil tıp tarafından hamileliği sebebiyle hastalığının artacağını, ya da olmayan bir hastalık ortaya çıkacağının söylenmesi
Görüldüğü gibi fakirlik ve rızık meselesi bu konuda doğrudan bir sebep olarak kabul edilmemiştir Çünkü, bu Allah'ın (cc) her canlının rızkını vereceği, yani O'nun "Rezzâk" olduğu inancına zıttır Ancak fakirliğin sebep olacağı ahlakî bozuklukları da sebep görenler vardır
Diğer Mezheplerde Durum:
En ihtiyatli, ya da doğruya en yakın görüşü, -eğer telfik anlamı içermiyorsa- bazan, diğer mezheplerin görüşlerini öğrenmekle daha rahat anlayabiliriz Onun için:
Mâlikîlerde, döllenme olduktan sonra, kırk günden önce de olsa cenini aldırma ya da düşürme câiz değildir (Şerhu'd-Dırdîr alâ-metni Halîl (Dusûki hâsiyesi ile birlikte), Mısır 1345; N/266)
Şâfiîler ve özellikle Gazalî de aynı görüştedir Ancak mahzur ilk kırk gün içinde az, ikinci de daha fazla üçüncü, de harama yakın; daha sonra ise ittifakla haramdır (Gazalî, ihyâ N/53)
Hanbelîlerde, sadece ilk kırk günde helâl bir yöntemle nutfeyi düşürmek câizdir (er-Ravdu'I-murbi' N/316 el-Matba'atû's-selefiyye 1380: 68) Ancak mutemed görüşe göre, bu konuda bu mezhebin görüşü de Hanefiler gibidir; döllenmeden itibaren 120 gün içinde, yani ruh üflenmeden önce cenini düşürmek câizdir Ondan sonra kesinlikle haramdır (el-Merdâvî, el-insaf I/386; ibn Kudâme, el-Mugnî VN/816; el-Zuhaylî, el-Fıkhu'I-islâmî NI/232 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KÜSUF VE HUSÛF NAMAZI

(KSF) Kökünden "küsûf" ve (HSF) kökünden "husûf" sözlükte; güneş ve ay tutulmasını ifade eden iki mastar Küsûf; daha çok güneş tutulması, husûf ise, ay tutulması için kullanılır Küsûf, astronomi ilmi bakımından; güneş ışıklarının tamamının veya bir bölümünün, gündüz, güneşle dünya arasına ay'ın gölgeşinin girmesiyle dünyanın belli bir yöresine ulaşamamasıdır Husûf ise, geceleyin ay ışığının tamamının veya bir bölümünün, dünyanın gölgeşinin güneşle ay arasına girmesi yüzünden dünyaya ulaşamamasından ibarettir Bu iki terim, birbirinin yerine de kullanılabildiği için, bunlara "iki küsûf" veya "iki husûf" da denilmiştir
Küsûf ve husûf namazı İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre müekked sünnettir Yalnız Hanefî ve Mâlikîler husûf namazım mendûb görürler Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Gece, gündüz güneş ve ay, O'nun varlığını gösteren âyetlerdendir Güneşe veya ay'a secde etmeyiniz Bütün bunları yoktan var eden Allah'a secde ediniz" (Fussilet, 41/37) Bu âyet-i kerîme, ay ve güneş tutulması sırasında, bunları yaratan Allah için namaz kılmaya işaret etmektedir
Hz Peygamber, (sas) oğlu İbrahim vefat ettiği zaman üzülmüştü Aynı günde güneşin tutulması üzerine bazı insanların, güneşin de Hz Muhammed'in üzüntüsüne ortak olduğunu öne sürmesi üzerine, Allâh'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz güneş ve ay, Allâh'ın âyetlerinden iki âyettir Herhangi bir kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, tutulma sona erinceye kadar namaz kılınız ve dua ediniz" (Buhârî, Küsûf, 1,3,8,13,15,17; Müslim, Kusûf, 10; Ahmed b Hanbel, IV, 249, 253; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, III, 326)
Küsûf namazı, mukîm veya misafir olsun, beş vakit namazla yükümlü olan erkek ve kadınlar için meşrûdur Çünkü küsûf ve husûf namazında Rasûlüllah (sas)'in uygulaması böyle olmuştur Bu namaz ezan ve kametsiz kılınır Bir münâdî sadece "essalâtü câmia= namaz toplayıcıdır" diye seslenir (eş-Şevkânî, age, III, 325) Cemaatle veya tek tek, gizli veya açık okunarak, hutbeli veya hutbesiz kılınması mümkün ve caizdir Ancak bu namazın mescidde ve cemaatle kılınması daha fazîletlidir
Deprem, fırtına, yıldırım düşmesi, şiddetli yağmur, dolu, kar ve salgın hastalık gibi felâket zamanlarında, cemaatsiz olarak, diğer namazlar gibi iki rek'at namaz kılmak mendub'tur Burada küsûf namazına kıyas yapılmıştır (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, II, 234, 235)
Hanefilere göre küsûf namazı, bayram, cum'a ve nâfile namazlar gibi iki rek'attan ibarettir Ezansız, kametsiz, hutbesiz kılınır ve her rek'at; bir rükû ve iki secdeli olur Delil, Ebû Davud'un naklettiği şu hadistir: "Rasûlüllah (sas) iki rek'at namaz kıldı ve rek'atlarda ayakta duruşları (kıyamı) uzun yaptı Sonra geri döndü, güneş açılınca da şöyle buyurdu: "Bunlar, Allah'ın kendisiyle kullarını korkuttuğu belgelerdir Bu gibi mucizeleri gördüğünüz zaman, farz namazlardan en yeni kıldığınız namaz gibi namaz kılınız" (Buhârî, Küsuf, 6, 14; Müslim, Küsûf, 21, 24; Ebû Dâvud, İstiskâ, 3, 4)
Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, küsûf namazı iki rek'at olup, her rek'atte iki kıyâm, iki kırâat, iki rükû ve iki secde bulunur Sünnet olan okuyuş şöyledir: İlk kıyamda Fatiha'dan sonra, Bakara sûresi veya ona denk bir sûre, ikinci kıyamda Fatiha'dan sonra, bundan daha az, üçüncü kıyamda Fatiha'dan sonra, daha da az, dördüncü kıyamda yine Fatiha'dan sonra, bir öncekinden daha az miktarda Kur'ân okunur Kıyamda ilk okuyuştan sonra rukûya varılır, sonra doğrulur ve ikinci okuyuşu yapar, sonra yine rukûya varılır ve secdeye gidilir İlk rukûda yaklaşık yüz, ikincide seksen, üçüncüde yetmiş ve dördüncüde elli âyet okuyacak kadar "Sübhanallah= Allâh'ım seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim" der (Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, 1405/1985, II, 399) Çoğunluğun bir rek'atta iki rüku için dayandığı delil şu hadistir Abdullah b Amr şöyle demiştir: Hz Peygamber (sas) zamanında güneş tutulduğunda "namaz toplayıcıdır" diye nidâ olundu Rasûlüllah (sas) bir secdede iki rükû yaptı, sonra ayağa kalktı, tekrar bir secdede iki rükû yaptı Sonra güneş açıldı Hz Aişe şöyle dedi: Bu namazın rükûundan daha uzun hiç rükû yapmadım Secdesinden, daha uzun hiç bir secde de yapmadım" (eş-Şevkânî, age, III, 325)
Ebû Hanîfe'ye göre, imam, küsûf namazında okuyuşu gizli yapar İbn Abbas şöyle demiştir: "Rasûlüllah (sas) ile küsûf namazı kıldım O'nun kıraatinden bir harf bile işitmedim" (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, II, 232) Husûf namazı ise, münferid olarak ve gizli okuyuşla kılınır İmam Muhammed ve Ebû Yusuf'a göre ise İmam Küsûf namazında sesli okur Çünkü Hz Âişe, Rasûlüllah (sas)'in böyle bir namazda sesli okuduğunu söylemiştir (eş-Şevkânî, age, III, 331; Zeylaî, age, II, 232; bk İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadir, 432-436; el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi: I, 281-282, Meydânî, el-Lübâb, I, 121)
Hanefi ve Hanbelîlere göre, küsûf namazı için hutbe yoktur Çünkü Hz Peygamber hutbeyi değil, yalnız namazı emretmiştir O'nun namazdan sonra hutbe irad etmesi, hükmü bildirmek içindir O'nun bir küsûf namazından sonra yaptığı bir konuşma şöyledir: "Şüphesiz güneş ve ay Allah'ın mucizelerinden bir mucizedir Bir kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar Bunu görünce Allah'a dua edin, namaz kılın ve sadaka verin Şüphesiz şu makamımda size söz verilen her şeyi gördüm Beni öne geçer gördüğünüzde ben de kendimi Cennet'ten bir salkım almayı arzu eder görüyordum Beni biraz geri çekilirken gördüğünüzde ben Cehennem'in bir kısmının diğer tarafını yediğini görüyordum " (Müslim, Kusuf, 3901; Mâlik, Muvatta', I, 186; Beyhakî, III, 323, 324; Şevkânî, age, III, 325) Hadîsin başka bir rivayeti şöyledir:
"Cehennemi gördüm Bugünkünden daha korkunç bir manzarayı hiç görmemiştim Cehennemliklerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm" Bir sahabenin, bunun sebebini sorması üzerine, de şöyle buyurdu: "Onlar kocalarına nankörlük ediyorlar Hatta sen onlardan birine bütün ömür boyu iyilik yapsan, sonra sende küçük bir kötülük görse, şimdiye kadar senden zaten hiç iyilik görmedim, der" (Buhârı, İbn Abbas'tan, II, 28; Mâlik, Muvatta', I, 186; İbn Huzeyme, 1379; Beyhakî, III, 321)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KUTUPLARDA NAMAZ VAKİLERİ:

Bu konuda iki görüş vardır a Vakit, namazın bir şartı olduğu gibi, farz olmasının da sebebidir Bu yüzden bir yerde, namaz vakitlerinden bir veya ikisi gerçekleşmezse, o vakitlere ait namazlar, o yer halkına farz olmamış olur
Meselâ, bazı yerlerde, yılın bir mevsiminde daha akşam namazının vakti çıkmadan sabahın ikinci fecri doğarak sabah namazının vakti girmektedir Artık bu gibi yerlerde yatsı namazı düşmüş olur Bu konuda, abdest organlarından bir veya ikisini kaybeden kimsenin bu organları yıkama yükümlülüğünün düşmesine kıyas yapılarak namazın da düşeceğine fetva verilmiştir
b Araştırmacı bazı fakihlere göre, bu gibi yerlerdeki müslümanlar da beş vakit namazla yükümlüdürler Bulundukları yerde bu namazlardan herhangi birinin vakti gerçekleşmezse, o namazı kaza olarak kılarlar veya o beldeye en yakın olup, beş vakit namazların vakitleri tam olarak gerçekleşen beldenin vakitlerine göre, takdir ederek namazları edaya çalışırlar Her ne kadar vakit, namazın bir şartı ve bir sebebi ise de, namazın asıl sebebi Allah'ın emri oluşudur Bu yüzden bütün müslümanlar, bu beş vakit namazı kılmakla yükümlüdürler
Imam Şâfiî'nin görüşü de bu şekilde olup, ihtiyata uygun olan da budur
Güneşin uzun süre doğmadığı veya batmadığı kutup bölgeleri ve yakınlarında da yukarıdaki esaslara göre amel edilir Bu gibi yerlerde yaşayan müslümanların, oruç ve zekâtları konusunda da bu şekilde bir takdir uygun düşer (Iki namazı bir vakitte kılmak için bk "Cem'i Takdim ve Cem'i Tehir" bölümü)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KUYU, KUYULAR

İslâm fıkhında kuyu denilince kuyu sularının temizliği ve bu suların hükmü akla gelir Dolayısıyle bir kuyu daima akan bir su üzerinde olmadıkça veya kuyunun su kaynağı oldukça bol olup, devamlı akan bir ayağı olmadıkça "küçük su" hükmüne tabidir
Buradan hareketle bir kuyunun, içine düşen deve, koyun, keçi, at, katır, merkep, sığır, manda tersleriyle -az miktarda olmak şartıyla- pis olamayacağı hükmünü çıkarabiliriz Bu terslerin kuru ve yaş olmasıyla, kırık veya sağlam olması arasında fark yoktur İslam hukukçularının tercih edilen görüşü budur Çünkü tarla, bahçe ve benzeri düz yerlerde bulunan kuyuları, bu tür artıklardan korumak oldukça güçtür Fakat kuyudan çekilen her kovada bu terslerden en az bir iki tanesi tesadüf edecek kadar çok ise, o kuyunun suyu "pis" hükmündedir ve temizlenmedikçe kullanılamaz Bazı fakihler bu hükmü sadece şehir yerleşim alanları dışındaki kuyulara mahsus kılmışlardır Söz konusu hükmün zarurete binaen verildiğini nazar-ı dikkate alarak, sahraya yapılan kuyuların da, zamanımızın teknik imkanlarını kullanarak ağızlarının betonlanması veya uygun şekilde kapatılmasını temin etmek en emin yoldur
Güvercin, serçe gibi eti yenen kuşların tersleri kuyulardaki suları bozmadığı gibi, eti yenmeyen kuşların tersleri de bu suları bozmaz Fakat tavuk, kaz ve ördek tersleri "büyük necaset" hükmünde olduğundan, içine düştükleri kuyunun suyunu bozar ve suyu tamamen çekilip temizlenmedikçe o kuyu şer'an pis sayılır
Kuyuya düşen bu tür artıkların yanında, bir de insan veya herhangi bir hayvanın düşmesi durumunda karşımıza çıkan hükümler vardır Böyle bir kuyunun suyu, içine düşen insan veya hayvan'a göre şu şekilde işlem yapılarak dinen temizlenmeye çalışılır
Kuyuya düşen insan veya eti yenen koyun, deve gibi bir hayvan, daha ölmeden çıkarılırsa kuyunun suyu bozulmuş olmaz, yani pis sayılmaz Ama bu sayılan şeylerin üzerinde necaset kabul edilen artıklar varsa, o taktirde söz konusu kuyunun suyu pislenmiş olur Aynı şekilde katır, merkep, yırtıcı kuşlar, köpekler, kurtlar, kapları gibi yırtıcı hayvanlar da düştükleri kuyudan diri olarak çıkarılabildiklerinde, kuyunun suyunu pisletmiş olmazlar
Buna karşılık bir kuyuya fare, serçe veya bu büyüklükte bir hayvan düşüp ölse ve henüz şişip dağılmadan bu hayvan kuyudan çıkarılsa, söz konusu kuyudan yirmi kova su çekmek gerekir Otuz kova çekmek ise müstehabtır Dolayısıyle bu kuyudan bu miktarda su çekilmedikçe, suyunu kullanmak caiz değildir Bu sudan ne içilebilir, ne de abdest alınabilir Ayrıca temizlik için bile kullanılamaz
Kuyunun içine düşen hayvan, kedi, tavuk veya güvercin kadar olur ve kuyunun içinde ölür, fakat şişmeden çıkarılırsa, bu durumda o kuyudan da kırk kova su çıkarmak gerekir Bu miktarı 50 60 kovaya kadar çıkarmak ise müstehaptır
Öbür taraftan bir kuyunun içine bir damla kan, şarap veya idrar gibi sıvı necaset damlasa, domuz düşse, koyun keçi büyüklüğünde bir hayvan düşüp ölse; serçe veya fare büyüklüğünde hayvan düşüp öldükten sonra şişerek dağılsa, o kuyu, suyu tamamen boşaltılmadıkça temiz sayılmaz Fakat kuyunun kaynağı bol olup, devamlı su çıktığı için suyunu tamamen boşaltmak mümkün olmazsa, bu kuyudan iki yüz kova su çıkarmak farz, üç yüz kova çıkarmak ise müstehaptır İhtiyata en uygun olanı ise, kuyunun hacmi hesaplanarak, o hacimde su çıkarmaktır
Kediden kaçan bir fare veya kurttan kaçan kuzu ölmeden kuyuya düşse, bu kuyunun suyu da tamamen boşaltılmalıdır Zira bu durumdaki bir hayvanın, korkusundan, suya idrarını kaçırması kuvvetle muhtemeldir
Bir kuyuda lâşeden başka bir necaset görülse ve ne zaman buraya düştüğü bilinmese; o kuyunun suyu, bu necasetin görüldüğü vakitten itibaren pis sayılır Artık o su temizlikte kullanılamaz Fakat kedi, fare gibi bir hayvanın ne zaman kuyuya düştüğü bilinirse, kuyunun suyu o vakitten itibaren pis sayılır Fakat kuyudan çıkarılan lâşenin kuyuya ne zaman düştüğü bilinmezse, söz konusu kuyu, lâşe şişerek dağılmış tüyleri dökülmüş ise üç gün üç geceden itibaren; hayvan ölmüş" fakat lâşesi dağılmamış iset bir gün bir geceden itibaren murdar (pis) sayılır Dolayısıyle de bu müddet içinde kılman namazların kaza edilmesi, alınan gusül abdestinin yenilenmesi, necaset bulaşmış ve bu kuyunun suyu ile yıkanmış çamaşırların tekrar yıkanması gerekir Necâset bulaşmamış çamaşırların tekrar yıkanması gerekmez
Öbür taraftan çekirge, kurbağa, sinek, akrep gibi akıcı kanı bulunmayan hayvanın kuyuda ölmesi, kuyuyu murdar etmez Bu sudan abdest alınabilir
Bir kuyu ile tuvalet arası, necasetin eseri olan renk koku ve tattan biri kuyunun suyuna nüfuz etmeyecek derecede uzak olursa, o kuyunun suyu pis olmuş olmaz Fakat bunlardan biri suya nüfuz ederse, kuyu pis sayılır (el-Mevsilî, el-İhtiyar li Ta'lili'l-Muhtar, İstanbul 1980, l, 17-18; el-Merginanî, el-Hidaye, İstanbul, ty, I, 12-14: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul ty s 53-55) Böyle durumlarda kuyunun suyunun tahlilini yaptırarak, ondan sonra kullanılması insan sağlığı için çok önemlidir
Bütün bu hükümler İslâm'ın temizliğe verdiği değerin birer işaretidir Kalp ve ruh temizliği kadar, beden ve çevre temizliğine de gereken önemin verilmesi İslâm'ın en büyük nimetlerindendir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
LAFIZ
Kur'ân-ı Kerîm'de lafzın sözlük anlamı şöyle ifade edilir: "Hatırla ki insanın hem sağlında, hem solunda oturan onun amellerini tesbit etmekte olan iki de melek vardır O bir söz atmaya dursun, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır" (Kâf, 50/17-18)
Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarma metotları ikiye ayrılır 1 Mânevî metotlar: Bunlar kıyas, istihsan, maslahat ve zerâyi gibi sözlük niteliğinde olmayan delillerden hüküm çıkarma yollarıdır 2 Lafzi metotlar Âyet ve hadislerin lafızlarını, bunların delâlet ettiği umum, husus, mutlak, mukayyed, emir, nehiy gibi özelliklerini, lafızlardan anlaşılan şey, ibare ile midir, yoksa işaret yoluyla mıdır? Bütün bunlar lafzî hüküm çıkarma metotlarının esasını teşkil eder Usûl bilginleri bu metotları "Lafza ilişkin Konular" başlığı altında incelemişlerdir
Islâmî nasslar arapça olduğu için, âyet ve Hadislerden hüküm çıkarabilmek için, Arapçayı incelikleriyle bilmek gerekir Bu, Kur'an ve sünneti sözlük bakımından anlamayı sağlar Ancak Hz Peygamber'in, Kur'an hükümlerini açıklamak için koymuş olduğu usûl ve nassların hükümlerini açıklayan Sünnet'in toplamını bilmek de, Kur'an lafızlarını şeriat çerçevesinde anlaşılır hale getirir
Bu metot mantık ilminde de başvurulan bir yoldur Nitekim Aristo, mantık ilmini tedvin ederken burhan ve şekillerine, burhanın doğru olması için lafızları tesbite önem vermiştir Tasavvur, tasdik, tarif, had ve burhanın anlamı üzerinde durmuş, sonra kıyas ve şekillerini ele almıştır ki, bütün bunlar lafza ilişkin metotlardır Çünkü maksatları tesbit, daima lafızları ve bunların delâlet sınırlarını tayıne bağlıdır
Islâm hukuk usûlünün üzerinde durduğu lafza ilişkin kurallar, şu dört hususa yönelir:

1 Açıklık ve maksada delâlet kuvveti bakımından lafızlar, açık ve kapalı olmak üzere ikiye ayrılır
Anlamı açık lafızlar; açık anlamlıdan en açık anlamlısına doğru zâhir, nass, müfesser ve muhkem çeşitlerine ayrılır Zâhir, delâlet kuvveti bakımından en aşağı derecede olup, manasının anlaşılması için, dış bir karîneye ihtiyaç duyurmayacak şekilde bu mânaya açık olarak delâlet eden, fakat te'vil ve tahsis ihtimalıne açık bulunan ve kendisinden çıkarılan hüküm, sevk sebebi olmayan lafızlardır "Allah alış-verişi helâl, ribayı ise haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) âyetinin sevk sebebi faizle, alış-veriş arasında fark bulunduğunu belirtmektir Yoksa, alış-verişin hükmünü bildirmek değildir Çünkü alış-verişle ilgili hükümleri belirleyen başka âyet ve hadisler vardır
Nass; anlamı açık olarak anlaşılan,kendisinden çıkarılan hüküm, sözün asıl sevk sebebini teşkil eden, bununla birlikte te'vil ve tahsis ihtimalıne de açık bulunan lâfızdır Yukarıdaki âyette, alış-verişle ribanın farklı muameleler olduğunun bildirilmesi ve âyetin sevk sebebinin bu olması lâfzın nass oluşunun niteliklerindendir
Müfesser; hükme açık bir şekilde delâlet eden, te'vil ve tahsis ihtimalıne kapalı bulunan lafızdır Namaz, oruç, hac gibi mücmel lafızlar ilgili âyet ve hadislerle açıklığa kavuşturulunca "müfesser" hale gelir Çünkü bu terimlerin sözlük anlamından, ibadetin yapılış şekillerini, bütününü anlamak mümkün olmaz
Muhkem; hükme delâleti açık olan, te'vil, tahsis ve nesha ihtimalı bulunmayan lafızdır Hz Peygamberin,
"Cihâd kıyamete kadar devanı edecektir" (Ebu Dâvud, Cihâd, 33) hadisi bu niteliktedir (bk Muhammed Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, yy, 1377/1958, s 116 vd; Zekiyüddin Şa'ban, Islâm Hukuk Ilminin Esasları, Terc, Ibrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s313 vd)
Anlamı kapalı olan lafızlar; hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih olmak üzere dört tanedir
Hafi; kapsamında bir çok fert bulunup da, dış bir engelden dolayı bu fertlerden bir bölümüne delâleti kapalı bulunan ve bu kapalılığı gidermek için inceleme ve ictihada ihtiyaç olan lafızdır Meselâ; Kur'an'daki hırsızlık cezasının (el-Mâide, 5/38) yankesiciyi (tarrâr) ve kefen soyucuya (nebbâş)da kapsayıp kapsamadığı konusunda kapalılık vardır
Müşkil; bizzat lafzında bulunan bir sebepten veya başka bir nassla çatışmasından dolayı anlamı kapalı olan bir ifadedir Birden fazla anlamı bulunan müşterek lafızlar bu niteliktedir Ayn sözcüğünün; göz, pınar ve casus vBulletin anlamlara gelmesi gibi
Mücmel; sözün sahibi tarafından anlamı açıklanmaksızın ne kastedildiği anlaşılamayan sözcüktür Namaz, oruç, hac sözcükleri böyledir
Müteşâbih; anlamı kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunamayan, Kitap ve Sünnet'te tefsirine rastlanılmayan ve anlamı Allah'a havâle edilen nasstır Müteşâbih, ancak hüküm âyet ve hadisleri dışındaki nasslarda söz konusu olur Bazı Kur'an sûrelerinin başında bulunan "Hâmîm", "Ayın, Sîn, Kâf" "Yâsîn" gibi harflerle, yüce Allah'a izafe edilen "el", "yüz", "göz" gibi sıfatlar bu niteliktedir (bk el-Feth, 48/10; Hûd, 11/37; er-Rahmân, 55/27; el-Fecr, 89/22)
2 Lafızların delâlet yoldan: Bu delâlet yolları dört tanedir: a) Ibarenin delâleti; bu, lafızdan anlaşılan anlamdır "Necis olan putlardan kaçının ve yalan sözlerden çekinin" (el-Hacc, 22/30) âyetinden, putlara tapmanın ve yalancı şahitlik yapmanın yasaklandığının açıkça anlaşılması bu niteliktedir b) Nassın işareti; bu, lafzın ibareşinin dışında delâlet ettiği anlamdır "Onların işleri, aralarında şûrâ (danışma) iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) âyeti, işaret yoluyla Islâm devletinde üst otoriteyi kontrol edecek ve devlet işlerini düzenlemede ona katılacak bir topluluğu seçip iş başına getirmenin Islâm toplumuna yükletildiğine delâlet etmektedir c) Nassın delâleti; nassın delâlet ettiği hüküm, başka bir olayı da öncelikle kapsamına alıyorsa buna nassın delâleti, delâlet-i evlâ, mefhûm-ı muvâfakat veya celî kıyas gibi adlar verilir Meselâ "Ana-babaya öf bile deme" (el-Isrâ, 17/23) âyetine göre, "öf" bile demek haram olunca, onlara sövmek veya vurmak gibi daha ağır hakaret ve eziyet sayılan davranışlar öncelikle haram olur d) Iktizanın delâleti; bu, lafzın kendi anlamı dışında başka bir anlamı ifade etmesi olup, bu anlam hesaba katılmazsa, maksat doğru olarak anlaşılmaz Meselâ; "Ümmetimden yanılma, unutma ve zor karşısında yaptıkları şeyler affedilmiştir" (Ibn Mâce, Talâk, 16) hadisinde, yanılma meydana gelmişse, affedilen bu yanılmanın kendisi değil, doğurduğu günahtır (bk es-Serahsi, Usûl, I, 237 vd; Ebû Zehra, age, s 139 vd, Zekiyüddin Şa'ban, age, s 333-349)
3 Lafızların kapsamı, umum husus, mutlak ve mukayyed gibi delâlet sınırları ile ilgili şeyler de lafzî konulardandır Tek vaz' ile tek bir anlam ifade etmek üzere konmuş bulunan ve belirli bir sayıyla sınırlı olmaksızın bu anlamın kendisinde gerçekleştiği bütün fertleri kapsayan lafza "âmm" veya "umum ifade eden lafız" denir Kim Ramazan ayına yetişirse, onda oruç tutsun" (el-Bakara, 2/185) âyetindeki "kim (men)" şart isim, Ramazan ayına yetişen tüm yükümlülerin oruç tutması gerektiğini ifade eden âmm bir lafızdır Tek anlama özgü kılınan lafza "hâss" veya "husus ifade eden lafız" denir Meselâ; "Beş vesaktan (bir ton) az olan üründe zekât yoktur" (Buhârî, Zekât, 56; Müslim, Zekât, 1,3) hadisi beş vesaktan az olan toprak ürünlerini kapsamına almadığı için "hâss" bir sözcüktür
Mutlak lafız, yalnız niteliğe delâlet eden lafız olup, teklik, çokluk gibi bir kayda bağlı olmayan sözcüktür Mukayyed de bir kayda bağlanmış olan lafızdır "Murdar, ölmüş hayvan eti, kan ve domuz eti size haram kılındı" (el-Mâide, 5/3) âyetinde "kan" mutlak bir sözcük iken, başka bir âyette, haram kılınanın "akmış durumdaki kan" olduğunun belirtilmesi (el-En'âm, 6/145) bu lafzı mukayyed hale getirmektedir
4 Teklif sıygaları: Emir ve nehiy bu sıyganın özelliklerini belirler Emir; fiilin ileride yerine getirilmesi talebine delâlet eden sözcüktür "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" (el-Bakara, 2/43) âyetindeki emir sıygaları gibi, Nehiy ise; fiilin yapılmasını istemektir Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin" (el-Bakara, 2/188) âyetindeki yasaklama gibi Emir ve nehiy başka sıyga veya üsluplarla da ifade edilmiş olabilir Anneler çocuklarını emzirirler" (el-Bakara, 2/185) âyetinde geniş zaman kipinin "emzirsinler" anlamında istek bildirmesi ile, Alış-verişi bırakın" (el-Cuma, 62/9) âyetindeki emir sıygasının gerçekte nehiy ifade etmesi buna örnek gösterilebilir
Sonuç olarak, Islâm hukuk usûlünde lafzın nitelikleri ve ona ilişkin önemli kullanım alanları kısaca bunlardır Âyet ve Hadislerden hüküm çıkarabilmek için lafızların bu özelliklerini bilmek gerekir Diğer yandan terim niteliğindeki lafızları tanımak için Arap dilini ve inceliklerini iyi bilmenin yanında fıkıh usulü kaidelerini tanımak ve nasslar üzerinde uygulamak da gereklidır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
LÂHİK

Namaza imam ile beraber başladığı halde kendisine gaflet, uyku veya cemaatin çokluğundan dolayı bir zahmet arız olup veya abdesti bozan bir durum ile karşılaşıp da namazın tamamını veya bir kısmını imam ile kılamayan kimse
Namazın başından sonuna kadar, aralıksız olarak imama uyan, bütün rek'atleri imam ile beraber kılan kimseye "müdrik", imama birinci rek'atın rükûundan sonra, imam selâm verinceye kadar, arada uyan kimseye de "mesbûk" adı verilir Lâhik, imamla birlikte kılamadığı kısım için, imama uyan kimse gibidir Bu yüzden kaçırdığı rek'atleri kaza ederken, Kur'ân-ı Kerim okumaz ve kendi başına kıldığı rek'atlerdeki yanılmasından dolayı "sehiv secdesi" yapması gerekmez Çünkü imamın arkasında namaz kılan cemaat kendi yanılmasından dolayı sehiv secdesi yapmaz
İmama uyan cemaatten birisinin, namaz içinde abdesti bozulsa, meselâ, burnu kanasa, saftan ayrılır, namaza aykırı bir şeyle uğraşmaksızın hemen abdest alır, tekrar cemaate dönerek yetiştiği yerden imama uyar Mümkün ise önce kaçırdığı rek'âtleri veya rükünleri kaza eder, sonra imama tabi olarak onunla selâm verir Bir kimse, birinci rek'atın kıyamında uyuyup da imam secdeye vardığı anda uyansa, hemen rükûa varır, sonra secdeye vararak imama tabi olur Bir yere dayanmaksızın vuku bulan, uyku hali gerçek uyku sayılmadığı için abdeste ve dolayısıyla namaza zarar vermez
Lâhik, imama yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tabi olur, imam namazdan çıkınca kendisi kaçırmış olduğu rek'atleri veya rükünleri kaza eder Ancak hükmen imamın arkasında namaz kılmakta olduğu kabul edilerek bir şey okumaksızın eksik kalan rek'atleri tamamlar
İmama ikinci rek'atte uyan bir kimse (mesbûk) abdesti bozulduğu için, bir veya daha fazla rek'atı kaçırsa, imam selâm verdikten sonra kaza edeceği ilk rek'atte kırâatte bulunması gerekir
İmam sehiv secdeleri yapsa, Lâhik namazını henüz tamamlamamış ise, onunla beraber bu secdeleri yapmaz Önce namazı tamamlar, ondan sonra bu sehiv secdelerini yapar (İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 277 vd; ez-Zeylaî, Tebyînul-Hakaik, el-Emîriyye, III,137 vd; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr,Mısır, ty, I, 500-560; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1980, II, 209, 210)
Korku namazında, namazı imama uyarak kılmaya başlayan ve iki rek'atlı namazda ilk rek'atı, üç veya dört rek'atlı namazda ise, ilk iki rek'atı imam ile beraber kılan birinci grup, ikinci secdeden veya birinci oturuşta "tahiyyât"tan sonra düşman cephesine gider, ikinci grup gelerek, imam ile geri kalan re'katleri kılar, yeniden düşman karşısına gider İmam kendi başına selâm verir Birinci grup, döner gelir, namazını kıraatsız olarak tamamlar, selâm verir
İşte bu grup "lâhik" hükmündedir İkinci grup namazlarını imamdan sonra kıraatle tamamlayıp düşman cephesine yeniden gider (bk "Korku Namazı") Bu ikinci grup ise "mesbûk" hükmünde olduğu için namazını kıraatla tamamlar
Ancak her lâhikin yukarıda açıklandığı şekilde namazı tamamlaması güç olduğu için, lâhiklerin eksik kalan namazlarına yeniden başlamaları daha uygun görülmüştür
 
Üst Alt