ÂLİ İMRÂN Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
38- Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti; `Ey Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duayı işitensin' dedi.

39- Bunun üzerine Zekeriyya, mabette namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler; Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamberdir.'

40- Zekeriyya `Ya Rabbi, kendim iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?' dedi. O da `Böyledir, Allah dilediğini yapar' dedi.

41- Zekeriyya `Rabbim, bana bunun belirtisini göster' dedi. Allah ona şöyle buyurdu; `Senin belirtin üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır. Rabbinin adını çokça an ve sabah akşam O'nu noksanlıktan tenzih et .

Aynı şekilde... Kendimizi normal olmayan bir olay karşısında buluyoruz. Bu olay, Allah'ın sınırsız iradesinin görünümlerinden birini taşımakla, bu iradenin insanların alışageldiği sınırlamalara bağımlı olmadığını görüyoruz. İnsanoğlu asla değişmez bir yasa sandığı ve bu nedenle bu yasanın sınırlarını taşan olayları kuşku ile karşıladığı ve bu türden bir olayla realite olarak karşılaşıp yalanlayamaz duruma düştüğünde de onun etrafını uydurmalar ve efsanelerle örmeye yönelir.

İşte yaşı geçmiş bir ihtiyar olan Zekeriyya ve gençliğinde çocuğu olmamış kısır karısı... Allah'ın bol rızık verdiği ve saliha bir kız olan Meryem'i gördüğünde, nesil sahibi olma konusunda kalbinde fıtri bir arzu coşar, Rabbine yönelerek niyaza geçer ve kendisine temiz bir nesil bağışlanmasını diler:

"Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti; `Ey Rabbim bana kendi tarafından temiz bir soy bağışta, hiç kuşkusuz sen şu duayı işitensin' dedi."

Bu samimi, sıcak ve gönülden gelen duanın sonucu ne oldu? Hiçbir yasayla ifade edilemeyen ve insanların alışageldiklerinin tersine bir durum ile karşı karşıya kalındı. Çünkü bu dileği yerine getiren kudret yüce `Allah'ın kudretidir:

"Bunun üzerine Zekeriyya, mabette namaz kılarken melekler O'na şöyle seslendiler; Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamberdir."

Arı-duru bir gönülden kopup gelen çağrıya müsbet cevap verilmişti. Çünkü O umudunu, duaları işitene ve dilediği zaman istekleri karşılayana bağlamıştı. Melekler Zekeriyya'ya erkek bir çocuk müjdelediler. Doğmadan önce adı biliniyordu. "YAHYA". Karakteri de biliniyordu, iyi, efendi, namuslu, şehevi duygularını frenleyebilen, duygusal arzularının tepkilerini dizginleyebilen, Allah'tan kendisine gelen her sözü doğrulayan bir mümin (Bazı tefsirler Allah'tan olan sözü doğrulamaktan amacın Hz. İsa (selâm üzerine olsun) olduğunu belirtmiştir. Burada bu anlayışı zorunlu kılan bir neden yoktur.) ve iyi insanların kafilesine katılan bir peygamber...

Dua kabul edildi. İnsanların bir kanun olduğunu sandıkları alışagelen şeyler, yüce Allah'ın iradesinin gerçekleştirdiği bu olayı algılayamaz. Aslında insanın kanun olarak sandığı ve gördüğü her yasa -sınırsız ve nihai değil- göreli bir olgudan öteye geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü, sınırlı bilgisi ve bütünüyle sınırlı aklıyla nihai bir kanunu bütünüyle algılayamaz ve bu noktada mutlak bir gerçeğe varamaz. İnsana, Cenabı Allah'a karşı edebini takınması yakışır. Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini taşmaması yaraşır ona. Böylece, kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce yol tepmekten kurtulur. Olabilecek ve olamayacaklardan söz ederken bizzat deneyimlerinden kendisinin belirlediği kurallardan ve bilgilerinden hareketle Allah'ın bağımsız olan dilemesini dar kalıplara sokmaya çalışmaktan kurtulur.

Duanın kabul edilişi bizzat Zekeriyya'ya da bir sürpriz olmuştur. Çünkü Zekeriyya da nihayet insanlardan biriydi. İnsanların alışageldiği olaylara oranla olağanüstü bir niteliğe sahip bulunan bu,olayın, nasıl meydana geldiğini öğrenmeye meraklanmıştı.

"Zekeriyya `Rabbim, kendimi iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?' dedi. O da; `Böyledir Allah dilediğini yapar' dedi."

Ve hemen cevap yetişiyor. Cevap sade ve kolaydır.. İşi ehline havale ediyor. Anlaşılmasında hiçbir zorluk, oluşunda hiçbir ilginçlik bulunmayan gerçek mahiyetine gönderiyor.

"Böyledir Allah dilediğini yapar."

Aynı şekilde... İş, Allah'ın dilemesine ve sürekli olarak bu şekilde meydana gelen Allah'ın iradesine havale edildiğinde onun alışılagelen tekrar edilen ve normal olan bir iş olduğu kavranabilmektedir. Fakat insanlar olay konumunda değerlendirmiyor, Allah'ın yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve gerçeği gözlerinin önüne getirmiyorlar. Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla Allah dilediğini yapar. Öyleyse kendisi yaşlandığı ve karısı kısır olduğu halde Allah'ın Zekeriyya'ya bir erkek çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak ne olabilir? Yaşın ve kısırlığın; ancak, insanların kendilerinin kural olarak tesbit ettiği ve onlardan kanunlar çıkarttıkları zaman bir değeri olabilir. Allah için ise böyle kıyaslama yoktur. O'nun için ne alışılagelen ne de ilginç bir olaydan söz edilebilir. O'na göre her nesnenin kaynağı dilemesinin ona yönelmiş olmasıdır. Onun dilemesi ise her çeşit bağdan tamamen bağımsızdır. Fakat Zekeriyya beşeri araştırmaların suya indirilmesine duyduğu aşırı üzüntüden ve müjdenin kendisinde şok etkisi yapmasından ötürü Rabbine yönelmekte kendisine huzur bahşedecek bir işaret vermesini istemektedir.

"Rabbim bana bir işaret ver dedi."

Burada Allah O'nu gerçek huzura yöneltiyor... Kendisini içinde bulunduğu alışılagelen olayların etkisinden kurtarıyor. Artık onun işareti üç gün boyunca insanlarla konuşmaması, Rabbine yöneldiğinde ise zikir ve tesbihlerle onu yâd edip dilini depretmesidir.

"Zekeriyya `Rabbim, bana bunun belirtisini göster' dedi. Allah ona şöyle buyurdu; `Senin belirtin üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır. Rabbinin adını çokca an ve sabah akşam O'nu noksanlıklardan tenzih et."

Burada açıklama kesiliyor... Fakat biz bunun pratik olarak gerçekleştiğini biliyoruz. Şimdi artık Zekeriyya bizzat kendisinde yani kendisinin hayatında, başkasının hayatında alışılmamış şeyleri yaşıyor. Bu dil onun eski dilidir. Fakat o bunu insanlarla konuşmaktan alıkoyuyor ve Rabbine yakarmak için serbest bırakıyor. Peki bu olaya egemen olan yasa hangisidir? Bu, yüce Allah'ın iradesinin sınırsız ve bağımsız yasasıdır. Onsuz bu ilginç olayı açıklama imkansızdır. Aynı şekilde ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına rağmen O'na Yahya'yı bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz.

HZ. İSA'NIN DOĞUŞU

Sözün akışı içinde ele alınan bu olağanüstü olay sanki her çeşit efsane ve kuşkulandırmaların kaynağı olan İsa olayına bir giriştir. Aslında bu olay, bağımsız ilahi iradenin zincirleme olayları içinde ancak bir halkayı oluşturmaktadır. Burada Mesih kıssasına giriliyor. Meryem'in kötülüklerden arınma, dua ve ibadet ile bu yüce üflenen nefesi kabul edebilecek seviyeye gelmeden önceki hazırlığına kıssada yer veriliyor.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
42- Hani melekler şöyle demişti; `Ey Meryem, Allah seni seçti, arındırdı ve dünyanın kadınlarına üstün kıldı :

43- Ey Meryem Rabbinin huzurunda saygı ile dur. Secdeye kapan ve rükua varanlarla birlikte sen de rükua var.
Bu öyle bir seçmedir ki, bunu, seçme sözcüğü ifade edemez. Tamamen intihab etmedi. Yaratılışın başında "Adem" bu doğrudan üfürmeyi aldığı gibi Allah Meryem'i de bu doğrudan üfürmeyi alması için seçmiş bulunmaktadır. O'nun vasıtasıyla ve O'nun yoluyla insanlara göstereceği bu olağanüstü olay nasıl bir olaydı. Bu insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bir seçilmeydi. Onun büyük bir olay olduğu tartışma götürmezdi.

Fakat Meryem o ana kadar bu büyük olaydan habersizdi. Burada işaret edilen arınma, yüklü bir işarettir. Çünkü burada Meryem'in temizliğinin belirtilmesi İsa'nın (selâm üzerine olsun) doğuşu etrafında meydana getirilen şüphelerden dolayı tertemiz olan Meryem'e iftiralar yakıştırmaktan çekinmeyen yahudileri yadsımaktadır.

Bu iftiralarında, söz konusu doğumun yaşadığımız dünyada bir benzeri olmadığı kuşkusuna dayanıyorlar ve bu doğumun perde arkasında bilmedikleri gizemli bir ilişkinin olmadığını sanıyorlardı. Allah kahretsin onları...

Burada İslâm'ın büyüklüğü ortaya çıkıyor. Asıl kaynağı kesin olarak belli oluyor. İşte Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) İslâm peygamberi ehli kitaptan -ki hıristiyanlar da onlardan bir kesimdi- onca yalanlamalara, tartışmalara, kuşkulandırmalara ve antlaşmalarla karşılaşmalarına rağmen... İşte İslâm peygamberi Rabbinden aldığı bilgilerle Meryem'in büyüklüğü gerçeğinden ve O'nun bütün dünya kadınlarından daha üstün olduğunu öyle genel olarak söz ediyor ki onu gerçekten zirveye çıkarıyor. O bunları dile getirirken Meryem'le övünen ve O'nun ululuğundan hareketle Muhammed'e ve yeni dine iman etmemek için kendilerine bir kulp bulmaya çalışan bir toplulukla tartışmaktadır. Bu ne doğruluk. Bu ne ululuk. Bu dinin kaynağını ve O'nun önderi bulunan güvenilir kişinin doğruluğunu gösteren şahane bir delildir bu...

O, Rabbinden Meryem ve İsa (selâm üzerine olsun) ile ilgili "Gerçeği" alıyor. Bu gerçeği açıkça dile getiriyor. Hem de bu ortamda. Eğer Allah tarafından görevlendirilen gerçek bir elçi olmasaydı bu ortamda söz konusu gerçeği asla açıklamazdı!

"Ey Meryem, Rabbinin huzurunda saygı ile dur, secdeye kapan ve rukuya varanlar ile birlikte sen de rükûa var."

Bağlılık ve ibadet, boyun eğmek ve rükû etmek... Tehlikeli ve büyük olaya giriş için sürekli olarak Allah'a bağlı bir yaşam...

Kıssanın bu bölümünde, büyük olaya geçmeden önce kıssaların veriliş hikmetinden bir meseleye parmak basılıyor. Bu mesele Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) görmediği gayb haberlerini getiren valıyin ispati meselesidir.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
44- Bunlar sana vahiy yolu ile bildirdiğimiz gayb alemine ilişkin haberlerdir. Onlardan hangisi Meryem'in sorumluluğunu üstlenecek diye kalemleri ile kur`a çekerlerken sen yanlarında değildin, bu konuda çekişirken de orada değildin.
Bu âyet, annesi onu bir kız çocuğu olarak Havra'ya getirdiğinde, Rabbine verdiği sözü ve adağı teslim ettiğinde Havra'nın hizmetlilerinin Meryem'in ihtiyaçlarını üstlenmede yarıştıklarına işaret etmektedir. Ayetin metni elde bulunan Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit (İncil) de kaydedilmeyen bir olaya değinmektedir. Yalnız bu olayın Hahamlar ve Rahipler tarafından havra hizmetlerinin kalemlerinin atılması olayı bilinen bir mesele olması gerekmektedir. Meryem'in kimin payına düştüğünü öğrenmek için atılan kalemlerin... Kur'an ayetleri olayın detaylarına inmez. Bazen bunun, muhatap alınan kimselerce bilindiğinden böylece yapar. Ya da bu detayların gelecek nesillere vermek istediği mesajın gerçek temeline fazla bir katkısı olmadığından onları öz olarak verir. Fakat biz Havra hizmetlilerinin Meryem'in kimin payına düştüğünü anlamak amacıyla özel bir yöntem kullanmada kalemleri atma yoluyla anlaştıklarını anlayabiliriz. Nitekim biz de bu tür olaylarda kura yöntemini kullanıyoruz. Bir takım rivayetler onların kalemlerini Ürdün nehrine attıklarını hepsinin kalemlerinin akıntıya kapıldığını yalnız Zekeriyya'nın kaleminin atıldığı yerde kaldığını ve bu durumun aralarında işaret olarak kabul edildiğinden Meryem'i O'na teslim ettiklerini kaydetmektedirler.

Bunların hepsi Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) görmediği, ilmini elde etme imkânına ulaşmadığı gayp konularındandı. Hatta bunlar çoğu zaman Havra'nın deşifré`edilmeyen ve açıklanması doğru olmayan sırlarından sayılırdı. Kur'an bu sırları -o zamanki ehl-i kitabın ileri gelenlerine karşı- bir delil olarak kullandı. O'nu doğru sözlü peygamberine Allah'tan vahiy geldiğine bir işaret olarak gösterdi. Ehl-i Kitabın bu delili red ettiğine dair hiçbir kayda rastlanmamıştır. Eğer bu mesele tartışma konusu olsaydı peygamberle tartışırlardı. Zira kendileri tartışmaya gelmişlerdi!

BİR MUCİZE

Şimdi İsa'nın doğuşuna geliyoruz. İnsanlara göre gerçekten büyük bir hayretengiz, Allah'ın mutlak iradesine göre ise normal bir iş olan meseleye...
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
45- Hani Melekler dediler ki; `Ey Meryem, Allah seni dolaysız Kelime'si İle müjdeliyor. Onun adı Meryemoğlu İsa Mesih'tir. O dünyada da ahirette de yüce, şanlıdır ve Allah'ın yakınlarındandır.

46- O daha beşikteyken ve yetişkinlik çağında insanlarla konuşacaktır ve salih kullarındandır.

47- Meryem `Ey Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışken nasıl olur da çocuğum olabilir?' dedi. De ki: `İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasına karar verince ona sadece "ol " der o da hemen oluverir.'


48- Allah O'na Kitab'ı, Hikmet'i, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.

49- O'nu, İsrailoğullarına şöyle diyecek olan bir peygamber olarak gönderecek; `Ben size Rabbinizden mucize ile geldim. Ben sizin önünüzde çamurdan kuş biçiminde bir cisim yapar, sonra ona bir nefes üflerim de Allah'ın izni ile kuş oluverir; Doğuştan körler ile alacalık (ebras) hastalarını iyileştiririm; Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim; evlerinizde hangi yiyeceklerinizi yediğinizi ve hangilerini sonraya bıraktığınızı haber veririm. Eğer mümin iseniz, bu sizin için ibret alacağınız kesin bir delildir.

50- Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilan etmek üzere Rabbiniz tarafından kesin bir kanıtla size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz.

51- Allah benim de sizin de Rabbimizdir, O'na kulluk ediniz, doğru yol işte budur.
Bu sırada Meryem, arınması duası ve ibadetiyle bu üstün fazilete ve bu olayı taşıyabilecek ehliyete sahip bulunuyordu. İşte şimdi O, -ilk defa- Melekler aracılığıyla bu önemli olaydan haberdar ediliyor:

"Hani melekler dediler ki; "Ey Meryem, Allah seni dolaysız kelimesi ile müjdeliyor. Onun adı Meryemoğlu İsa Mesih'tir. O dünyada da ahirette de yüce şanlıdır ve Allah'ın yakınlarındandır. O daha beşikteyken ve yetişkinlik çağında insanlarla konuşacaktır ve salih kullardandır."

Bu, gerçekten büyük bir müjde ve olayı bütünü ile ortaya koyan bir açıklamadır. Adı Meryem oğlu İsa Mesih olan Allâh'tan bir sözün müjdesidir. Mesih metindeki bir sözü konumundadır ve gerçekten de sözdür. Peki bu ifadenin sırrı nedir?

Bu ve benzeri olaylar, gerçek bir biçimde nitelikleri kavranamayacak olan gayb olaylarındandır. Belki de bunlar Cenabı Allah'ın şu sözünde kastettiği işlerdir:

"Sana bu kitabı indiren O'dur. Bu kitabın bir kısım ayetleri kesin anlamlı (muhkem)'dir, bunlar O'nun özünü oluştururlar. Diğer bir kısmı da birden çok anlamlı (müteşabih)dir. Kalplerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve keyfî yorumlar yapmak amacı ile bu kitabın birden çok anlamlı ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onların yorumunu sadece Allah bilir. Köklü bilgiye sahip olanlar ise `Bu kitaba inandık, o bütünü ile Allah katından gelmiştir' derler. Bunu ancak aklı başında olanlar düşünebilirler."

Yalnız biz bu gerçeğin özelliğini gönlümüzü Allah'a, O'nun sanatına, kudretine ve özgür olan dilemesine bağlayacak bir anlayışla kavramak istediğimizde iş gerçekten kolaylaşır.

Allah, Adem'i topraktan yaratmakla beşerin hayatını başlatmayı diledi: Çünkü insan bu Allah'tan başkasının bilmeyeceği gizli olgunun yapısında ileri-geri en ufak bir fonksiyona sahip değildir. Bu gizli olgu ilk canlı yaratığa giydirilen hayat sırrıdır. Ya da eğer onun yaratılışı doğrudan ölü topraktan meydana getirilmişse, Adem'e giydirilen hayat sırrıdır! Allah'ın yanında bu da diğeri gibidir. Varlıkta ve tabiatında biri diğerinden daha ilerde değildir... (Biz burada tartışma gereği olarak böyle diyoruz. Yaratılış ve tekamül teorisini tartışmıyoruz. Zaten bu teori bilimsel temellerini yitirmek üzeredir. O artık sırf bir teoriden ibarettir.)

Peki bu hayat nereden geldi? Nasıl geldi? Hayatın topraktan ve yeryüzündeki diğer ölü maddelerden ayrı bir varlık olduğu kesindir. Bu bambaşka bir gerçektir. Ne toprakta ne de ölü maddelerde asla bulunmayan etkileri ve görünümleri doğuran bir sırdır o.

Peki. bu sır nereden geldi? Bilemediğimiz varlık hakkında uluorta konuşmak ya da O'nun varlığını inkar etmeye kalkışmak yeterli olmayacaktır! Nitekim materyalistler, bu noktada, değil bilgin bir kimsenin, aklı başında normal bir insanın bile değer vermeyeceği basit demagojilere dayanmaktadır!

Biz bilmiyoruz! Biz insanlar olarak hayatın kaynağını tanımak istedik yahut ellerimizle onu ölülerden çıkarmaya çalıştık. Bizim bu çalışmalarımızın tamamı gerçekten boşa gitmiş bulunmaktadır!

Biz bilmiyoruz! Yalnız insanoğluna hayatı bağışlayan Allah biliyor. Ve O bize diyor ki: Hayat benim ruhumdan bir nefhadır. İş ondan gelen bir tek söz ile tamamlanmıştır. "Ol" der, o da oluverir...

Peki bu nefha nedir? Nasıl ölü elementlere üfürülür de insanların anlayamadığı bir gizlilik ve incelikle onda bu sır meydana gelir?

O sır nedir? Nasıl bir varlıktır? İşte bu insan aklının üstesinden gelemeyeceği için anlamakla yükümlü olmadığı bir olgudur. Akla, onu kavrayacak güç bağışlanmamıştır. -Hayatın niteliği ve nefhanın yolunu öğrenmek Allah'ın yerine getirmesi için yarattığı insanın, görevi yeryüzünde hilafet görevine katkıda bulunmayacaktır. İnsan, ölü varlıklardan bir hayat yaratacak değildir... O zaman hayatın özelliğini, Allah'ın yarattığı ruhtan gelen nefhanın niteliğini, Adem ile nasıl ilişki kurduğunu veya çamurun ilk olarak canlanmaya başladığı hayatın birinci basamağını nasıl oluşturduğunu öğrenmenin ne fonksiyonu olabilir?

Yüce Allah Adem'i meleklere bile üstün kılan ve onu onurlandıran nesnenin ruhundan O'na üfürmesi olduğunu belirtmektedir. Öyleyse bunun kurtcuklara ve mikroplara bahşedilen soyut hayattan daha başka bir hayat olması gerekir! İşte bu olay bizi insanı yalnız başına ayrı bir tür olarak kabul etme görüşüne götürmektedir. Onu evrenin düzeni içinde diğer canlılarda bulunmayan özel bir konumda değerlendirmemize neden olmaktadır!

Her neyse burada konumuz bu değildir. İnsanın yaradılışı konusunda tartışma gereği olarak kaydettiğimiz bir takım açıklamaların okuyucunun gönlünde bazı şüphelere dönüşmemesi için bunları kısaca kaydetmeyi uygun gördük! Burada önemli olan Allah'ın bize hayatın sırrından haber vermesidir. Bu sırrın özelliğini ve ölülere nasıl üfürüldüğünü kavrayamasak da önemli değildir...

Cenabı Allah Adem'i doğrudan yaratma şekliyle halk ettikten sonra, insanın yaratılışı için belli bir yol belirlemeyi dilemiştir. Bu yol kadın ile erkeğin birleşmesidir. Yumurtanın sperm ile döllenmesidir. Yumurta ile spermanın döllenmesi böylece tamamlanır. Doğum da bu şekilde gerçekleşir. Yumurta ölü değil çanlıdır. Sperm dé aynı şekilde diridir ve hareketlidir.

Artık insanlar yaradılışın bu kurala göre meydana gelmesine alıştılar. Bu esnada yüce Allah insanoğullarından biri üzerinde daha önce seçtiği kurala aykırı bir uygulamak bulunmayı diledi. Onu, ilk yaratmaya tıpatıp uymasa da ona yakın ve benzer bir biçimde yaratmak istedi. Bu yaratılışta yalnız bir kadın unsuru vârdı. Burada başlangıçta hayatı meydana getiren nefhayı almakta ve kadında bir hayat meydana gelmiş olmaktadır!

Bu nefha sözün kendisi midir? Bu söz iradeyi yönlendiren bir söz müdür? Bu söz hem gerçek olabilen hem de iradeyi yönlendirmekten kinaye olabilen "ol" emri midir? Bu söz İsa mıdır? Yoksa İsa'nın kendisinden yaratıldığı nesne midir?

Bunların hepsi şüphelerin dışında hiç bir fayda sağlamayan konulardır. Bunlardan anlaşılması gereken şudur: Yüce Allah benzeri bulunmayan bir hayat yaratmàyı dilemiş, hayatı kendi ruhundan bir nefha ile fakat özgür iradesine uygun bir biçimde bu hayatı yaratmıştır. Biz bu hàyatın sonuçlarını kavrayabiliyor niteliğini bilmiyoruz. Aslında onu bilmememiz gerekir. Zira onu bilmemiz yeryüzünde Hilafet görevini yerine getirmede gücümüzü artırmıyor. Çünkü hayatı yaratma, halife olma görevinin kapsamına girmiyor.

İşte mesele bu kadar kolay anlaşılabilecek niteliktedir. Olayın meydana gelişi şüpheleri uyandırmaz!

İşte bu şekilde melekler Meryem'i Allah'tan adı Meryem oğlu İsa Mesih olan bir söz ile müjdelenmişlerdi. Bu müjde O'nun türünü, kapsadığı gibi, adını ve nisbetini de içeriyordu. Onun bu nisbetten kaynağının annesi olduğu ortaya çıkıyordu. Sonra bu müjde aynı zamanda O'nun niteliklerini ve Rabbinin katındaki değerini de içeriyordu. "Dünyada da Ahirette de şanı yücedir. Ve yakınlaştırılanlardandır." Doğuşu ile birlikte meydana gelen mucize bir olayada yer veriyordu: "Beşikte insanlarla konuşur",geleceğine de bir işarette bulunulmuştu: "Erginliğinde de..." Karakteristiğine ve katıldığı kervana da değinilmiştir. "Ve o iyi kimselerdendir."

İnsanların beşeri alışkanlıklarına bağımlı olan bakire, el değmemiş genç Meryem'e gelince; O, bu müjdeyi bir genç kızın karşılayacağı biçimde karşılamıştır. Rabbine yönelmiş, O'na niyazda bulunmuş, insanın aklını hayrete düşüren bu bilmecemsi olayı deşifre etmesini taleb etmiştir:

"Dedi ki: Rabbim! Hiç kimse bana dokunmamışken nasıl bir erkek çocuğum olabilir?"

Derhal kendisine cevap geliyor: İnsanların sebep-sonuçlarà bağlı kalışları, bilgilerinin kıtlığı ve sınırlı bakışları nedeniyle hesaba katmadıkları basit gerçeğe Meryem'in dikkatini çekiyor:

"Dedi ki: İşte böyle, Allah dilediğini yapar. Bir işe hükmettiğinde yalnız ona "ol" demesi yeter O da oluverir."

İş bu birinci plandaki gerçeğe havale edildiğinde şaşkınlık ortadan kalkıyor, hayret kayboluyor, gönül huzura kavuşuyor. İnsan kendi iç alemine yöneliyor ve hayret içinde soruyor. Bu kadar yakın olduğum fıtrî ve açık bir işe nasıl oldu da hayret ettim!

İşte bu şekilde Kur'an İslâm düşüncesinin bu büyük gerçeklere bakış açısını böylesine kolay yakın ve fıtrî yolla ortaya koyuyor. Aynı şekilde karmaşık felsefelerin kördüğüm haline getirdiği şüpheleri aydınlatıyor, onu sağlam biçimde hem kalbe hem de akla yerleştiriyor.

Sonra Melek, Allah'ın doğurması için eşsiz bir şekilde Meryem'i seçtiği hakkındaki müjdelerin ve İsrailoğulları arasında nasıl yaşayacağı ile ilgili bilgileri vermeyi sürdürüyor. Burada Meryem'e verilen müjde Mesih'in geleceği tarih ile kenet!eniyor. Bir anlatımda buluşuyor. Kur'an üslûbunda sanki iki olay aynı anda gerçekleşiyor.

"Ona Kitabı, Hikmeti, Tevrat'ı ve İncili öğretecek."

Burada Kitaptan amaç, yazı yazma olabileceği gibi Tevrat ve İncil de olabilir. İkinci şıkta Tevrat ve İncilin kitaptan sonra belirtilmesi, ek bir açıklama olur. Hikmet, psikolojik bir haldir. İnsan onunla herşeyi yerli yerine koymayı, doğru olanı kavramayı ve ona bağlanmayı elde eder.

Bu gerçekten paha biçilmez bir olgudur. Tevrat da İncil gibi İsa'nın, kitabıydı. İsa'nın getirdiği dinin temelini oluşturuyordu. İncil ise, İsrailoğullarının gönül!erinde bozulan dinin özünü ve Tevrat'ı diriltecek tamamlayıcı bir kitaptı. Bu Hıristiyanlıktan söz eden pek çok kimsenin hataya düştüğü gibi bir hatadır. Onlar, Tevrat'ı ihmal ediyorlar. Halbuki, Tevrat, Mesih dininin temelidir. Toplum düzeninin üzerinde kurulduğu hayat nizamı ondadır. İncil ancak, Tevrat'ın çok az bir kısmını düzeltmiştir. İncil ise, dinin özünü yenilemek ve diriltmek için, bir nefhadır. İlahi direktifler doğrultusunda doğrudan Allah'a bağlanmakla insanın vicdanını eğitme çabasıdır. Zaten Mesih bu diriltme ve eğitme için gönderilmiş ve ilerde değinileceği gibi, tuzağa düşürülünceye kadar bu uğurda çalışmıştır.

"O'nu İsrailoğullarına şöyle diyecek olan bir peygamber olarak gönderecek "Ben size Rabbinizden mucize ile geldim. Ben sizin önünüzde çamurdan kuş biçiminde bir cisim yapar sonra ona bir nefes üflerim de Allah'ın izni ile kuş oluverir; doğuştan körler ile alacalık (ebras) hastalarını iyileştiririm. Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde hangi yiyeceklerinizi yediğinizi ve hangilerini sonraya bıraktığınızı haber veririm. Eğer mümin iseniz bu sizin için ibret alacağınız kesin bir delildir"

Bu ayeti kerime İsa'nın (selâm üzerine olsun) İsrailoğullarına peygamber gönderildiğini ifade etmektedir. İsa, onların peygamberlerïnden biridir. Bu nedenle Musa'ya.(selâm üzerine olsun) indirilen Tevrat, aynı zamanda İsa'nın da kitabıydı. Onda da İsrailoğulları topluluğunun hayatı için düzenlenen yasa vardı. Yani Tevrat yasama ve yürütme kanunlarını da kapsıyordu. İsa buna ilave olarak İncil'e de sahiptir. İncil de ruhun dirilişini, kalbin eğitilmesini ve vicdanın uyarılmasını kapsıyordu.

Allah'ın, annesi Meryem'e O'nunla beraber olacağını müjdelemesi ve pratik olarak İsrailoğullarına,gösterdiği mucizeler olan ölülere üflediğinde onların dirilmesi, kör olarak doğan çocuğu iyileştirmesi, alacalıyı iyileştirmesi, -kendisi açısındàn- gayb olan olayları haber vermesi (İsrailoğullarının gözlerinde sakladıkları yemek ve saireyi gözüyle görmekten uzak olduğu halde, haber vermesi) mucizesidir.

Bu olağanüstü olayların meydana gelişi sürekli olarak Allah'ın iradesine bağlanmıştır. Hz. İsa (selâm üzerine olsun) daha gayb aleminde, Allah'ın takdirinde yàratılıp Hz. Meryem'e müjdelendiğinde bu gerçeği dile getirmiş, daha sonra dünyaya gelip büyüdüğünde de, o gerçeği her fırsatta dile getirmiştir. Ayetler özellikle bu noktaya Allah'ın iznine detaylı ve yoğun biçimde yer vermektedir. Yanlış anlaşılmasını önlemek amacıyla sonunda Allah'ın iznine yer verilmeden sözü kesmemektedir!

Bu mucizeleri genellikle hayat ve ölüm, sağlık ve afiyet, körlük ve görmeyle ilgilidir. Bunlar öz olarak İsa'nın doğuşu, Adem'in (selâm üzerine olsun) örneği dışında hiçbir eşine rastlanmayacak biçimde İsa'ya varlık ve hayatın bahşedilmesiyle ilgilidir. Madem ki Allah, bu mucizeleri bir kulunun eliyle gerçekleştirmeye güç yetirebiliyor. Öyleyse Allah bu tek varlığı örneksiz de yaratmaya güç yetirebilir. İşi Allah'ın özgür dilemesine havale ettiğimizde ve yüce Allah'ın insanların alışılageldiği sınırlamalara bağımlı kalmadığımızda bu özel doğuşun yaratışı etrafında oluşturulan bütün şüphelere ve masallara hiç de gerek kalmayacaktır!

HRİSTİYANLIK

"Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilan etmek üzere Rabbiniz tarafından kesin bir kanıtla size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz.

"Allah benim de sizin de Rabbimizdir, O'na kulluk ediniz, doğru yol işte budur."

İsa'nın (selâm üzerine olsun) İsrailoğullarına yaptığı çağrının bu şekilde sona ermesi Allah'ın dininin yapısı ve tüm peygamberlerin (salât ve selâm üzerlerine olsun) çağrısında bu dinin nasıl anlaşıldığı noktasında bir takım köklü gerçekleri açığa çıkarmaktadır. Ve bunlar bizzat İsa'nın (selâm üzerine olsun) dili üzerè ifadesini bulurken gerçekten özel bir değer kazanan gerçeklerdir. Çünkü İsa, doğuşu ve gerçek mahiyeti konusunda ancak şüpheler üretilen bir kişidir. Fakat bu tür şüpheler bir peygamberden diğerine değişmeyen Allah dininin özünden sapmaktan kaynaklanmaktadır.

O şunları söylerken "Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilân etmek üzere..." derken. Mesihliğinin gerçek karakterini ortaya koyuyordu. Musa'ya (selâm üzerine olsun) indirilen Tevrat -ki bu kitap o zamanın ihtiyaçlarına ve İsrailoğullarının yaşam şartlarına uygun sosyal hayatı düzenleyen hükümleri kapsıyordu. Zira Tevrat'ın öngördüğü dindarlık, belli bir zaman diliminde, belli bir insan topluluğuna özgü bir yaşam tarzıydı. Evet aynı Tevrat, Mesih'in (selâm üzerine olsun) peygamberliğinde de güvenilir bir kaynaktı. O'nun peygamberliği de Tevrat'ı doğruluyordu. Bunun yanında Allah'ın kendilerine haram kıldığı birtakım şeylerde düzeltmeler yaparak onları helal kılıyordu. Aslında bu haram kılınan şeyler, zamanında İsrailoğullarının günahları ve sapmaları sonucunda ceza olarak haram kılınmıştı. Allah onlara helâl olan birtakım şeyleri haram kılmakla onları uslandırmak istemişti. Sonra Allah'ın iradesi Mesih (selâm üzerine olsun) ile onlara merhamet etmek istemiş, kendilerine haram kıldıklarından bir kısmını helal kılmıştır.

Buradan da anlaşılıyor ki: Dinin karakteri -hangi din olursa olsun- insan yaşamına bir düzenleme getirmeyi kapsamaktadır.

Böyle din, yalnız ahlâki eğitim alanına sırf vicdanî duygulara sadece ibadetlere ve sembolik uygulamalara yönelik tarafta yetinmemektedir.

Bunların yalnız birine yönelen sistem din olamaz. Öyleyse din Allah'ın insanlar için belirlediği yaşam biçiminden insanın hayatını Allah'ın sistemine bağlayan yaşam düzeninden başka bir şey değildir.

Allah'ın yoluna uygun bir biçimde insanın hayatını düzenlemek isteyen herhangi bir dinde, imana dayalı inanç unsurunun, ibadetin sembolik uygulamalarından, ahlâki değerlerden, düzenleyici yasalardan birinin olmaması mümkün değildir. Bu alanların herhangi birinde meydana gelecek olan kopukluk dinin psikolojik ve sosyal yaşam üzerindeki edimini sonuçsuz kılacaktır. Ve bu din Allah'ın dilediği biçimdeki din anlayışına ve dinin karakterine aykırı düşecektir. İşte hıristiyanlığın uğradığı felâket budur. Tarihin birtakım cilveleri bir taraftan son din gelinceye kadar ki belli bir zaman dilimi için gönderildiği halde belirlenen zaman dilimini aşarak yaşamını sürdürmesi öbür tarafından bu dinin sosyal düzenle ilgili yaşamaların tarafını; Ahlâk, ibadet ve maneviyat tarafından ayırmıştır. Böylece yahudiler ile Mesih (selâm üzerine olsun) Mesih'in Havarileri ve daha sonra O'nun dinine bağlananlar arasında köklü bir düşmanlık baş göstermiştir. Bu da yasaları içeren Tevrat ile Manevi dinlisi ve ahlâki uslandırmayı kapsayan İncil'in birbirinden ayrılmasını doğurmuştur. Sonra bu yasalar belli bir zaman dilimine özgü ve insanların belli bir topluluğuna mahsustur. Allah'ın taktirinde bu açığı kapatacak kendisi için belirlenen zaman diliminde gönderilecek insanlığın tamamını yönlendirecek sürekli kalıcı bir yasa (Şeriat) vardı.

Ne olursa olsun artık hristiyanlık yasasız bir inanç konumuna düşmüştür. Bu nedenle de kendisine bağlanan ulusların sosyal yaşamlarını idare etmekten aciz bir duruma düşmüştür. Sosyal hayatı idare etmek, bütün evreni yorumlayan, insanın hayatını ve evrendeki konumunu açıklayan insanla ilgili bir düşünceyi gerektirir. Bir ibadet sistemi ve ahlâkî değerleri zorunlu kılar. Sonra bu inançla ilgili düşünceden ibadetle ilgili sitemden ve ahlâk ile ilgili değer yargılarından kaynaklarına, toplumun hayatını düzenleyici hükümleri zorunlu olarak gerektirir. İşte bu temel nitelikleri taşıyan bir din ancak anlaşılabilir. Fonksiyonları ve sağlıklı güvenceleri bulunan sosyal bir düzen kurmayı garanti edebilir.

Hıristiyanlık dininde bu ayrılık meydana gelince, Hıristiyanlık insan hayatı içinde kapsamlı bir düzen olmaktan çıktı. Hıristiyanlar da manevi değerler ile bütün hayatlarında yer alan pratik değerleri birbirinden ayırmak zorunda kaldılar. Tabii ki hayatın, üzerinde kurulduğu sosyal düzen de bunların arasındaydı. O zaman sosyal düzenlemeler tabii olan sarsılmaz temellerine değil de başka temellere dayandırıldı. Dolayısıyla belli bir zemine oturmadan havada kaldı ya da bozuk bir temele dayandırıldı!

Bu durum, insanın hayatında basit bir iş, insanlık tarihinde de küçük bir olay değildir. Bu gerçek anlamda bir felaketti. Talihsizliğin, şaşkınlığın, çözülmenin, sapmaların, bugünkü Materyalist medeniyetin içinde yüzdüğü belâların başlıca kaynağı olan büyük bir felaket. Bu ise, bugüne kadar hâlâ hıristiyanlığa -ki hıristiyanlık bir yaşama sistemine sahip olmadığından sosyal bir düzenden de yoksun kalmıştır- bağlı bulunan ülkelerde olsun büyük bir tehlike oluşturdu. Aslında hıristiyanlığa tamamıyle sırtını dönen ülkelerde olsun büyük bir tehlike oluşturdu. Aslında hıristiyanlığa sırtını dönen ülkeler de Hıristiyan olduklarını ileri sürenlerden farklılık arz etmemişlerdir. Hazreti İsa'nın getirdiği şekliyle Hıristiyanlık din kavramına gerçekten layık olan her dinin özelliğinde olduğu gibi Mesihlik de bir dindir. Allah ile ilgili inanç düşüncesinden ve bu düşünceye dayalı ahlâki değerlerden kaynaklanan hayatı düzenleyici yasalardan oluşmuştur.

Bu kapsamlı ve birbirini tamamlayan sütunlar olmadıkça Hıristiyanlıktan sözedilemez. Ve mutlak anlamda hiçbir dinden de bahsedilemez! Bu kapsamlı ve birbirini tamamlayan temellere dayanmaksızın insanın hayatı için gerekli manevi ihtiyaçlarına cevap verilemez. Hayatının pratiğini oluşturacak maneviyatını, hayal ve ruhunu Allah'a doğru yükseltecek sosyal bir düzen kurulamaz. Bu gerçek, Mesih'in (selâm üzerine olsun) şu sözlerinde göze çarpan olgulardan biridir.

"`Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilân etmek üzere Rabbiniz tarafın dan kesin bir kanıtla size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz."

O bu gerçeği tebliğ ederken birinci büyük gerçeğe dayanmaktadır: Hiçbir şüpheye yer bırakmayan Tevhid gerçeğine istinad etmektedir.

"Ben size Rabbinizden bir mucize ile geldim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Allah, benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Ona kulluk ediniz. Doğru yol işte budur."

Yüce Allah'ın dininin bütünü ile üzerinde kurulduğu inanca dayalı gerçeği ilân etmektedir. Göstermiş olduğu mucizeleri kendi katından getirmiş değildir. O bir insan olduğundan bu mucizeleri yaratacak güçte olamaz. Kendisi bu mucizeleri Allah katından getirmiştir. Onun çağrısı herşeyden önce Allah korkusu ve Peygamberine itaat temeline dayanmaktadır. Sonra Allah'ın hem kendisinin hem de yaratıkların Rabbi olduğunu pekiştirmektedir. İbadetle bu yüce Rabbe yönelmelerini vurgulamaktadır. "Allah'tan başkasına kulluk yoktur." Sözünü kapsamlı bir gerçek ile noktalıyor. Rabbi birleme, O'na kulluk etme, peygambere ve onun getirdiği düzene itaat etme; "Bu doğru bir yoldur"... Onun dışında kalanlar sapmadır, yanlıştır. Ve onlar asla din değildir...

HAVARÎLER

Meleklerin Meryem'e, beklenen oğlunun vasıflarını, Peygamberliğini mucizelerini ve sözleriyle ilgili müjdelerini belirten ayeti kerimeler doğrudan doğruya İsa'nın (selâm üzerine olsun) İsrailoğullarının inkâra kalkışacaklarını anlamasını ifade ettikten sonra Allah'ın dinini tebliğ etmek amacıyla kimin kendisine destek olacağını tesbit edişine geçmektedir.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
52- İsa, İsrailoğulları'nın inkarcı tutumlarını görünce Allah uğrunda bana yardımcı, destekçi olacak olanlar kimlerdir?' diye sordu. Havariler `Biz Allah'ın destekçileriyiz, Allah'a iman ettik, şahid ol ki biz müslümanız' dediler.
53- `Éy Rabbimiz, indirmiş olduğun mesaja inandık, Peygambere uyduk, bizleri bu mesajın canlı şahitleri arasına yaz.

Burada ayetlerin anlatımında büyük bir boşluk göze çarpmaktadır. İsa'nın doğuşu, annesinin onu topluluğa göstermesi ve kendisinin de beşikte onlarla konuşması, yetişkin yaşta kavmine çağrıda bulunması anlatılmamıştır. Ayrıca annesinin müjdelenmesinde sözü edilen bu mucizelerin onun tarafından kendilerine. sunulması söz konusu edilmemiştir. Kıssanın bu kesiti Meryem suresinde anırtılmıştır. Kur'an kıssalarında bu tür boşluklara rastlanmaktadır. Zira bu kıssalarda, bir taraftan aynısı ile tekrara yer verilmiyor, bir taraftan da yalnız surenin konusu ve temasıyla ilgili halkalar ve buna ilişkin sahnelerin verilmesi yeterli görülüyor. Herbirinin ardından, Allah'ın varlığına tanıklık ettiği, Allah'ın kudretinin kendisini desteklediği gibi insanların gücünü aşan mucizelerin hepsini gözler önüne seren Mesih, İsrailoğulları'nın birtakım bağlarım ve yükümlülüklerini hafifletmek için gönderilmiş olmasına rağmen, İsrailoğullarının inkara kalkışacaklarını anlıyor. İşte bu sırada nihai çağrısını yapıyor:

"Allah uğrunda bana yardımcı, destekçi olacak olanlar kimlerdir?"

Allah'ın dinine, mesajına, sistemine ve düzenine çağırmada kim bana destek olur? Kim bana yardım eder ki ona tebliğde bulunayım ve onunla görevimi yerine getireyim? Her inanç ve dâva sahibinin yanında, kendisi ile beraber hareket eden onun davranışını yüklenen, savunan, ulaşabildiklerine ulaştıran ve ondan sonra davasını yaşatan destekçilerin bulunması gerekir.

"Havariler: Biz Allah'ın destekçileriyiz Allah'a iman ettik. Şahit ol ki müslümanız."

Havariler burada İslam'ı, dinin özü anlamında kullanıyor. İsa'yı (selâm üzerine olsun) bu müslümanlıklarına ve Allah'ın yardımına... Yani onun Peygamberlerinin, dininin ve hayat sisteminin yardımına koşmalarına tanık tutuyorlar. Sonra Rabblerine yöneliyorlar ve pratik olarak yaşadıkları bu olaylarda doğrudan Allah ile ilişki kuruyorlar:

"Ey Rabbimiz! İndirmiş olduğun mesaja inandık ve Peygamber'e uyduk. Bizleri bu mesajın canlı şahidleri yaz."

Allah ile doğrudan sözleşmek için bu yönelişte önemli bir nokta var. Mümin başta Rabbi ile sözleşme yapar. Peygamber onu tebliğ ettiğinde inanç hususunda Peygamberin görevi biter, Allah ile sözleşme gerçekleşir. Bu sözleşme peygamberden sonra da mümini bağlayıcı niteliktedir.

Bu sözleşmede peygambere uyulacağına dair söz verilmiştir. Mesele, vicdanda yer alan bir inançtan ibaret değildir.

Burada önemli olan belirlenen yolu izlemek ve bu yolda Peygambere uymaktır. İşte İslâm'ın bu anlamı, gördüğümüz gibi aynı zamanda surenin öteden beri üzerinde yoğunlaştığı ve değişik üslûblarla tekrar ettiği bir olgudur.

Havarilerin sözlerindeki başka bir ifade ayrıca dikkat çekiyor. .

"Bizi şahidlerle beraber yaz."

Ne şahidliği ve hangi şahitler? Allah'ın dinine iman etmiş müslümanın, bu dine tanıklık etmesi istenmektedir. Bu tanıklık, dinin hayatta kalma hakkını pekiştirecek bir tanıklıktır. Bu dinin insanlara vermek istediği hayırlı mesajı destekleyen bir şahidliktir. Kişi canıyla, ahlâkıyla, yaşantısıyla, hayatıyla bu dinin canlı bir şekli olmadıkça bu şahidliğin gereğini yerine getirmiş olamaz. Bu öyle canlı bir tablodur ki insanlar onda bu dinin var olmaya daha lâyık olduğunu, yeryüzünde var olan diğer sistemlere, düzenlere ve organizasyonlara oranla daha iyi ve daha üstün olduğunu rahatlıkla görebilmektedirler.

İnsan hayatının temelini, toplumun düzenini, kendisinin ve toplumunun yasasını bu dinden almadığı, bu çerçevede bir toplum kurmadığı, bu sağlam ilâhî sisteme uygun olarak işlerini idare etmediği,bu toplumu kurmak ve bu yaşam biçimini gerçekleştirmek uğrunda cihad etmediği, toplum hayatında Allah'ın sistemini gerçekleştirmeyen başka bir toplumun gölgesinde gerçekleştirmeyen başka bir toplumun gölgesinde yaşamaktansa ilahi nizamın uğrunda ölmeyi tercih etmediği sürece bu şehadetin gereğini ödemiş olmaz.

Böylece insan, bu dinin bizzat yaşamaktan daha hayırlı olduğuna, yaşayanların elde etmeye çalıştığı en değerli varlıktan daha aziz olduğuna şehadet etmiş olacaktır. Bu nedenle o "şehid" diye anılacaktır.

İşte bu havariler, kendilerini Allah'ın dinine şahidlik edenlerle birlikte yazması için Allah'a dua ediyorlar. Yani bu dinin canlı bir örneği olabilmeleri için kendilerine yardım etmesini ve başarılı kılmasını, O'nun hayat sistemini gerçekleştirme, bu sistemin pratik olarak yaşandığı bir toplum kurma uğrunda cihad etmeye göndermesini diliyorlar... İsterse, bu dinin gerçeğine "şahidlik edenlerden olma kendilerine hayatları pahasına mâl olsun!

Bu dua, kendisinin müslüman olduğunu iddia eden herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir niyazdır. İşte Havarilerin anladığı İslâm budur.

Gerçek müslümanların vicdanlarındaki İslâm budur! Dinine karşı bu şahidlikte bulunmayan ve onu gizleyen, kalben günahkârdır. Kişi müslüman olduğunu iddia edèrde kendisi İslâm'ın öngördüğü bir hayat yaşamaz veya bunu kendi içinde yaşar, fakat onu hayatın her alanında uygulamaz da kendi yaşamını dinin yaşamasına tercih edip Allah'ın hayat için öngördüğü yaşam biçimini yürürlüğe koymak için cihad etmezse o şahitliğinde gedik açmış olur. Veya bu dinin tersine bir şehadette bulunmuş olur. Böyle bir şehadet, başkasının da bu dini kabullenmesiyle engel olacaktır. Çünkü başkaları, bu dine bağlı olanların ondan yana değil onun aleyhine şahidlik ettiklerini göreceklerdir! Kendisi iman edenlerden olmadığı halde, bu dine iman ettiğini iddia etmek suretiyle başkalarını Allah'ın dininden alıkoyanlara yazıklar olsun.

Şimdide âyetler İsa (selâm üzerine olsun) ile Yahudiler arasında geçen kıssanın sonuna değiniyor.
 
Son düzenleme:

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
54- Hile yaptılar. Allah da onları cezalandırdı. Ve Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir.

55- Hani Allah şöyle demişti; `Ey İsa, ben senin canını alacak, katıma yükseltecek ve kâfirlerin iftiralarından arındıracağım, sana uyanları da kıyamet gününe kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz ve ben anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim.'

56- Kâfirler var ya, onları ağır bir azaba çarptıracağım, onların hiçbir yardımcısı olmayacaktır.

57- İman edip salih ameller (iyi işler) yapanlara gelince, Allah onların mükafatlarını eksiksiz olarak verecektir, Allah zalimleri sevmez.
Kendi peygamberleri İsa'ya (selâm üzerine olsun) inanmayan yahudilerin tezgahladığı tuzak gerçekten enine boyuna büyük bir tuzaktır. Yahudiler İsa'ya (selâm üzerine olsun) ve erkek eli değmemiş olan annesine iftira ettiler. Bir ara Meryem ile evlenmek isteyen fakat İncil'lerinde belirttiği gibi, O'nunla evlenmeyen Yusuf en-Neccar ile ilişki kurmakla suçladılar... Ona yalancılık ve sihirbazlık itham ettiler.

Kendisini Roma İmparatoru Platos'a jurnàl ettiler; Hz. İsa'nın halkları hükümete karşı ayaklandıran bir "anarşist" olduğunu ileri sürdüler! Halkların inançlarını sarsan ve karıştıran büyücü biri olarak göstermeye çalıştılar! Nihayet, Kral O'nu kendi elleriyle cezalandırmaları için Yahudilere teslim etti. Platos putperest olduğu halde, adamın bu suçu işlemiş olduğunu gösteren hiçbir şüphenin izine rastlamamıştı. Bu onların kurdukları desîselerden sadece bir tanesidir.

"Yahudiler İsa'ya karşı komplo düzenlediler. Allah da onların komplolarını boşa çıkardı."

Burada onların planları ile Allah'ın planları arasındaki benzerlik yalnız ifade biçiminde göze çarpmaktadır. Tezgâh; plan demektir. Karşılarına Allah'ın planını çıkarmakla onların tezgahlarının ve hilelerinin ne kadar gülünç olduğunu ortaya koyuyor. Onlar nerede; Allah nerede? Onların tezgahları nerede Allah'ın plânları nerede? Onlar Hz. İsa'yı (selâm üzerine olsun) asmayı ve öldürmeyi istediler. Allah ise, O'nu vefat ettirmeyi ve kendisine yükseltmeyi diledi. Küfredenlerin arasında yaşamaktan, pis ve aşağılık yaratıklar olanlardan arındırmak ve kıyamet gününe kadar O'na bağlananları kafirlere üstün kılmakla ikramda bulunmak istedi. Neticede Allah'ın dilediği oldu. Ve Allah tuzak peşinde koşanların tezgahlarını etkisiz bıraktı:

"Hani Allah şöyle demişti: "Ey İsa, ben senin canını alacak, katıma yükseltecek ve kafirlerin iftiralarından arındıracağını, sana uyanları da kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz. Ve ben anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim."

Fakat O'nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o nasıl yükseltildi... Bu konu Allah'tan başkasının yorumunu bilemeyeceği "müteşabih" kapsamına giren gayb meselesidir. Onları araştırmakla elde edilecek yararlı bir sonuç yoktur. Ne inançta ne de hukukta bunun bir yararı olmaz. Bu meselelerin peşine düşenler ve onları tartışma konusu edenler sonunda kuşkuya kapılırlar, kafaları karışır ve çıkmaza girerler. Allah'ın bilgisine havale edilen bu meselede ne kesin bir gerçeğe ne de gönül huzuruna kavuşabilirler. Allah'ın İsa'ya bağlı olanları kıyamet gününe kadar kafirlerden üstün kılacağı meselesine gelince burada yorumda bulunmak zor olmayacaktır.

Ona bağlı olanlar Allah'ın doğru dinine... İslâm'a iman edenlerdir. Tüm peygamberlerin gerçekliğini tanıdığı, her peygamberin kendisine çağırdığı Allah'ın gerçek dinine iman eden herkesin inandığı dine iman edenlerdir... Bu nitelikleri taşıyanlar ise, Allah'ın terazisinde kıyamete kadar kafirlerden üstündür. İman gerçeği ve bağlılık gerçeği ile kafirlerin ordusuna karşı koydukları sürece bu üstünlük somut bir hakikat olarak hayatta gözlenecektir. Allah'ın dini tektir. Meryem oğlu İsa'da kendisinden önceki ve sonraki peygamberlerin getirdiği gerçeğin aynısına çağrıda bulunmuştur. Hz. Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) uyanlar, Adem'den (selâm üzerine olsun) zamanın sonuna kadar geçen bütün peygamberler kervanına uymuş olurlar.

Bu kapsamlı anlayış, sûrenin anlatımına ve bu anlatımın üzerinde yoğunlaştığı din gerçeğine de uygun düşmektedir. Ayetler Allah'ın, Hz. İsa'ya (selâm üzerine olsun) haber vermesi sayesinde hem müminlerin hem de kafirlerin son duraklarına da değinmektedir.

"Sonra dönüşünüz yalnız banadır"..

"Hani Allah şöyle demişti; `Ey İsa, ben senin camı alacak, katıma yükseltecek ve kâfirlerin iftiralarından arındıracağım, sana uyanları da Kıyamet gününe kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz ve ben anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim."

"Kâfirler varya, onları ağır bir azaba çarptıracağım, onların hiçbir yardımcısı olmayacaktır."

"İman edip salih ameller (iyi işler) yapanlara gelince Allah onların mükâfatlarını eksiksiz olarak vérecektir, Allah zalimleri sevmez."

Buayetlerde cezanın ciddiyeti ve asla şaşmayan, hiçbir yersiz umut ve iftira ile ilişkisi olmayan adaletin ciddiyeti açıklanıyor.

Bu, kendisinden kaçılamayacak Allah'a dönüştür. Ayrılığa düşülen konularda Allah'ın hiçbir şekilde reddedilemeyecek hükmünü vermesidir.

Kafirler için hem dünya hem de ahirette ağır bir işkencedir ve kimse onlara destek olmayacaktır. İman edenlere salih amel işleyenlere mükafatları hiçbir arttırma ve eksiltmeye yer verilmeksizin verilişidir... "Allah zalimleri sevmez..." Zalimleri sevmediği halde zulmetmekten uzaktır.

Öyleyse ehl-i kitabın, "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmaz" anlamındaki bütün sözleri, Allah'ın adalet sistemindeki "ceza" ile ilgili hayal üzerine düzdükleri bütün bu anlayışlar boştur. Boştur... Bir temele dayanmamaktadır.

KISSADAKİ HAKİKAT

Ayeti kerimelerin seyri, tartışmanın ve mücadelenin etrafında dönüp dolaştığı Hz. İsa hakkında kıssadan çıkarılacak temel gerçekleri belirtmeye başlamaktadır. Hz. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) ehl-i kitabla aralarındaki diyaloğa ve tartışmaya son verecek, getirdiği ve kendine çağrıda bulunduğu davanın gerçekliğinde net bir açıklık ve kesin bir inançla karar kılacak bir karşı koyuşu telkin etmekle sona ermektedir:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
58- Sana okuduğumuz bu kıssalar ve direktifler, ayetlerden ve hikmetli zikirdendirler.

59- Allah katında İsa örneği, Allah'ın topraktan yarattıktan sonra ' ol" demesi ile oluveren Adem örneği gibidir.

60- Bu anlattıklarımız Rabbinden gelen gerçektir. Sakın kuşkuya kapılanlardan olma.

61- Sana gelen bilgiden sonra kim bu konuda seninle tartışacak olursa de ki; `Geliniz, evlatlarımızı ve evlatlarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendinizi ve kendimizi biraraya çağıralım; sonra karşılıklı lânetleşerek Allah'ın lânetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim.

62- Bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah'tan başka ilah yoktur. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.

63- Eğer sırt çevirirlerse kuşkusuz Allah kimlerin bozguncu olduğunu bilir.

64- Deki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'ın kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim.'

Aynı şekilde bu açıklamanın da başta Hz. Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) gönderilen vahyin doğruluğuna parmak basmakla işe başladığını görüyoruz: "Sana okuduğumuz bu kıssalar ve direktifler, ayetlerden ve hikmetli zikirlerdendir"

Bu kıssalar ve bu Kur'anî direktiflerin tamamı Allah tarafından bir vahiydir. Allah onları Peygamberine okuyor. İfade şeklinde değer verme, yakınlık ve sevgi var. Yüce Allah, Peygamberi Muhammed'e okumayı öğretmeyi bizzat üzerine aldıktan sonra geriye ne kalır? Ayetlerin ve "Zikr-i Hakîm"in okumasını... Kuşku yok ki O, hikmet sahibidir. İnsanın ruhu ve hayatındaki büyük gerçekleri, fıtrata hitap eden bir yöntem ve uygun bir yolla belirtir. Bu biricik kaynağın dışından kaynaklanan, alışılmadık bir biçimde, şefkat ve sevgi ile onlara ulaşmaya çalışır.

Sonra Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun) gerçekliği ve herşeyi var ettiği gibi, İsa'yı da var eden, yaratma ve iradenin özelliğini belirtmede kesin açıklamalar getiriliyor:

"Allah katında İsa örneği, Allah'ın topraktan yarattıktan sonra "ol" demesi ile oluveren Adem örneği gibidir."

İsa'nın doğuşu, insanların alışageldiği realitelerle kıyaslandığında gerçektèn ilginçtir. Fakat insanlığın babası Hz. Adem'in yaratılışına kıyas edildiğinde ilginç tarafı kalır mı? -Doğuşu nedeniyle- İsa konusunda tartışma yapan, mücadele eden ve babasız olarak yaratıldığındàn dolay O'nun etrafında kuruntu ve masallardan ağlar örmeye çalışan ehli kitap... Evet aynı ehli kitap, Adem'in topraktan yaratıldığını Allah'ın ruhundan soluk üflenmekle O'na bu insani organizmanın kazandırıldığını kabul ediyor... İsa'nın etrafında ördükleri masalları hikayeleri Adem in etrafında örmeye çalışmıyorlar! Adem için; O'nun Lahuti bir tabiatı vardır" demiyorlar! Halbuki Adem'in kendisinden insan olarak yaratıldığı unsur, İsa nın babasız olarak doğmasına neden olan unsurun aynısıdır: Her ikisinde de temel faktör ilahi nefhadır! Ve bu İlâhî nefha da "ol!" sözünden başka bir şey değildir. Yaratılmak istenen herşey onunla yaratılır: "O da oluverir".

Böylece bu gerçeğin... Hz. İsa gerçeğinin... Hz. Adem gerçèğinin... Bütünü ile yaratma gerçeğinin yalınlığı ortaya çıkar. Kolayca ve net bir biçimde insanın gönlüne iner. Öyleki insan onà hayret eder: Allah'ın büyük yasasına, yaratma ve geliştirme yasasına birden uygun düşen bu olay etrafında nasıl tartışma körüklenebilir?

İşte "Zikri Hakim"in fıtrata, fıtratın realitesine dayalı yalın mantığıyla hitap etmede izlediği yol budur. Bu yolla en karmaşık problemler o kadar kolay ve rahat çözülüyor ki hayran olmamak mümkün mü?

Ayetlerin akışı problemi bu açıklama noktasına getirdikten sonra Hz. Peygamber e (salât ve selâm üzerine olsun) yöneliyorken, kendisi ile beraber bulunan, kendisine okunmakta olan algısı ile pekiştirildiği gibi, zaman zaman ehli kitap tarafından körüklenen şüphelerin, karıştırmaların ve çirkin saptırmaların bazıları üzerinde, etkili olduğu etrafındaki müslümanların algılariyle de pekiştirilen gerçek üzere diretmeye yöneltmektedir.

"Gerçek senin Rabbindendir; şüphe edenlerden olmaz"...

Rasulüllah (salât ve selâm üzerine olsun) hayatının hiç bir anında Rabbinin kendisine okuduğundan şüphe etmedi ve onlardan kuşkulanmadı. Bu uyarı ancak Hak üzere sebat etmesine teşviktir. Bu sırada müslüman cemaatın kendi bireylerinden bazıları aracılığıyla ne denli desîselerle karşı karşıya olduğunu kavrayabiliyoruz. Aynı şekilde müslüman ümmetin bütün nesiller boyunca bu düzenbazlıklardan neler çektiğini çıkarabiliyoruz. Düzenbazların ve aldatıcıların karşısında müslümanların Hakk üzere sebat etmesinin zorunlu olduğunu, düşmanların her asırda daha modern yöntemlerle onu bu gerçekten alıkoymaya çalıştığı idrak ediyoruz.

Burada mesele aydınlandıktan ve gerçek net olarak ortaya çıktıktan sonra yüce Allah, sevgili Peygamberini açıklık kazanan meselede, bu apaçık gerçekle ilgili olarak tartışma ve cedelleşmeyi bırakmaya çağırıyor: Aşağıdaki ayetle açıklandığı şekilde onları lanetleşmeye çağırmasını istiyor:

"Sana gelen bilgiden sonra kim bu konuda seninle tartışacak olursa de ki; "Geliniz, evlatlarımızı ve evlatlarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi biraraya çağıralım; sonra karşılıklı lânetleşerek Allah'ın lânetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim."

Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) bu konuda kendisi ile tartışanları bu kalabalık toplantıya çağırmış ve iki taraftan hangisi yalancıysa, Allah'ın ona lanet etmesini dilemelerini istemişti. Fakat onlar işin sonundan endişe ederek lanetleşmeye yanaşmamışlardı. O zaman gerçek açık biçimde ortaya çıkmıştı. Rivayetlerin bildirdiğine göre onlar, toplumlarındaki konumlarını korumak, kilise adamlarının yararlandığı otorite, makam, menfaat ve nimetleri elden kaçırmamak için bu gerçeğe teslim olmamışlardı! Bu dinden alıkoyanların muhtaç olduğu şey apaçık delil değildi. İnsanları gizli kapaklı tarafı bulunmayan apaçık gerçekten alıkoyan menfaatler, maddi beklentileri ve heva ve heves peşinde koşmalarıydı.

Lanetleşmeye çağıran ayeti kerimelerden sonra -belki de bu ayetler onların lanetleşmeye yanaşmamalarından sonra inmiştir- Vahiy hakikati... Kıssaların gerçeği yani konunun eksenini oluşturan Vahdaniyet gerçeği açıklanıyor. Hakikatten yüz çevirenler ve bu yüz çevirmeleriyle yeryüzünde bozgunculuk yapanlar tehdit ediliyor:

"Eğer sırt çevirirlerse kuşkusuz Allah kimlerin bozguncu olduğunu bilir"

"Bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah'tan başka ilâh yoktur. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."

Bunassların belirttiği gerçekler daha önce de belirtilmişti. Bunlar lanetleşme çağrısından ve onun reddedilişinden sonra pekiştirme için anlatılmaktadır. Buradayeni olan, gerçekten sırt çevirenlerin bozguncular diye nitelenmeleri ve Allah'ınbozguncuları bildiği gerçeğiyle onların tehdit edilmesidir.

Tevhid gerçeğinden yüz çevirenlerin üstlendikleri bozgunculuk büyük bir fesattır. Realite olarak bozgunculuğun kaynağı, bu gerçeği kabul etmeye yanaşmamaktan başka bir şey değildir. Bu kabul ediş sadece dille onaylamak şeklinde olamaz. Dil ile onayın hiç bir değeri yoktur.

Olumsuz anlamdaki kalp ile kabul edişin de bir değeri olamaz. Çünkü bu kabul ediş insanların hayatlarında realiteye dayalı etkilerini ortaya çıkarmaz. Bozgunculuğun başlıca kaynağı, bu gerçeği insan hayatının realitesinde kendisinden ayrılmayan etkileriyle beraber kabul etmekten yan çizmektir. Tevhid gerçeğinin birinci ve ayrılmaz parçası ilâhlığı bire indirgemek ve dolayısıyla kulluğun da bir olduğunu kabul etmektir.

Allah'tan başkasına kulluk yoktur. Allah'tan başkasına itaat yoktur. Allah'tan başka hiç kimseden emir almak yoktur. Allah'tan başka kulluk yapılacak kimse yoktur.

Allah'tan başka itaat edilecek kimse yoktur. Ondan başka emir alınacak kimse yoktur. Kanun koymada emir alma, değer yargıları ve kuralları belirlemede emir alma, eğitim ve ahlâkta emir alma, insanın hayat düzeni ile ilgili her şeyde emir alma kaynağı Allah'tır. Böyle hareket edilmediği sürece bu şirkin ve küfrün kendisidir. İstediği kadar dille kabul edilsin; insanların tüm hayatlarında, teslimiyet, itaat, kabullenme ve sahiplenme gibi somut verilerini meydana getirmeyen pratiğe dönüşmeyen kalp ile kabul edişlerin bir değeri olmayacaktır.

İşlerini idare eden bir tek ilah olmadan bütünü ile bu evrenin işi düzelmez ve durumu düzene girmez:
AYET-İ KERiME
"İkisinde Allah'tan başka ilahlar olsaydı ikisi de bozulurdu" (Enbiya suresi; 22)
İnsanlara göre ilahlığın en belirgin özellikleri şunlardır: Kulların kulluketmesi, insanların hayatlarında egemen yasalar belirlemesi ve onlara bir takım ilkeler koyması... Bunların herhangi birisinde kendisinin hak sahibi olduğunu iddia edenler, ilahlığın en belirgin özelliklerini kendilerinde görüyor ve kendilerini Allah'a rağmen, insanların Rabbi konumuna sokuyor demektir.

Yeryüzünde bu türden ilahların çoğaldığı.. İnsanların birbirine tapınmaya başladığı noktadaki bozgunculuk kadar çirkin bir bozgunculuk örneği gösterilemez. Kullardan bir kulun, insanların bizzat kendisine itaat etmesi gerektiğini bizzat kendisinin onların hayatlarına hükmedecek yasaları belirleme hakkına sahip olduğunu, bizzat kendisinin değer yargılarını ve ilkeleri belirleme hakkı olduğunu iddia etmesi sırasındaki bozgunculuk... Bu kendisini putlaştıranlar Firavun gibi
AYET-İ KERiME
"Ben sizin en yüce Rabbinizim"·(Naziat suresi; 24)
demese de ilahlık iddiasında bulunuyor demektir. Buputlaşmalara yücelik verip kabul etmek ise, Allah'a ortak koşmak ya da O'nu inkar etmektir. Bu ise yeryüzündeki bozgunculuğun en çirkin şekillerinden biridir.

İLÂHÎ ÇAĞRI

Onun için ayetlerin akışı içinde bu tehditten sonra ehli kitabın ortak bir söze daveti yer almaktadır. Yalnız Allah'a kulluğa, O'na ortak koşmamaya ve birbirini Allah'ın dışında Rabbler edinmemeye davet. Aksi takdirde bu mesaja aykırı bir davranış hiçbir konuşmaya ve tartışmaya yer verilmeyecek bir yol ayrımını gerektirecektir:

"De ki: "Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilah edinmeyelim."

Şüphesiz ki bu insaflı bir çağrıdır. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) kendisinin ve beraberindeki müslümanların onlara üstünlük sağlamaya çalıştığı bir çağrı değildir. Ortak bir çağrıdır. Hepsi aynı hizada O'nun önünde duracaktır. Bazısı bazısına üstünlük taslamayacak, bir kısmı bir kısmını kul edinmeyecektir. Bu çağrıyı inatçı, bozguncu, sarsılmaz gerçeğe gelmek istemeyenden başkası reddedemez.

Bu, yalnız Allah'a kulluğa çağrıdır. Ona hiçbir varlığı.. hiçbir insanı hiçbir taşı ortak koşmamaya çağrıdır. İnsanların birbirlerini hiçbir Nebiyi, hiçbir Resulü Allah ile birlikte ilah edinmemesine çağrısıdır. Peygamberlerin hepsi de Allah'ın kullarıdır. Allah onları emirlerini tebliğ etsinler diye seçmiştir. İlahlık ve Rububiyette kendilerini Allah'a ortak etsinler diye değil...

"Eğer sırt çevirirlerse, deyin ki: Bizim müslüman olduğumuza tanıklık edin" Eğer ortaksız olarak yalnız Allah'a ibadet etmeyi, yalnız Allah'a kulluk ki bu iki eylem, kulların uluhiyete karşı tutumlarını belirlemektedir reddederlerse...
AYET-İ KERiME
"Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: "Bizim müslüman olduğumuza tanıklık edin"

Müslümanlarla Allah'a rağmen birbirlerini Rabbler edinenler arasındaki bu karşılaştırma, müslümanların kimliğini net ve kesin olarak ortaya koymaktadır. Müslümanlar yalnız Allah'a ibadet edenler, kendisine kul olmaya yalnız Allah'ı lâyık görenler ve Allah'a rağmen birbirini Rabbler edinmeyenlerdir. Müslümanları diğer uluslardan ve inançlardan, müslümanların yaşam tarzını, bütün insanların yaşam tarzından ayıran başlıca nitelikler bunlardır. Ya bu nitelikler onların üzerinde gerçekleşecek ve onlar müslüman olacaktır. Ya da bu vasıflar onların üzerinde gerçekleşmeyecek ve ne kadar müslüman olduklarını iddia etselerde müslüman olmayacaklardır!

İslâm insanları, kullara kulluktan kurtaran tam bir özgürlüktür. İslâm nizamı da diğer düzenler arasında özgürlük hareketini gerçekleştiren biricik düzendir. İnsanlar, yeryüzü kaynaklı düzenlerin hepsinde birbirini Allah'a rağmen Rabbler edinirler.. Bu birbirini rabb edinme olayı en katı dikta rejimlerinde göze çarptığı gibi, en ileri demokrasilerde de ortaya çıkmaktadır. İlahlığın en başta gelen özelliği, insanları kendisine taptırma ve kurumlarını, sistemlerini yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini benimsetmedir. Bu, yeryüzü kaynaklı bütün düzenlerde şu veya bu şekilde birtakım insanların tekeline girmiştir. Şu veya bu konumda insanlardan bir topluluğa havale edilmiştir. Geniş halk kitlelerinin kendisinin belirlediği yasalara, değer yargılarına, ilkelerine ve düşüncelerine boyun eğdiği bu topluluk yeryüzü ilahlarıdır.

İnsanların ilahlık ve rububiyet özelliklerini kendilerinde görmelerine izin vermeleri ve Allah'a rağmen birbirlerini rabler edinmelerinin tipik örneğidir bu. İnsanlar, bu ilahları böyle kabul etmekle, onlara secde etmeseler de, önünde eğilmeseler de Allah'a rağmen onlara kulluk etmiş olurlar. Zira kulluk Allah'tan başkasına yönelme imkanı olmayan bir ibadettir. İşte ancak İslam nizamında insan bu boyunduruktan kurtulur.

Özgürlüğe kavuşur. Düşüncelerini, düzenlerini, yaşam biçimlerini, yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini yalnız Allah'tan alan bir özgürlüğe kavuşur. Bu konuda onun konumu diğer tüm insanların konumu gibidir. O ve diğer bütün insanlarla eşit konumdadır. Hepsi aynı düzeydedir. Hepsi Allah'ın emrindedir. Allah'a rağmen birbirlerini Rabbler edinmezler. İşte bu anlamıyla İslâm, Allah katında kabul gören tek dindir. Ve tüm Peygamberlerin Allah katından getirmiş olduğu din budur. Allah, peygamberleri bu din ile gönderdi ki, insanları kullara kulluktan kurtarıp Allah'a kul etsinler. Kulların zulmünden Allah'ın adaletine kavuştursunlar... Bundan yüz çeviren Allah'ın şehadetine göre müslüman olmamıştır.. Meseleyi çarptıranlar istediği kadar çarptırsın... Saptıranlar istediği kadar saptırmaya çalışsın.
AYET-İ KERiME
"Allah katında geçerli olan din İslâm'dır." (Al-i İmran suresi; 19)

Sûrenin bu bölümü, baştaki geniş ve temel çizgiye paralel olarak devam etmektedir. Ehli kitap ile müslüman cemaat arasındaki savaş... İnanç savaşı çizgisi. Bu dinin düşmanları tarafından yapılan çalışmalar, oyunlar, tuzaklar, aldatmalar, yalanlar, planlar, hakk ile batılı karıştırmalar, şüphe ve kuşku tohumlarım yayma; bu ümmete kötülük etmek ve zarar vermek için ortaya koydukları ardı arkası kesilmez amansız mücadeleyi dile getirmektedir... Sonra... Kur'an'ın bunların hepsine karşı koyuşu.. Kur'an'ın müminleri, üzerinde bulundukları Hakkın gerçekliği ile düşmanlarının üzerinde bulunduğu batılın gerçekliği, bu düşmanların kendilerine karşı kurdukları tuzakların mahiyeti bilincine erdirmesi... Sonra bu düşmanların vasıflarını, karakterlerini, ahlâklarını, eylemlerini ve niyetlerini müslüman cemaatin gözleri önüne sermesi.

Müslüman cemaate düşmanlarının mahiyetini bildirmesi, kendilerine yakıştırdıkları bilgi ve marifet süslerini kaldırması ve aldatılmış müslümanların onlara güvenlerini yok etmesi önemlidir. Müslümanları onların tutumlarından nefret ettirmesi. Onların tuzaklarım gözler önüne serip çirkinliklerini göstermekle, kimseyi kandıramayacak ve kimseye şirin görünmeyecek şekilde etkisiz bırakması detaylıca ele alınmıştır.

Bu bölüm, ehli kitabın Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun) hakkında tartışmak suretiyle düşmüş oldukları gülünç duruma parmak basmakla söze başlı-yor. Yahudiler. İbrahim'in yahudi olduğuna inanıyor. Hıristiyanlar da O'nun Hıristiyan olduğuna inanıyor. Halbuki İbrahim Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan; Tevrat'tan ve İncil'den önce yaşamıştır. Bu konuyu bu tarzda tartışmak hiçbir delile dayanmadan münakaşa etmektir. Sonra İbrahim'in üzerinde bulunduğu hakikat belirtiliyor. O, İslâm üzerindeydi... Allah'ın sağlam dini üzerinde... Allah'ın dostları onun yolu üzerinde yürüyenlerdir.. ve Allah bütün müminlerin dostudur. Böylece Yahudilerin ve Hıristiyanların da iddiaları suya düşüyor. Asırlar boyunca Allah'ın peygamberini ve onlara iman edenleri birbirine bağlayan İslâm çizgisi netleşiyor.

`Gerçekten İbrahim'e en yakın insanlar O'na uymuş olanlar ile bu Peygamber ve de O'na inananlardır. Allah müminlerin dostudur."

Ardındanehli kitabın Hz. İbrahim ya da diğer peygamberler hakkında kuşkulandırmaların ve gizli olan temel amacın ne olduğu belirtmektedir. Sûrenin daha önceki bölümlerinde ve gelecek bölümlerde de belirtildiği gibi, bu temel amaç; müslümanları dinlerinden saptırmak ve onları inançlarında kuşkuya düşürmekti. Bu nedenle ayetler saptıranlara azarlamalar yöneltmektedir:

"Ey Kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?"
AYET-İ KERiME
"Ey Kitap,ehli niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?" (Al-i İmran suresi; 70-71)
Biraz ilerde düşmanlarının onları inançlarında ve dinlerinde kuşkuya düşürmek için baş vurdukları çirkin bir yola, alçakça düzenlenen bir tezgaha ve bir oyuna müslümanların dikkati çekiliyor. Başvurulan bu oyun; sabahleyin İslâm'a iman ettiklerini ilan edip akşamleyin İslâm'ı inkara kalkışmaları, Müslümanların saflarında henüz sağlam olarak yer almamış kimseleri -bu tür insanlara her safta ve her zaman rastlamak mümkündür- kuşkuya düşürmekti. Kitaplardan, Peygamberlerden ve önceki dinlerden haberi olan ehli kitap mutlaka önemli bir iş için Ïslâm'dan dönmüş olmalıdır kanaatini uyandırmak idi amaçlan...
AYET-İ KERiME
"Kitap ehlinden bir gurup dedi ki; "Mü'minlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler." (Al-i İmran suresi; 72)
Ardından ehl-ı kitabın karakteri, ahlâkı, antlaşma ve sözleşmelere bakış açıları açıklanıyor. Onlardan bazılarının emanet duygusuna sahip oldukları teslim edilmekle beraber diğerlerinin ne emanet ne sözleşme ne de sorumluluk görevi diye bir dertlerinin olmadığı belirtiliyor. Onların bu dönekliklerine ve hainliklerine felsefi bir temel, dinlerinde bu yaptıklarına bir dayanak bulmaya çalıştıklarım ifade ediyor. Halbuki dinlerinin bu yaptıklarından uzak olduğu belirtiliyor.
AYET-İ KERiME
"Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmîlere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur.' dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah adına yalan söylerler. (Al-i İmran suresi; 75)

Tam bu esnada İslâm'ın ahlâk görüşünün karekteri, kaynağı ve Allah korkusu ile ilişkisi belirtiliyor.
AYET-İ KERiME
"Hayır, öyle değil. Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsinki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever."
"Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini birkaç para karşılığı satanlar var ya, onların ahirette hiçbir payları olmaz; Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap beklemektedir." (Al-i İmran suresi; 76-77)

Daha ilerde ehl-i kitabın, hepsi ucuz bir pahadan ibaret olan yeryüzü kazançlarını elde etme uğruna din konusundaki yalanlarına ve dönekliklerine bir örnek veriliyor.
AYET-İ KERiME
"Onlardan öyleleri var ki, kutsal kitabı dil kıvırarak okurlar, okuduklarını Allah'ın kitabından sanmanızı sağlamaya çalışırlar. Oysa, bu okudukları şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah katındandır' derler. Oysa Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah adına yalan söylerler." (Al-i İmran suresi; 78)

Ehl-i kitabın diline doladığı meselelerden biri de Mesih ve Kutsal Ruh'un ilahlığı iddialarıydı. Yüce Allah, Mesih'in (selâm üzerine olsun) kitapta bu ilahlığı onlara getirmiş olması ihtimalini veya onlara bunu emretmiş olmasını reddediyor.

"Hiçbir insana yakışmaz ki, kendisine kitap, yetki ve peygamberlik verildikten sonra insanlara dönsün de "Allah'ı bırakarak bana kul olunuz" desin tersine ona yakışan söz "Okuyup öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah'a kul olmayı benimseyiniz" demektir."
AYET-İ KERiME
"Onun size melekleri ve peygamberleri ilâh edinmenizi emretmesi de düşünülemez. O size müslüman olduktan sonra, kâfir olmayı emreder mi hiç?" (Al-i İmran suresi; 79-80)

Bu münasebetle birbirini izleyen peygamberler kafilesinin gerçek ilişkisi dile getiriliyor: Allah'ın, peygamberlerin kendilerinden sonra gelen peygamberlere bu görevi devretmeleri ve onlara destek olmaları için onlardan söz aldığı belirtiliyor. Burada ehl-i kitabın son gönderilen peygambere iman etmesi ve O'na destek olmaları gerektiği kesinleşiyor. Fakat onlar, Allah'ın kendileriyle ve daha önceki peygamberleriyle yaptığı antlaşmaya bağlı kalmıyorlar. Hâla yürürlükte bulunan bu antlaşmanın gereği olarak Allah'ın dininden İslâm'dan başka din arayanların, Allah'ın belirttiği gibi `Aslında evrenin bütün düzenine karşı koymuş oldukları' belirtiliyor.
AYET-İ KERiME
"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister istemez O'na eslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir." (Al-i İmran suresi; 83)

İşlerini bütünüyle Allah'a teslim etmeyenlerin ve gönül huzuru ve teslimiyetle Allah'ın yoluna itaat edip bağlanmayanların büyük kainat düzeninin dışına çıkan anormal yaratıklar olduğu ortaya çıkıyor. Burada ayetler Peygamberi (salât ve selâm üzerine olsun) ve O'nunla beraber bulunan müslümanlar bütün peygamberlerin getirdiği herşeyde somutlaşan Allah'ın biricik dinine iman edişlerini ilan etmeye yöneltiyor Allah'ın bu dinden başkasını insanlardan kabul etmeyeceği belirtiliyor.
AYET-İ KERiME
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur." (Al-i İmran suresi; 85)

Bu dine iman etmeyenlerin Allah'ın hidayetine ermesi onun azabından kurtulması beklenemez, Kafir olarak ölenler bütün servetlerini dağıtmış olsalar dahi onlara bir yararı olmayacaktır. Dünya dolusu fidye verseler bile onları kurtaramayacaktır! Bu malların verilmesi ve dağıtılması ile ilgili olarak müslümanlara dönülmekte sevdikleri mallardan Allah yolunda dağıtmaları sevdirilmektedir. Böylece onlar kıyamet gününde dağıttıkları malların karşılıklarını Allah katında göreceklerdir.
AYET-İ KERiME
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir." (Al-i İmran suresi; 92)

Böylece bu bir tek bölüm onca yüklü gerçekleri ve yönlendirmeleri bir arada sunmaktadır ve bunlar sûrenin değindiği büyük savaşın bir parçasıdır. Müslüman cemaat ile bu dinin düşmanları arasında asırlardan beri süre gelen savaş... Bu savaş, kullanılan vasıta ve araçların şekli değişse de hedefleri ve amaçları değişmeden bugünde bütün şiddetiyle sürmektedir. Uzun zamandan beri sürüp gelen çizgisini devam ettirmektedir. Bu toplu bakıştan sonra şimdi ayetleri kapsamlı ve detaylı olarak ele alalım:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
65- Ey kitap ehli; ne diye İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat ve İncil O'ndan sonra indirildi. Bunu düşünemiyor musunuz?

66- Diyelim ki, hakkında bilgi sahibi olduğunuz İsa konusu üzerinde tartıştınız. Peki hiç bilmediğiniz bir konu üzerinde ne diye tartışıyorsunuz? Allah bilir fakat siz bilmezsiniz.

67- İbrahim ne yahudi ve ne de hıristiyan idi. O dosdoğru bir müslümandı. müşriklerden değildi.

68- Gerçekten İbrahim é en yakın insanlar O'na uymuş olanlar ile bu peygamber ile O'na inananlardır. Allah müminlerin dostudur.
Muhammed İbni İshak diyor ki: Zeyd İbni Sabit'in Muhammed İbni Ubeyy, Said bin Cübeyr'den -veya İkrime'den-, O da İbni Abbas'tan (Allah hepsinden de razı olsun) bana haber verdi. İbni Abbas dedi ki: "Necran Hıristiyanları ile yahudilerin hahamları Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) yanında biraraya geldiler ve O'nun yanında tartışmaya başladılar. Yahudi hahamlar İbrahim yahudi idi diyorlardı hıristiyanlarda: İbrahim Hıristiyan'dı diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah "Ey kitap sahipleri ne diye İbrahim hakkında tartışıyorsunuz?.." ayetini indirdi.

Ayetin iniş nedeni ister bu olay, isterse başka bir olay olsun metninden anlaşıldığına göre ehli kitabın iddialarını reddetme amacıyla indiği anlaşılıyor. Peygamber ile ya da peygamberin huzurunda birbiriyle tartışmaktan ve bu konuda tezler ileri sürmekten birinci amaç; Allah'ın vaadini yalnız Hz. İbrahim'de (selâm üzerine olsun) sınırlı kılmak, peygamberliği yalnız O'nun ailesine bağlamak, hidayet ve fazileti de O'nda odaklaştırmaktı. İkincisi; -önemli olan da budur Peygamberimizin kendisinin İbrahim'in dini üzerinde bulunduğu ve müslümanların Hanifliğin başta gelen mirasçıları olduğu iddiasını yalanlamaktı. Böylece müslümanları bu gerçekten kuşkuya düşürmek ya da en azından onlardan bazılarının gönlüne şüphe tohumları ekmek istiyorlardı.

Onun içindir ki Allah onları bu şekilde eleştirmekte ve hiçbir delile dayanmayan göstermelik tartışmalarını açıklamaktadır. Hz. İbrahim Tevrat'tan da önce; İncil'den de önceydi. Peki bu durumda O nasıl Yahudi veya Hıristiyan olabilirdi? Bu akla aykırı bir iddiaydı. Gerçeğe aykırılığı, tarihe bir göz atmakla hemen anlaşılıverirdi.

"Ey kitap ehli, ne diye İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat ve İncil O'ndan sonra indirildi. Bunu düşünemiyor musunuz?"

Sonra onların eleştirilmesine, getirdikleri delillerin değersizliğine, inatlarının açıklanmasına, tartışma ve diyalogda sağlıklı bir mantık yoluna dayanmamalarına değinmektedir.

"Diyelim ki hakkında bilgi sahibi olduğunuz İsa konusu üzerinde tartıştınız. Peki hiç bilmediğiniz bir konu üzerinde ne diye tartışıyorsunuz. Allah bilir fakat siz bilmezsiniz."

Onlar Hz. İsa (selâm üzerine olsun) konusunda tartışmışlardı. Aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına çağırıldıkları sırada hukuki birtakım hükümlerde tartıştıkları ve sırtlarını dönüp yüz çevirdikleri de bir vakıa idi. Bu da, Hz. İsa konusu da onların bildiği şeylerin kapsamına giriyordu.

Fakat kendilerinden, kitaplarından ve dinlerinden önceki bir kişi hakkında tartışmanın anlamı nedir? Bu sırf tartışmış olmak için tartışmaydı. Hiçbir dayanağı olmayan bir münakaşaydı. Öyleyse bu, şehevî arzuların heva ve hevesin peşinde sürüklenmekti. Bu durumda olan bir kişinin söylediklerine güven olmaz onun söylediklerine kulak vermek bile gerekmez!

Ayeti kerimeler, onların tartışmalarının temelsiz olduğunu belirtip söylediklerinin güvenilir olmadığını beyan ettikten sonra Allah'ın öğrettiği gerçeği tekrar belirtmeye geçiyor. Bu uzak tarihin gerçekliğini öğreten yüce Allah'tır. Kulu İbrahim'e indirdiği dinin gerçekliğini de bilen O'dur. O'nun sözü öyle nettir ki O'na kimsenin diyeceği olmaz. Delilsiz desteksiz tartışmaya ve münakaşaya kalkışanlar hariç tabi:

"İbrahim ne yahudi idi ne de hıristiyan idi. O dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden değildi."

Daha önce dolaylı belirttiği noktayı şimdi biraz daha açıyor Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) ne yahudi ne de Hıristiyan olduğunu, Tevrat'ın ve İncil'in ancak O'ndan sonra indirildiğini belirtiyor ve O'nun İslâm dışında bütün dinlerden yüz çevirdiğini ifade ediyor: O'nun sadece müslüman olduğunu, detaylı olarak açıkladığımız kapsamlı anlamıyle müslüman olduğunu belirtiyor.
BİLGİ
"Müşriklerden değildi."
Bu gerçek daha önceki "Dosdoğru bir müslümandı" ifadesinde anlamını bulur. Onun burada açıkça belirtilmesi birtakım ifade ve işaret inceliklerine dikkat çekmektedir:
l- Dinleri bu saptırılmış inançlara dönüşen yahudi ve hıristiyanlar artık müşrik olmuşlardır. Onun içindir ki Hz. İbrahim'in ne yahudi ne de hıristiyan olması mümkün değildir. Yalnız O dosdoğru bir müslümandır.
2- İslâm başka, şirk başkadır. İkisi bir noktada buluşamaz. İslâm bütün özellikleriyle ve tüm gerekleriyle mutlak Tevhidin adıdır. Bu nedenle şirkin herhangi bir çeşidi ile asla bağdaştırılamaz.
3- Kureyş müşriklerinin İbrahim'in dini üzere oldukları ve Mekke'deki evinin hizmetçileri oldukları şeklindeki iddialarını da reddediyor. Hz. İbrahim dosdoğru bir müslümandı. Onlar ise müşrik: "Ve O, müşriklerden değildi."
İbrahim (selâm üzerine olsun) dosdoğru bir müslüman olduğuna ve müşriklerden olmadığına göre, hiçbir yahudinin veya hıristiyanın yahud da bir müşrikin O'na varislik iddia etme hakkı olamaz. O'nun inancından uzak oldukları halde O'nun dinine bağlı olduklarını söylemelerinin anlamı olmaz. İnanç, İslâmda insanların üzerinde birbiriyle buluştuğu ilk bağdır. Burada insanları birbirine bağlayan bağlar; soy, kabile, ırk ve vatan değildir. İman edenlerin üzerinde buluştuğu bu bağ sağlamlaştığında insanlar; artık, soy, kabile, ırk ve ülke bağlarıyla birbirine bağlanmazlar. İslam'a göre insan özü itibariyle insandır. Bu nedenle insan, kendisindeki özün en özel niteliklerine varıncaya kadar inanç üzerinde buluşabilir. İnsan, hayvanlar gibi toprak, ülke, ot, otlak, sınır ve ırk üzerinde buluşmaz. Birey ile birey arasında, topluluk ile topluluk arasında, insanlardan bir nesil ile başka bir nesil arasındaki dostluk; inanç bağı dışındaki hiçbir bağ üzerinde kurulamaz. Müminin mümin, ilk müslüman cemaatın müslüman cemaat ile zaman-ve mekan sınırlarının ardından soy ve kan bağının, ırk ve ülke sınırlarının ötesinde, müslüman neslin müslüman nesiller ile buluşmasını sağlayacak, onları birbirinin dostu olarak bir araya getirecek bağ, yalnız ve yalnız inanç bağıdır. Bunların bütününün yanında Allah hepsinin dostudur.

"Gerçekten İbrahim'e en yakın insanlar O'na uymuş olanlar ile bu peygamber ve O'na inananlardır. Allah müminlerin dostudur."

Sağlığında Hz. İbrahim'e uyanlar, O'nun yolu üzerinde yürüyenler, ve O'nun sünnetini esas alanlar O'nun dostlarıdır. Sonra İslam'da onunla buluşan şu peygamber, Allah'ın şehadetiyle de şahitlerin en doğrusudur. Sonra bu Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) iman edip İbrahim'le (selâm üzerine olsun) sistemde ve yolda buluşanlar da O'nu izleyenlerdir.

"Ve Allah, müminlerin dostudur."

Onlar, kendilerini Allah'a izafe eden, O'nun sancağı altında birleşen, O'na bağlanan ve O'ndan başka hiç kimseye bağlanmayan Allah'ın hizbidir. Onlar bir ailedir. Bir tek ümmettir... Nesiller ve asırların ötesinde yurt ve vatanların ötesinde ulusların ve ırkların ötesinde evlerin ve boyların ötesinde bir ümmet!..

Bu tablo, insanın yapısına uygun düşen en ideal toplum tablosudur. Onları hayvan sürülerinden ayıran özellik de budur zaten. Bu, aynı zamanda gizli veya açık zincirlere vurulmadan toplanmaya izin veren biricik sosyal yapıdır. Çünkü buradaki bağ iradeye bağlıdır. Herkes kendi isteğiyle bu bağı çözme özgürlüğüne sahiptir. Bu bağ inançtır. Kişi kendisi onu seçer ve iş biter... Buna göre eğer toplumsal yapının temeli ırki olursa insan ırk değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli millet olarak alınırsa, insan milletini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli renk olursa insan rengini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli dil olarak alınırsa, insan zorluğa katlanmadan dilini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli sınıf olarak alınırsa, insan kolay kolay sınıfını değiştiremez. Hatta Hindistan'daki Kast sistemi gibi sınıflarda babadan oğula geçiyorsa insan bunu asla değiştiremez. Bu nedenle sürekli olarak insanın toplumsal yapılanması önünde bu tür engellere rastlanacaktır.

İnsanların toplumsal yapılanma temeli, insanın bireysel yönelişlerine terk edilen; bireyin kendi aslını, rengini, dilini, sınıfını değiştirmeden rahatlıkla değiştirebileceği ve buna bağlı olarak safını seçebileceği düşünce, inanç ve yaklaşım bağı üzerine kurulduğunda ancak mesele çözülebilir.

Bu niteliği toplumsal yapının esası kabul etmek insana bahşedilen bir şeref olmasının yanında, O'nu hayvan sürüsünden ayıran en değerli unsurlarıyla da ilgili bir meseledir!

İnsanlık ya İslâm'ın öngördüğü biçimde insanca yaşayacak ruhun azığı, gönlün huzuru ve bilincin bir işareti üzerinde bir araya gelecektir... Ya da toprak sınırları, ırk ve renk sınırları ardında paramparça hayvan sürüleri halinde yaşayacaktır. Aslında ikinci türdeki sınırların hepsi otlakta bir sürünün diğerine karışmasını önlemek amacıyla hayvanlar için belirlenen sınırlardır.

EHLİ KİTABIN AMACI

Sonra ayetler ehl-i kitabın bu tartışmalar ve münakaşaların ardında neyi amaçladıklarını müslüman cemaate açıklıyor. Oyunlarıyla, tuzaklarıyla ve planlarıyla ehli kitabı, müslüman cemaatin göreceği biçimde karşısında oluyor. Onların arkasında gizlendikleri perdeleri yırtıyor. Onların bütün plânları ortaya çıkarılmış vaziyette müslüman cemaatin önüne çıkarıyor:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
69- Kitap ehlinden bir grup, sizi yoldan çıkarma sevdasına kapıldı. Oysa onlar sadece kendilerini yoldan çıkarırlar, ama bunun farkında değildirler.

70- Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?

71- Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?

72- Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler.
Ehli kitabın müslüman cemaate karşı içten beslediği kin, inançla ilgili bir kindi. Onlar bu ümmetin hidayete ermesinden hoşlanmıyorlardı. Güç, güven ve kesin inançla kendi özel inançlarına bağlanmalarını istemiyorlardı. Bu nedenle onları bu sistemden saptırmak ve bu yoldan alıkoymak için var güçleriyle çalışıyorlardı:

"Kitap ehlinden bir gurup, sizi yoldan çıkarma sevdasına kapıldı.."

Bu, gönül sevgisi, kalp isteği, her tuzağın, her aldatmanın her tartışmanın, her münakaşanın ve her şaşırtmanın arkasında yeralan heva ve hevesin kendisine koştuğu arzudur.

Kişisel arzulara, kin ve kötülüğe dayalı olan bu isteğin sapıklık olduğunda kuşku yoktur. Bu gibi kötü ve günahkâr arzulardan ne iyilik ne de doğruluk kaynaklanmaz. Onlar müslümanları sapıklığa iletmeyi arzu ettikleri andan itibaren kendilerini sapıklığa düşürüyorlar. Çünkü koyu sapıklığın içinde yüzen sapıklardan başkası doğru yolda olanları saptırmak istemez:

"Oysa onlar sadece kendilerini yoldan çıkarırlar, ama bunun farkında değildirler."

Müslümanlar kendi dinlerine bağlı kaldıkları sürece bu düşmanlarının hakkından gelirler ve onların müslümanlar üzerinde bir gücü de olmaz. Yüce Allah müslümanlar müslüman kaldığı sürece, düzenbazların düzenlerini kendilerinden savacağına ve düşmanlarının oyunlarını lehlerine çevireceğine söz vermiştir. Burada ehl-i kitap şüpheci ve kusur arayıcı tutumlarının gerçekliği ile azarlanmaktadır.

"Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"

"Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz".

O gün ehl-i kitap gerçeğin bu dinde olduğuna şahitlik ettiği gibi bu günde aynı şahitliklerini sürdürmektedir. Bu gerçeği kitaplarındaki müjdeler ve işaretlerinden haberi olanlar da olmayanlar da kabul ediyordu. Hatta bunlardan haberi olan bazıları bu türden bilgilerini açıkça ifade ediyor, bir kısmı da kitaplarında gördükleri ve gözleriyle tanık oldukları gerçek karşısında müslüman oluyordu... Aslında ehl-i kitap İslâm'ın imana çağırdığını apaçık bir gerçek olarak görüyordu... Yalnız buna rağmen inkar ediyordu...Delil yetersizliğinden değil... İnkarlarının başlıca nedeni heva-heves, menfaat ve saptırmaydı. Halbuki Kur'an onlara "Ey kitap ehli!" diye hitap ediyordu. Zira bu sıfatın onları Allah'ın ayetlerine ve yeni kitabına yaklaştırması beklenirdi!

Sonra ayet ikinci defa onlara hitap ediyor... Bununla onların bilerek, kasıtlı ve amaçlı olarak gizleyip örtbas etmek ve batılın karanlığında kaybetmek için, hakk ile batılı karıştırmakla ne denli bir suç işlediklerini açığa çıkarıyor.

Yüce Allah'ın ehl-i kitabı kendisi yüzünden eleştirdiği o günkü eylemleri, onların bu güne kadar aynı çizgide izledikleri hareketlerdir. Tarih boyunca onların izledikleri yol bu olmuştur. Yahudiler ilk andan itibaren bu yolu izlediler. Sonra Hıristiyanlar onları takib etti!

Uzun asırlardan bu yana sürüp gelen İslâm kültürüne -ne acıdır ki- asırlarca süren çabalarla ancak ortaya çıkarılabilen gizli hilelere başvurdular!.. Bu kültürde baştan sona hakk ile batılı karıştırdılar. Allah'ın yüce keremine hamdolsun ki Allah'ın sonsuza dek korunmasını garanti ettiği Kur'an bunun dışında kaldı.

Yahudiler tarafından beslenen bu hain eller, İslâm tarihini, kahramanlarını ve tarihi olaylarını ters yüz ettiler. Aslı olmayan şeyler eklediler.

Bununla da kalmayıp Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) hadislerine el attılar. Cenabı Allah bu işin üstesinden gelecek din adamlarını bu işe yöneltti. İslâm bilginleri hadis namına ortaya atılan malzemeyi uzmanlıklarına dayanarak dikkatle ve özenle çalışmalar yaparak ve insanın beşerî gücünü aşanlar dışında hepsini yazdılar. Kur'an tefsirine de uzandılar. Onu o kadar karıştırdılar ki araştırıcılar bu konuda yol işaretlerine varamayacak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı. Şahsiyetler üzerinde de bir takım plânlar yaptılar. Yüzlercesi, binlercesi İslâm kültürü aleyhinde kullanıldı. Bugün bu yöntemler hâlâ oryantalisler -Doğu bilimciler- tarafından icra edilmektedir. Ayrıca halkları, müslüman ülkelerde şu an düşünce önderliği makamlarını işgal edenler de oryantalistlerin öğrencileridir. Haçlılar ve Siyonistler tarafından üretilerek İslâm ümmetine kahraman diye lanse edilen onlarca şahsiyet ortaya çıkarılmıştır. Böylece bu düşmanların açıkça yapmayı başaramadığı hizmetleri İslâm düşmanlarına rahatlıkla takdim ettiler. Bu oyunlar hâlâ sürdürülmekte ve devam etmektedir. Bu planların etkisinden kurtulma ve korunmanın tek yolu, muhafaza altına alınan Kur'an'a sığınmak ve asırlarca süren savaşta istişare için O'na dönüş yapmaktır.

Aynı şekilde ehl-i kitaptan bir grubun müslüman cemaatı dininde kuşkuya düşürmek ve onu doğru yoldan alıkoymak için gerçekten çirkin bir tuzak yoluna başvurduklarını arzetmektedir.
NOT
"Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz; böylece belki onlar da inançlarından dönerler."

 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
73- Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız: De ki; `Doğru yol yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur: Onlar birbirlerine `Size verilen mesajın benzeri bir başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın' derler. De ki; `Lütuf, Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir.'
Bu, belirttiğimiz gibi, gerçekten alçakça bir tuzak yoludur. Çünkü onların müslüman olduklarını söyleyip sonra dönüş yapmaları henüz dinlerïnin gerçekliği ve karakteri konusunda kesin bir kanaate varamamış bir takım akli ve psikolojik durumları zayıf insanları kuşkuya, çelişkiye düşürebilirdi. Özellikle ehl-i kitabın dinleri ve kitapları kendilerinden daha iyi bildiğini sanan ümmi Arapların üzerinde etkisini gösterebilirdi. Bunlar onların iman edip geri döndüklerini görünce, bunu onların bu dinde bir tutarsızlık ve eksiklik gördükleri sebebine bağlayabilirdi. İki yöneliş arasında şaşırıp dururlar ve böylece bir tavır üzere sebat etmeleri mümkün olmazdı. Evet bu düzenler, bu güne kadar aynen kullanıla gelmiştir. Her nesildeki insanların ve şartların gelişmelerine uygun olacak şekillerde sergilenmiştir.

Bugün İslâm düşmanları bu tezgahı maskelemekten umutlarını kestiler. Onun için İslâm'ın evrensel düşmanları daha değişik yollara başvurdular, fakat bu yolların hepsi söz konusu eski tezgahların temeline oturmaktadır. Bugün dış güçlerin, İslâm dünyasının her tarafında yerli işbirlikçilerden büyük bir ordusu vardır. Bunlar bazan öğretim üyeleri, filozoflar, doktorlar ve araştırmacılar, bazanda yazarlar, şairler, sanatçılar ve gazeteciler kılığında görev yapmakta ve müslümanların adlarını taşımaktadır. Çünkü müslüman bir aileden gelmektedirler. Yine onların bazısı müslümanların sözde "bilginler"indendir.

Yerli işbirlikçilerden oluşan bu ordu, çeşitli yöntemlerle gönüllerdeki inancı sarsmakla mükelleftir. Bunu; araştırma, bilim, edebiyat, sanat ve gazetecilik maskesi altında yapmaktadır. İmanın ilkelerini zayıflatmak asıl görevleridir. Onların görevi; hem inancın, hem şeriatın değerini düşürmek ve ilgisi olmayan te'vil ve yorumlara çekmektir. Şeriatın sürekli olarak "gericilik" olduğunu ileri sürmektir! Ondan kurtulmaya çağırmaktır! Ya onu hayattan çekerek ya da hayatı ondan uzaklaştırarak onu hayatın alanından dışarı çıkarmaktır. İnançtan gelen düşünceleri, yaklaşımları yok ederek onlarla çelişecek, düşünceler, ilkeler, kurallar üretmektir. İmana dayalı düşünceler ve ilkelerin zayıflatıldığı kadarıyla uydurma düşünceleri yaldızlı göstermektir. Şehevî arzuları çığırından çıkarmak, tertemiz inancın, üzerine bina edildiği ahlâk kurallarını çiğnemektir.

Böylece alabïldiğine yaymaya çalıştıkları çirkefin içine onları sürüklemektir! Bunlar aynı zamanda nassları tahrif ettikleri gibi, tarihi de tümden karıştırıp tahrif ediyorlar!

Ve onlar yine de müslümandır! Nitekim müslümanların adlarını taşımıyorlar mı? Onlar bu müslüman isimlerle sabahleyin müslüman olduklarını ilan ediyorlar. Bu çirkin eylemleriyle de akşamleyin onu inkar ediyorlar. Onlar, bu iki görevleriyle önceki ehl-i kitabın görevini yapıyorlar. Bu eski görevde değişen tek şey şekil ve çerçeveden başka birşey değildir!

"Kitap ehlinden bir grup dedi ki: "Müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler."

"Aslında kendi dininizden uyanlardan başkasına sakın inanmayınız. De ki; Doğru yol yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur. Onlar birbirlerine "Size verilen mesajın benzeri bir başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın" derler. De ki; Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir"

"İman" fiili "lâm" ile birlikte geçişli kılındığında kalb huzuru ve güven anlamına gelir. Yani sizin dininize uyandan başkasına güvenmeyin, ancak bunlara sırlarınızı verin, müslümanlara değil!

Bu gün de siyonizmin ve misyonerliğin ajanları kendi aralarında aynı şekilde hareket ediyorlar. Bu bir daha ele geçemeye bilecek fırsatta İslâm inancına var güçleriyle yükleniyorlar. Bu anlaşma, bir sözleşme ya da toplantı sonucu varılan bir anlaşma olmayabilir. Yalnız bu ajanın ajan ile efendi için istenen görevde anlaşmasıdır! Burada herkes birbirine güvenir ve birbirlerine açılır... Sonra onlar veya en azından bir kesimi isteklerinin ve plânlarının tersini dışa lanse ederler. Bu çalışmaları için zemin hazırlanır ve gerekli olan vasıtalar hizmetlerine sunulur. Bu dinin gerçekliğini kavrayanlar ise yeryüzünün her tarafında dışlanmış ve gözlerden uzak tutulmuştur!

"Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayın."

Burada yüce Allah peygamberine yalnız bu hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu, ona gelmeyenin hiçbir sistemde, hiçbir yolda asla hidayete ulaşamayacağını ilan etmesi için direktif veriyor:

"Doğru yol, yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur"

Bu açıklama da onların şu sözlerini reddetmek üzere geliyor.

"Günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlarda inançlarından dönerler."

Böylece müslümanlar bu çirkin oyuna gelmekten sakındırılmış olmaktadır. Bu hükmü ile Allah'ın hidayeti dışına çıkmaktadır. Onun biricik hidayetinden başka hidayet yoktur. Bu söz konusu tezgahçıların da arzu ettiği sapıklık ve küfürden başka birşey değildir.

Ayrıca bu açıklama ehl-i kitabın sözleri tamamlanmadan önce verilmektedir. Bu ara açıklamadan sonra tekrar onların geri kalan komplolarını sunmaya devam etmektedir.

"Kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız." sözlerine bunusebeb olarak gösteriyorlardı. Yani onları bu eyleme sürükleyen neden, Allah'ın herhangi bir kişiye ehl-i kitaba verdiği peygamberlik ve kitaptan bir pâyı vermesine duydukları kin, kıskançlık ve intikamdı. Müslümanların gönül huzuruna kavuşmaları ve ehl-i kitabın bu din hakkında bildiği, fakat inkar ettiği gerçeğe ulaşmaları endişesiydi. Müslümanların Allah katında kendilerine karşı kullanacağı delilin açığa çıkması korkusuydu. Sanki yüce Allah onları hiçbir delille hesaba çekmeyecek de yalnız bu delille hesaba çekecekti! Bunlar Allah'a ve O'nun sıfatlarına iman düşüncesinden, risaletlerin ve peygamberlik misyonunun gerçekliğini tanımaktan, iman ve itikad yükümlülüklerinden kaynaklanacak duygular olamazdı!

Ayet yüce Allah'ın bir ümmete peygamberlik misyonu ve peygamber ile bağışta bulunmasının ne denli büyük bir fazilet olduğunu onlara ve müslüman cemaate bildirmesi için aziz peygamberine direktif veriyor.
BİLGİ
"Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayınız". De ki; "Doğru yol, yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur". Onlar birbirlerine "Size verilen mesajın benzeri bir başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın" derler. De ki; "Lütuf Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir."
 
Üst Alt