Sümerler Kimdir ?

TÜRKOĞLU

Aktif Üyemiz
Sümer
Sümer
Sümerler M.Ö. 4000. yılın ortalarından itibaren Mezopotamya’da insanlık tarihinin en eski ve en temel medeneyetini yaratmış kavimdir. Onlar dünyada ilk olarak kendilerinin ürettiği çivi yazısı ile insanın beyninden geçtiği ve dilinin söylediği şeyleri diğer insanlara ulaştırmanın ve gelecek nesillere iletmenin mümkün olduğunu ispat etmişlerdir. Bu yazıya, enine boyuna konulmuş çivilere benzediği için çivi yazısı denilmiştir.

O kavimin kendi kendilerine verdiği isim Kİ-EN-Gİ ve sonraları Kİ-İN-Gİ, KENGİ (R)’dir. Sümer ya da Sümerler adı ise onlara Akkadlar gibi Samî kavimler tarafından verilmiştir.[4]

Sümerlerin ortaya çıkışı, onların edebiyatı ve dil karakteri konusunda bilim adamları tarafından bazan birbirine aykırı olan çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Ancak bazı ortak noktalar hemen hepsi tarafından benimsenmiş ve tartışılmaz gerçeğe dönüşmüştür. Onlar aşağıdakilerden ibarettir:

1.1 Yukarıda değinildiği gibi insan toplumlarının arasındaki tüm sorunları ve tecrübeleri yazı yoluyla saklamayı, diğer insanlara iletmeyi ve gelecek nesillere aktarmayı insan tarihinde ilk olarak, kendilerinin icadettiği çivi yazısı ile, Sümerler mümkün kılmıştır. Sonraları bu yazı esasen ticaret ilişkileri yolu ile Mezopotamya’dan dünyanın diğer bazı ülkelerine ve kavimlerine yayılmıştır.

1.2.
Sümerlerin dinî inançları, eposları, şiir sanatı ve bunun gibi dilinin etkisi çivi yazısı vesilesiyle dünyanın diğer uygarlık ocaklarına ve kavimlerine Akkadlara, Mısır’a, Elam’a, Hindistan’a ulaşmış ve daha sonra ortaya çıkan uygarlıklara, özellikle dinî inançlara ve eposlara esas ve maya olmuştur.

1.3.
Sümerlerin dili gramer karakteri açısından bükünlü ( iltisakî ) dil grubuna giriyor. Bu dil grubunun temelinde ise Ural-Altay dilleri durmaktadır. Bazı bilim adamları ise bu gramatik karakteri ve onların arasındaki var olan söz benzerliklerini de nazar-ı dikkate alarak bu dili genel Türk dilini esaslandıran dil, Proto-Türk dili; bazıları ise Eski Türk dili diye adlandırmışlardır.

1.4.
Sümerler doğudan, büyük ihtimalle Orta Asya’dan gelerek Mezopotamya’ya yerleşmişlerdir.

2. Çivi Yazısı Ve Sümer Uygarlığına Dair

Eski Mezopotamya’da Eridu, Uruk, Ur, Mari, Nippur, Nusi, Gaurtepe gibi eski harabelerde bulunan sayısız buluntuların bilim adamları tarafından öğrenilmesiyle tarih biliminde açılımlar gerçekleşmiştir. Yani, çivi yazısının okunması vesilesiyle muhteşem Sümer uygarlığı ortaya çıkmıştır. Kramer’in açıklamasına göre bu açılımın başlayıp çivi yazısının okunması için XII. yüzyıldan günümüze kadar süren uzun zaman gerekmiştir.[5]

2.1.
Toprağı Alt Üst Eden Hazine Avcıları

Eski Mezopotamya’da büyük devletlerin çok gelişmiş olmasını insanlar eskiden beri biliyorlarsa da, bu devrin insanlık uygarlığının gelişmesindeki öneminin bilinmesinden hâlâ çok zaman geçmedi. Eski vasiyetnamelerde bu konuda zengin bilgiler vardır. Hemen XII. yüzyıldan başlayarak Avrupalılar Yakın-Doğu’ya seyahatlere gittikleri zaman kendileriyle beraber Dicle ve Fırat nehirleri arasında yerleşen kırlardaki kum tepelerinin eteğinde yatması muhtemel olan kentler konusunda bilgiler de getiriyorlardı. 1626 yılında Doğu seyyahı Pitro Della Balle uzun yıllar Yakın-Doğu’da kaldıktan sonra yanındaki Arap yardımcıları ve topladıkları pek çok eşya ile beraber Roma’ya dönüyor. O kendisi ile sadece küpler, çömlekler ve süs eşyaları, çok eski güzel malzemeler getirmeyip belki yazılı tuğlaların da ilk örneklerini Avrupa’ya taşımıştır. Bu eşyalar gerçekte sonraları bilim adamlarının araştırmaları için şaşırtıcı metinler ve materyaller hükmünde değer taşıyacaktır. Ancak, çivi yazısını okumak yolunda ilk çalışmalara kadar yine 200 yıl zaman gerekmektedir. XIX. yüzyılda Avrupa’da “çölün eşya toplama âşıkları” diye düşünülen bir akım, bu sırlı tepeleri araştırmak için toprağı alt üst etmeye başladılar. Onlar çok hayret verici bir şekilde Babil’in Dur-şarukin, Koma, Ninova ve diğer eski kentleriyle karşılaşıyorlar.

2.2. Hazine Avcıları Yerine Bilim Adamları


Mezopotamya’nın insanlık tarihindeki misli olmadık öneminin açığa kavuşması ilk defa hazine arayıcısı karakteri olan kazıcıların kendi yerlerini bilim adamlarına terk ettikten sonra gerçekleşmeliydi. Bu değişim 20. yüzyılın başlarında hazine arayıcılarının yerini arkeologların almasıyla gerçekleşmiştir. 1920 yılında Yakın-Doğu’da arkeolojik çalışmalar tam bilimsel bir düzeye ulaşmıştır. Arkeologlar kazıcıların çıkardığı binlerce kil tabletin ve başka buluntuların yüzüne çivi yazısı ile yazılmış olan yazıları okuyup, yeniden tasnif ederek Mezopotamya’nın tarihi, kültürü ve bu toprakların sahipleri konusunda bilgileri açıklığa kavuşturuyorlar. Bu çivi yazısı ile yazılan dokümanlar eski dönemlerdeki yaşamın çeşitli yönlerini; kralın gösterişli fermanlarından, iş adamlarının ambarlanmış mallarının listesine kadar, edebiyat ve dinî geleneklerinden, bir babanın kendi haylaz oğluna verdiği öğütlerine kadar farklı bilgileri içermektedir.

Anlamlı açıklamalar 1920-1940 arasındaki yirmi yılın devamında oluşmuştur. Güney Mezopotamya’daki Ur harabelerinde İngiliz arkeoloğu Sir Leonard Walley (1880-1960) önemli sonuçlar elde ederek M. Ö. 3000 yılına ait olan bir kralın mezarına rastlıyor. Bu mezarda altından, gümüşten, cevherden ibaret dünyayı şaşkınlığa düşüren zenginliklerin yanı sıra korkunç durumda diri diri gömülen muhafızlar da bulunmaktadır. Bunun yaklaşık 80 km kuzey batısında yer alan Uruk kentinin kütüphanesinin yeri Alman arkeologları tarafından kesinliğe kavuşturulmuş, harabelerin altından çivi yazısına esas oluşturan resim yazısı ile yazılmış yüzlerce kil tablet bulunmuştur.

Arkeologlar daha sonra şimdiki Irak ile Suriye sınırlarına yakın bir yerdeki Mari kentinin üstünü açmışlardır. Bu kent 3700 yıl önce defineciler tarafından viran edilmiştir. Bu ilginç harabenin altında genişliği 22.000 m2 den ibaret bir hakan sarayına rastlanmıştır.

Çivi yazısını okuma süreci XIX. yüzyılın ilk yıllarında başlıyor. Bu sırrı açmakta üstatca olarak başlayan Georg Friedich olmuştur. O, 1802 yılında bu çiviye benzer çizgilerin yardımıyla sadece yazıyı değil, belki bir eski dili de öğrenmenin mümkün olduğunu ispat ediyor. Bundan habersiz Doğu Hindistan Birliği’nde görevli İngiliz koloni askerlerinin subayı Henri Ravlinson 1830-1836 yılları arasında İran’ın doğusundaki Pars vilâyetinde bulduğu, bir krala ait yazıyı okuyor. Sonraları bu araştırma çivi yazısının oluşup diğer ülkelere yayılma yeri olan Mezopotamya’daki yüzlerce yazılı metin yardımıyla tam devam eder.
Sümer dil ve edebiyatının öğrenilmesi konusuna gelince, göz önünde tutulması gereken esaslar şunlardır: Çivi yazısı Sümerlerden diğer ülkelere yayıldığı için onların dinî inançları, eposları ve bütün kültürü de bu vesileyle onların mirasçıları olan Akkadlılara, Elamlılara, Hititlere, Asurlulara, Aramilere ve onlardan da dünyanın diğer ülkelerine yayılmıştır. Sümer dili, bu kavmin güçten düşüp dağılmasından sonra da, günümüzdeki İslâm dünyasının Arap dili gibi, bir kutsal dil olarak sonraki kavimlerin arasında uzun zamanlar saklanmıştır. Onun için de Sümer dili ile bu kavimlerin dillerinin arasında karşılaştırmalı sözlükler yazılmıştır. Bu iki dilde yazılan sözlükler Sümer dil ve edebiyatını öğrenmekte çok önemli rol oynamıştır. Mezopotamya’da 1851-1855 yılları arasında yapılan kazı çalışmalarına katılan Asurolog Jules Oppert Babillilerin çivi yazısının yoktan türemiş bir yazı olmayıp belki onun başlangıcında başka bir yazı üretiminin olması gerektiğine şüphesiz inanıyordu.

O, ilk adımda böyle bir hipotezi öne sürüyor: Süslenmiş yazıya ve gelişmiş uygarlığa sahib olan Babilliler ile Mezopotamya’nın yazılı kültürü olmayan tarihten önceki nüfusunun arasında belli bir bağlayıcı zincir olmalıdır. Bu yazıyı icat eden ve uygarlık üreten kavime Oppert bir çok araştırmalar ve bilimsel çalışmalar sonucunda Sümerler diye bilinen eski adı teklif ediyor. Elbette yukarıda da belirtildiği gibi bu ad onlara Akkadlar tarafından verilmiş bir ad olup, Sümerlerin kendilerini kendi yurtlarına yazıtlarında verdikleri ad Kİ-EN-Gİ veya hut KİN-GİR’dir. Bu konuda ilk çalışmaları yapan birisi de Alman bilim adamı Friedrich Delitesch’dir. O, 1889 yılında Asur Dilinin Grameri ve 1914 yılında ise Sümer Dilinin Sözlüğü ve Sümer Dili Gramerinin Esasları adlı bilimsel eserleri yazmıştır. O yıllardan itibaren Sümerlerin dili, dini ve sosyo-ekonomik ilişkileri konusunda açık bilgiler yüze çıkıyor ve bundan başka da Gılgamış Destanı, Dommuzi ile İn-Anna gibi destanlar ve başka edebî metinleri okuyarak günümüzdeki dillere çevriliyor.
Fritz Hommel, Diemel, Pöbel, Falkenstein gibi dünya çapında tanınmış bilim adamları tarafından okunan ilk sözcüklerin içinde günümüzdeki Türkmen diline hem yansıma, hem de anlam bakımından çok yakın sözcüklerin bulunması ilginç, anlamlı ve dikkate değerdir. Örneğin DİNGİR: Tanrı (tengri), DU: di (demek), Tİ: diri, Kİ, GİR: yer, yurt. Sümerlerin yaşadığı yerlerin kır (gır) olduğunu göz önünde tutarsak bu iki sözcüğün aslında bir olmak ihtimali güçlüdür diye düşünülmektedir. Biz kitabın sonunda Sümer-Türkmen (ve diğer bazı Türk lehçeleri ve eski türk) dıllerinin arasındaki benzer sözcüklerin listesini vereceğiz.
 

TÜRKOĞLU

Aktif Üyemiz
3. Sümer Yazısı İle Kültürün Gelişmesi Ve Yayılması

3.1.
En eski yazılı buluntular diye göz önünde tutulanlar Uruk harabelerinin dördüncü katındaki M.Ö. 3000. yıla ait metinlerdir. Günümüze kadar biz onun bin işaretini ( ideogram/belgi ) biliyoruz. Onun en azından iki bin işareti olmalıdır diye tahmin ediliyor. Ancak son dönemlerde bu işaretlerin sayısı git gide azalmaktadır. Yaklaşık M.Ö. 2500 yıllarında 800 ve M.Ö. 2000 yıllarında ise 200’e kadar azalmıştır. Bu iki yüz belgi Sümerlerin sonraki metinlerinde devamlı kullanılmıştır. Akkadlarda bu sayı daha da azalıyor.

3.2
. Mezopotamya yazıları çok erken dönemlerde hâlâ çok basit ve gramer bakımından gelişme süreçlerini geçirmemiş ilkel dilde ticarî ilişkiler için kullanılmıştır. Sonraları diğer amaçlar için de kullanılmaya başlıyor ve Eski Sümer döneminde ise dilbilgisi kurallarına uygun hâle gelmeye başlıyor.

3.3.
M.Ö. 2500 yıllarından itibaren bu yazı Akkadların dilinde de kullanılmaya başlıyor. Babillilerin egemenliğinin Sargon ‘un eline geçmesiyle (M.Ö. 2350) ise bu yazının önemi Akkadlar arasında daha da artıyor. Bu dönemden başlayarak çivi yazısı Elamlıların ve Asurluların arasında da yayılmaya başlıyor. M.Ö. 2000 yılında Mari üzerinden Suriye’ye geçiyor. O dönemde Küçük Asya’nın merkezinde yer alan Hititliler bu yazıyı alıyorlar. Asurlular ise onu kendi dillerine uyarlayarak kullanıyorlar. Kuzey Suriye ve Filistinliler M.Ö. 1200 yıllarına kadar bu yazıyı kullanmışlardır. Mısırlılar ise o dönemlerden başlayarak 1400-1500 yıl bu yazıyı kullanırlar.

Babillilerin değişmiş şekilde almış oldukları çivi yazısı Ahamenitlerden önce ve onların döneminde onlar ile komşu olan Elamlılar arasında yürürlüğe giriyor. Ahamenitler de bu yazıyı devlet dokümanları için kullanmışlardır. Onlar bu yazıyı Aramilerden almışlardır. Çivi yazısı Babil’de Sulukitler ve Arsakitlerin döneminde de muhafaza edilmiştir. Babilin astronomi biliminde, hatta milâdî birinci yüzyılın sonlarına kadar kullanılmıştır.”[6]
Çivi yazısının Aramiler vasıtasıyla İskender Zulkarneyn ( Büyük İskender ) döneminde Türkmenistan’a ulaşmış olduğu ve Türkmenlerin atalarının bir kolu olan “Parlar tarafından”[7] kurulmuş Part (Parfiya) devletinde kullanıldığı konusunda şu bilgiler vardır: Kölelik döneminde Partilar, Margiana, Harezm ve diğer Yakın Doğu ve Avrupa devletleri ile ticarî ve kültürel ilişkilerde bulunmuştur. Bu sebeple Harezm’de Aramî alfabesi ve Mısır takvimi vb. gelenekler benimsenmiştir. Part alfabesi de Aramî yazısı esasında oluşturulmuştur.[8]

Elimizdeki bilgilere göre Sümerlerin icat ettiği çivi yazısının uzun çağları ve uzak yolları aşarak onların eski yurtları olan Türkmenistan’a tekrar dönmüş olabileceğini düşünebiliriz.

4. Türkmenlerin Atalarının Kurduğu Anau Uygarlığı

Dünya Uygarlığının en eski ocakları konusunda söz edildiğinde âdet olarak Yakın Doğu’dan, Mısır’dan, Hindistan’dan, Çin’den ve Yunan’dan bahsedilegelmiştir. Ancak, tarih bilimi sahasında yeni yeni gerçeklerin yüze çıkması sonucunda bilim adamları arasında yeni fikirler ve bakış açıları da oluşmaktadır. Ve genel değişme yasası kapsamında olarak tarihsel gerçeklik de değişmektedir. Bu tarihsel değişmelere asıl neden olan şeyler arasında en önemlilerinden biri de arkeologların son yıllarda yaptıkları kazılar ve açıklamalarıdır. Bunların en önemlilerinden biri de yer yüzünün en eski ve ilginç uygarlık ocaklarından olan Türkmenistan’daki Anaû uygarlığıdır.

Bu uygarlık konusunda ilk bilgiler Amarikalı Arkeolog R. Pumpelley´ye aiddir: “21. Yüzyıl insanlıgın hizmetine yeni teknolojiler getiriyor; karbon testi ile yaş tayini, uzaydan Amarikalı Jeolog ve Arkeolog Prof. Raphael PUMPELLEY (1837-1923). Türkistan´da ilki (1864-1865) yıllarında Türkistan´daki Aşkabat şehrine 5 km uzaklıktaki tarihi Ano şehrinin iki kurganı kazmış. Kazı sonuçlarını “exploration in Turkestan” kitabında yayınlamıştır. Araştırmaları sonunda Ano´daki kurganda Isa´dan önce 6.000 yılına kadar inilmiştir. Kitapta Türkistan´dakı bugday ziraatının I.Ö. 8.000, hayvanların ehlileştirilmesini I.Ö. 6.800-8.000 tarihlerinde oldugunu belirtmektedir. Kitapta Ano´un insanlık için önemi belirtilirken aynen söylenen:

“Başlangıcı yer kürenin derinliklerine gömülü olan ve tepesinde iskeletler bulunan Türkistan´ın Ano medeniyetine bu uzun geçmiş kültürüne baktıgımız zaman Mezopotamya ve Mısı´ın kültürlerinden daha eski bir çagda 2.000 yıl devam etmiş olan bir medeniyet ile karşılaşmış oluruz. Daha başlangıçda evli barklı bir köy hayatı görünüyor, kadınlar iplik büküyor, dokuma yapıyor, ekip biçiyor, zahireyi degirmen taşında ögütmegi, fırınlarda ekmek pişirmeyi biliyorlardı, çömlekçilik sanatkarları kaplara şekiller veriyor, ıslak killerden kapların etrafına yer yer halkalar yapiyor, uzak zamanlardan miras kalan boyalarla üzerlerine şekiller çiziyorlardı atın insan kontrolü altına alınmasının başlangıcını burada görüyorum”.(R. Pumpelley, Expploratins in Turkestan , t-1, p-49).[9]

Türkmen-Sovyet Ansiklopedisi’nin 8. cildinin 38. sayfasında şöyle yazılmaktadır: “Sekiz bin yıl önce Yakın-Doğu yurtlarında ve Güney Türkmenistan’da eski tarım ve hayvancılık uygarlığının yayıldığı dönemde, yeryüzünün başka ülkelerinde hâlâ eski avcılığın basit ekonomisi devam etmekteydi. Yukarıda adı geçen yurtlarda tarımcılar yerleşip ilk köyleri meydana getiriyorlardı. Bu köylerde her aile bağımsız bir birim olup bir odalı evlerde yaşıyor, M.Ö. 5000 yılının sonlarında Türkmenistan’ın sınırında insanlar bakır, altın, M.Ö 3000 yılları başlarında pirinci kullanıyorlardı. Bakır ile pirincin bulunması çok daha gelişmiş iş aletlerinin (saban, dokuma aletleri vb.) yayılmasına yardım etmiştir.

O dönemde yaşayan ve dünya uygarlığının temelini atan insanlardan olan bu kavimler ile günümüzdeki Türkmenler arasındaki etnik ilişki konusunda Rus tarihçisi Rusliyakof kendisinin Türkmen Halkının Gelip Çıkışı (oluşumu) adlı kitabında şöyle yazıyor. “Biz bugün o eski kavimlerin adlarını bilmiyoruz. Türkmenlerin en eski ataları da onlar olmalıdır. Anû’nun eski obalarından bilim adamlarının kazı çalışmaları sonucunda buldukları brekosefallerin şu günkü Türkmenlerinkine benzerliği çok ilginçtir.”[10]

N. Gulla bu konuda şöyle yazıyor: “M.Ö. 6-7 bin yılları arasında Köpet dağının eteğinde şimdiki Aşkabat ve Göktepe bölgesinde ortaya çıkan en eski atalarımız sonra M.Ö. 6000-2000 yılları aralığının sonlarında Türkmenistan sınırlarında Ceytun ve Anû uygarlığı adıyla dünya tarihine geçen, o dönemlere göre uygarlığın en gelişmiş ve yüksek seviyesi sayılan kültürü türetmişlerdir.”[11]

Anû uygarlığı Türkiye ve İran bilim adamlarının da dikkatini çekmiştir. Türk bilim adamı Anıl Çeçen şöyle yazıyor: “Proto-Türk kültürünü temsil ettiği benimsenen Anav bugünkü Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat çevresinde ilk kültür tabakasına yaklaşık olarak altı bin yıllık bir geçmişi simgelemektedir. Anav kültürünün dördüncü katı ise milât yıllarına rastlamaktadır. Tarihçiler genel olarak Orta Asya kavimlerinin kültürlerini Anav uygarlığı tabakalarına göre tarihlendirmeye ve iki binlerde bu tabakalarla karşılaştrmaga çalışırlar /…/ Bu dönemde dünyanın altın merkezi Altaylar’da görünmekte ve bu endüstriyi Proto-Türkler yürütmektedir.”[12]

Genel Türk Tarihi adlı eserde bu konuda şu satırlar vardır: “Anau’da bulunan kalıntılar, insanların ilk uygarlık aşamaları hakkında fikir edinebilmesi bakımından çok önemlidir. Gerçi burada yakılmış cesetleri kapsayan alt tabakanın üstünde bulunan yuvarlak, brakisefal kafatasları ile Türkmen el işlerinde görülen motiflere benzeyen keramik motifleriyle Anau kültürünü yapan halkın saf Türk olduğunu ispatlamak olasılığı yoktur. Ama bu kültürü bir Aryan eseri olarak değerlendirmeye de bu ögeler engel olmaktadır.”[13]

Bu medeniyet hakkında elimizde olan en son bilgiler şöyledir: “13/05/2001 tarihli New York Times gazetesinde yer alan bir makaleye göre, Rus ve Amerikan arkeologları bugünkü Türkmenistan ve Özbekistan’da, zamanımızdan 4.000 yıl önce yaşamış bir medeniyetin kalıntılarını bulmuşlardır. Aşağıdaki bilgiler bu makaleden alınmıştır. Araştırmayı yürüten arkeologlara göre, bu bölgedeki insanlar, bir Tatlıgöl (oasis) çevresinde kerpiçten yapılmış binalardan oluşan yerleşim merkezleri kurmuşlardır. Bu medeniyetin insanları koyun ve keçi beslemişler, kanallarla sulamalı ziraat yapmışlar, tarlalarda buğday ve arpa yetiştirmişlerdir. Onların bronz baltaları, mükemmel seramikleri, mermer ve kemik oymaları, altın ve değerli taşlardan süs eşyaları varmış. Elit sınıfa mensup insanların mezarlarına lüks eşyalar bırakmışlardır.

Pensilvanya Üniversitesi Eski Asya Dilleri uzmanı Mair’e göre bölgede yeni keşfedilen bu yüksek medeniyet; Eski Çağ Asyası’nın kültür ve ticaret yolu üzerindeki çok büyük bir boşluğu tam olarak doldurmuştur. Bu buluşla eskiden sanıldığı gibi, Asya halkının M. Ö. 4000 yıllarında birbirlerinden ve dünyanın diğer yerlerinden kopuk, ayrışık (izole) halklar olmadığı ortaya çıkmıştır. Yeni keşfedilmiş olan bu medeniyete ait, batıda Annau’dan (Anav, Anau) doğuda Özbekistan’a, hatta Afganistan’ın kuzeyine kadar uzanan Kara Kum gölü boyunca, düzinelerce yerleşim harabeleri bulunmuştur. Bu saha 300-400 mil uzunluğunda ve 50 mil kadar genişliğindedir. Bu insanların kim oldukları, nereden ve kendilerine ne isim verdikleri henüz bilinmemektedir. Bu nedenle arkeologlar bu medeniyete bulunduğu bölgeleri dıkkate alarak Bacteria Margiana Archaeology Complex; ismini vermişler ve kısa olarak BMAC ismini vermişlerdir”[14]

Bugüne kadar gün yüzüne çıkan gerçeklere göre, Türkmen toprağı dünya uygarlığının en eski kaynaklarındandır. Bu ilginç medeniyeti türetenlerin ise Türkmenlerin ataları olduğunu gösteren ve gün geçtikçe artan bilimsel çalışmalar ortaya çıkmaktadır.
 
Üst Alt