M.N > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik) >

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUSÂDERE
Yasak edilen bir şeyin kanun gereği elden alınması, resmen zaptedilmesi; zulüm ve cebir Sudûr kökünden "mufâale" vezninde bir mastar Çoğulu musâderât'tır Devlet görevlilerinin hediye adı altında aldıkları şeylere veya kaçak silâhlara yetkili makamlarca el konulması gibi
Musâdere terimi tarihte, bazı devlet büyüklerinin veya ülke zenginlerinin ecelleriyle ölmeleri veya suçlu bulunup idam edilmeleri sonucunda geride bıraktıkları mallarına, kimi zaman da sağlıklarında mevcut servetlerine devlet tarafından el konulması anlamında kullanılmıştır Musadere usûlü zaman zaman kötüye kullanılan, zulüm ve işkence aracı yapılan, hatta devletin malî kriz geçirdiği dönemlerde başvurulan bir gelir yolu gibi tarihe geçmiştir Bu yüzden önce Islâmî açıdan musadere yöntemi üzerinde durmak gerekir
İslâm'da meşrû yoldan kazanılan servetler koruma altına alınmıştır Hattâ Ashab-ı Kiram ilk islâm'a girişlerinde, daha önce müşriklik döneminde kazandıkları servetlerini de muhafaza etmişlerdir Hz Peygamber; "Müslümanın müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır" (Müslim, Birr, 32; Ahmed b Hanbel, III, 491) buyurmuştur İslâm toplumunun adaletli olarak uygulanan zekât, öşür, harac, cizye vb vergi ve ibadet yükümlülüklerini yerine getirmesine karşılık, devlet de onun malını korumak ve zulümden kaçırmak zorundadır
Hz Peygamber (sas)'in bir zekât memuruna yaptığı şu muâmele meşrû musaderenin ölçüsünü belirlemektedir Rasulullah (sas), Ezd kabilesinden Ibnü'l-Istebiyye adlı bir adamı zekât memuru olarak görevlendirmişti Memur, görevini yapıp dönünce, malları bir yana koyarak, Hz Peygamber'e; "Bunlar size ait, şunlar da bana hediye olarak verildi" dedi Bunun üzerine Allah'ın elçisi, ayağa kalktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle buyurdu: "Ben sizden birinizi, Allah'ın bana verdiği yetki ile bir işe görevlendiriyorum Dönünce; "Bu sizindir, şu da bana hediye verilmiştir" diyor Bu adam doğru olsaydı, ana babasının evinde oturmakta kendisine hediye verilip verilmeyeceğini görmeli değil miydi? Allah'a yemin ederim ki, sizden kim haksız yere bir şey alırsa kıyamet günü haksız olarak aldığı şeyi yüklenerek gelecektir Kıyamet günü Allah'ın huzurunda birinizin bağıran bir deveyi, böğüren bir ineği veya meleyen bir koyunu yüklenerek geldiğini sakın görmeyeyim " Sonra koltuk altlarının beyazlığı görülecek kadar ellerini kaldırdı ve şöyle buyurdu; "Allahım tebliğ ettim mi? Bunu üç defa tekrar etti" (Buhârî, Hibe, 17)
Hz Ömer devrinde çeşitli musadere uygulamaları görülür Bunlardan birisi Ebû Hureyre ile ilgilidir Halîfe Hz Ömer (ra) Ebû Hureyre'yi Bahreyn bölgesine devlet adına hizmet yapmak üzere göndermiş, bazı şüpheler üzerine daha sonra kendisini azletmiş ve Ebû Hureyre'den on iki bin dirhemi musadere edip almıştır
Ebû Hureyre olayı şöyle anlatır: "Ömer beni Bahreyn'e görevlendirdi, daha sonra azletti On iki bin dirhemi de bana ödetti Bütün bunlardan sonra beni yeniden göreve çağırdı, ama ben kabul etmedim, Ömer, niçin kabul etmiyorsun? Senden daha hayırlı olan Hz Yusuf bile kendisinin göreve tayin edilmesini istemiştir" dediğinde, ben; "Yûsuf (as) Peygamber oğludur, dedesi de, onun babası da peygamberdir Ben Ümeyye'nin oğluyum, bilmeden bir şey söylerim korkusu içindeyim Yine bilmeden bir fetva verecek olursam, dayak yemekten korkarım, şerefim lekelenir, elimden malım da alınır" dedim" (Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Terc Mehmet Savaş, Istanbul 1985, XII, 36)
Ancak burada Ebû Hureyre'nin doğrudan rüşvete tevessül ettiği söylenemez Akla bile getirilemez Çalışan kişilerin alacağı hediyeleri Ebû Hureyre "câiz" sanmıştır Hz Ömer ise, tüm devlet memurlarının görevleriyle ilgili olarak alacakları hediyelerin "rüşvet" sayılacağı görüşünde idi Bu yüzden Ebû Hureyre'nin bir kısım malını musadere etmiştir
Hz Ömer'in bu uygulamasına dayanarak İslâm fakihleri "Devlet memurlarının kısa zamanda sebebi bilinmeden artan malına yetkililer el koyabilir" demişlerdir Ancak bu el koyma; malların sahipleri bilinir, onlara iade etmek veya beytülmâle koymak amacıyla olursa caizdir Yöneticiler musadereyi kendi israf, lüks ve debdebelerine harcamak veya kişisel servetlerine katmak için yaparlarsa bu caiz değildir Bir de musadere edilecek malın, haksız olarak ve devletin koyduğu yasaklar çiğnenerek edinilmiş olması da şarttır (bk Ibn Âbidîn, age, XII, 34 vd) Ömer b Abdilazız'in, hilâfet makamına geçince, daha önce haksızlıkla ve zorla alınan bir takım beytülmal mallarını sahiplerini tespit ettirerek geri verdiği bilinmektedir Ikinci Ömer'in, devlet memurlarının aldığı hediyelerle ilgili şu sözü meşhurdur: "Rasûlüllah (sas) devrinde "hediye" adını alan şey, günümüzde "rüşvet" niteliğine bürünmüştür" (Buhârî, Hibe, 17; Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966, IX, 202-203; Ahmed Ağırakça, Ömer b Abdilazız, Istanbul 1984 s 153)
Abbasılerin çöküş devrelerinde, el-Müktedir ve el-Mutevekkil gibi bazı halifeler tarafından uygulanan müsadere usûlü ile devlet zararına zenginleşmiş olan nâzır ve diğer memurlardan kendileri ve beytülmal için para temin edilmiştir (Taberî, Tarihu'l-Umem, III,1374) Bu para cezası kimi zaman işkence ile birlikte uygulanır ve toplum böyle bir davranışı yadırgamazdı Bu şekilde görevinden uzaklaştırılan bazı devlet memurlarına yeniden görev verilmesi bunu gösterir Meselâ; Gazneli Mes'ud devrinde, Yınal-Tiğin olayında büyük bir para cezasıyla görevinden uzaklaştırılan bu haznedar sonraları vali olarak Hindistan'a gönderilmiştir Buna benzer şeylerin günlük olaylardan olduğu anlaşılmaktadır Hatta IIIlIX yüzyılda "Divânü'l-musâderât" adıyla bir kamu kuruluşu teşkil edilmiş ve başına diğer divanlarda olduğu gibi bir nâzır getirilmişti (Gardızî, Zeynü'l-Ahbâr, nşr Nazım, s 97)
Osmanlı Imparatorluğunda musadere uygulaması Fatih Sultan Mehmed zamanında başlamıştır Malları ilk musadere olunan vezir-i Âzam Çandarlı Halil paşa ile Yakup ve Mehmet paşalardır Daha sonraları musadere usûlü sırf parasına tamamen değerli devlet adamlarının ve dürüst kişilerin de yok edilmesine sebep olmuş ve bir zulüm aracı haline gelmiştir
Sultan II Mustafa da, savaş harcamalarını karşılamak üzere zenginlerin mallarını musaderede bir sakınca görmemiştir Merkezi yönetimin bu uygulaması, taşra teşkilâtına, beylerbeyi ve mirlivalara cesaret vermiş, onlar tarafından da kendi eyaletlerindeki zenginlerin malına konmak için birçok adamlar öldürülmüştür
Musadere, gayr-i müslim ülkelerde de, uygulanmış; bazı suçluların para ve mallarına el konulmuştur şeklinde ortaya çıkan musadere cezası eski Yunan'da, Roma'da ve Orta Çağ Avrupasında, çeşitli sebep ve şekillerde tek başına veya başka bir ceza ile birlikte ortaya çıkmıştır Meselâ; Fransa'da kral Philippe'le Bel dinsızlik ve ahlâksızlık ile suçlandırdığı Templierleri, büyük servetlerine tamah ederek imha etmiş ve musadere uygulamıştır Yine XIV yüzyılda mâliye bakanı, N Fouquet'yi mahkeme ettirerek, mallarını musâdere ettirmiş idi Fransız ihtilâlinde bazan ilga edilen ve bazan iade edilen ve sık sık rastlanan bu ceza 1810 yılında çıkarılan bir kanunla, yalnız devletin güvenliğini ihlâl ve kalpazanlık suçlarının cezası haline getirilmiş, restoration devrinde, ilk iş olarak musadere ortadan kaldırılmıştır (1814)
Osmanlı devrinde önceleri, devlet malını zimmete geçirenler ve asiler hakkında uygulanan musadere cezası, sonraları, beytülmal'in para darlığına karşı mâli bir önlem haline getirilmek suretiyle kötüye kullanılmıştır Temelde İslâm fakihleri, beytülmal'den gayrı meşru şekilde iktisap edilmiş bir servetin, askere ve sefere tahsis edilmek üzere musaderesine fetva vermişlerdir (Ibn Âbidîn, age, XII, 34 vd; Feyzullah Efendinin fetvası için bk Sahaflar Şeyhizâde Es'ad Efendi, Üss-i Zafer, Istanbul 1241, s 126) Ancak bu uygulama daha ilk zamanlarından itibaren kötüye kullanılmaya başlanmıştır Meselâ; Musa Çelebi'nin Rumeli beylerinden bazılarını öldürüp, mallarını aldığı, hatta zengin bey ve paşalardan birini görünce "filori kokar" diyerek talepte bulunduğu bilinmektedir (Neşri Cihannümâ, Ankara 1957, II, 481) Bedreddin Simavî'ye bağlı olan Börklüce Mustafa'nın Karaburun'daki isyanı Bayezid paşa tarafından bastırıldıktan sonra, o vilâyetin tımar olarak askere dağıtılmasına karar verildiği görülür (Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcu't-Tevârîh, Istanbul 1279, I, 298) Bu çeşit muamelelerde ulemânın görüşüne başvurulduğuna, örnek olmak üzere, Mevlânâ Haydar Herevî'den "Bedreddin'in katli helâl, malı haramdır" şeklinde bir fetva alındığını örnek gösterilebilir (Neşrî, age, II, 546)
Musadere, zulüm ve irtikabından şüphe edilen veya serveti ile dikkatı çeken devlet büyükleri hakkında uygulanırken, sonraları böyle bir töhmet söz konusu olmaksızın eceli ile veya idam yoluyla ölenler hakkında da kullanılmaya başlandı Musadereye maruz kalan memur önce teftiş edilir, paraların yerini söyletmek için bazan hapis ve zorlama gibi yollara başvurulurdu El konulan para veya malların bedeli beytülmale intikal ettirilir; böylece mirasçılar bu servetten mahrum bırakılırdı
944/1586'da defterdar Burhaneddin Efendi, birden zengin olduğu için, Çavuşbaşı Hızır Ağa'nın teftişi ile, 25 yük akçelik bir musadereye uğramış, 995/1587'de vefat eden Kapudânıderya Kılıç Ali Paşa'nın büyük serveti, Defterdar Ibrahim Efendi'nin yazımı ile, hazıneye alınmış idi Bu musaderede satışı uzun süren eşyanın bedeli savaş harcamalarına tahsis olunduğu gibi, beşyüzbin altın nakdi de hazıneye mâl edilmiştir (J VHammer, VII, 249; M Cavid Baysun, "Musadere" maddesi, IA)
Sonunda bütün bu musadere uygulamalarının toplum üzerinde uyandırdığı olumsuz etkiler dikkate alınarak, batı dünyasını iyi tanıyan ve o sırada hariciye nezaretini idare etmekte olan Mustafa Reşid Paşa 1838'de Bâbıâli'de vekillerle görüştükten sonra önemli bir teşebbüse girişti Önce vergi adaletini sağladı Rüşvet, angarya ve musaderenin kaldırılmasını içeren önemli bir takım esaslar belirledi Örnek ve tecrübe olarak Bursa ve Gelibolu'da emlâkler tahrire (yazım) bağlandı Böyle bir islahat projesinden hoşnut kalmayan II Mahmud, rivayete göre, dahiliye nazırı Âkif Paşa'nın teşviki ile, teşebbüsü durdurup, Reşid Paşa'yı Londra elçiliğine gönderdi Reşid Paşa, II Mahmud'u istihlâf ederek, tahta çıkan Abdülmecid'in geniş ölçüde güvenirliğini kazanarak reform konusunda, onu ikna etmeyi başarmış ve bu sayede tanzimat fermanını kaleme alıp; mal, can, ırz ve nâmus güvenirliğinin tesis edildiğini ilân etmiştir (Abdurrahman Şeref, Tarih Musahabeleri, Istanbul 1939, 43; C Baysun Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat, Istanbul 1940, I, 723-756)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜŞÂREKE (ORTAKLIK)

Birinin diğerine ortak olması; iki ve daha çok kimse arasında kurulacak sermaye ortaklığı anlamında bir İslâm hukuku terimi; (Şere: ke) kökünden "mufâale" vezninde arapça bir mastar
İslâm'da şirketler mal, iş ve kredi şirketi olmak üzere üç kısma ayrılır:
1) Mal ortaklığı: Ortaklar belli miktarda sermaye koyarak bununla yapacakları ticaretten elde edecekleri kârı paylaşmak, üzere mal ortaklığı kurabilirler
2) İş ortaklığı: Ortaklar mal yerine sanat ve mesleklerini ortaya koyarak birlikte iş alabilir, ortak taahhütlerde bulunabilir, elde edilecek kârı da anlaşma esaslarına göre paylaşırlar
3) Kredi ve itibar ortaklığı: İki ve daha çok kişi sermayesiz, yalnız kredileriyle, yani ödünç para kullanarak veya veresiye mal alıp satmak suretiyle kâr elde etmek ve bunu aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurabilirler
Bu şirket çeşitleri mufavaza, inan ve mudârabe tarzlarında olur Müşareke, yani sermaye ortaklığı daha çok mal ortaklığı ile kredi ve itibar ortaklığında söz konusu olur
a) İnan Şirketi:
İki ve daha çok kişinin ticaret yapmak ve elde edilecek kârı aralarında paylaşmak üzere sermaye ortaklığı kurmasıdır Bu çeşit ortaklığın caiz olduğu konusunda görüş birliği vardır İnan, sözlükte, "atın başına geçirilen ip ve gem" demektir Prensip olarak iki ortak sermaye ve tasarrufta eşit haklara sahip olduğu, diğerinin dizginini elinde tutabildiği için, ortaklar yanyana ve ayni hizada yolculuk yapan iki atlıya benzetilmiştir İnan ortaklığında sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaşılması şart değildir Ancak zarara sermaye oranlarına göre katlanılır
İnan şirketinde sermayeler şirkete teslim edilip mala yatırım yapıldıktan sonra, haklar ortakların hisseleri oranında şirketin tüm mal varlığı üzerinde devam eder Yıl sonunda kâr elde edilmiş bulunursa, anlaşma esaslarına göre dağıtılır Kâr dağıtılmadığı takdirde, şirketin mal varlığında meydana gelecek büyüme, hisselere yansıtılır Bir kısım ortaklar kârın dağıtılmasını istemiş ve diğerleri yeni yatırımlar yapılmasına razı olmuşlarsa; isteyenlere kâr verilir, fakat bir önceki yıla göre olan hisse miktarı eskisi gibi kalır Kâr almayanlara ise, dağıtılmayan ve yeni yatırımlara sevkedilen kâr payları, onların anaparalarına eklenir Dolayısıyla kâr oranları artar
Ortaklardan birisinin veya tüm ortakların çalışması şart koşulabilir Çalışan ortak yıl sonundaki kâra mahsuben avans olarak maaş alabilir veya kârdan alacağı fazla hisse karşılığında çalışabilir Ancak çalışmadan maksat, çalışmanın bizzat meydana gelmiş olması değildir Çalışma şartı konulmakla yetinilir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1394/1974, VI, 56 vd; İbnü'l-Hümâm, V, 4 vd)
İslâm ortaklık anlayışında kâr prensip olarak şâyi bir cüz şeklinde belirlenir %10, %20, %50 gibi Ancak ana paranın yüzdesi üzerinden kâr belirlenmesi geçerli değildir Çünkü önceden kâr miktarını belirlemek mümkün olmaz Hadiste şöyle buyurulur: "Kâr, ortakların serbestçe belirledikleri şartlara göre paylaşılır Zararın tazmini ise, sermaye oranlarına göre olur" (ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, Kahire 1393/1973, III, 475) Bu hadis, Hz Ali'nin (ö 40/660) sözü olarak da nakledilmiştir
İslâm hukukuna göre kâra hak kazanma ya sermaye veya çalışma (iş) veya zararı yüklenme (dımân) sebeplerinden birisine dayandığı için, şirkette çalışan ortak, eşit sermaye koyan diğer ortaklardan fazla kâr alabilir Yine kredi şirketinde borcun fazlasını tazmin etmeyi göze alan ortak, diğerlerinden fazla kâra hak kazanabilir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Uslübihi'l-Cedîd, Dımaşk, ty I, 627)
Şâfiî, Mâlikî, Zâhirî ve İmamiyye mezhepleri ile İmam Züfer'e göre, inan şirketinin sahih olması için kâr ve zararın ana paradaki paylara göre olması gerekir Çünkü kâr ana paranın geliri; zarar ise yine ana paranın eksilmesidir Bu ikisi ana para miktarlarına göre olur Yani kâr, zarara benzer Ortaklardan birisinin zararın belli bir bölümünü yüklenmeyi şart koşmasının geçerli olmaması gibi, kârdan ana para oranını aşan bir fazlalığı şart koşması da geçerli olmaz (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, ty, II, 250; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Kahire 1959, I, 346)
Bu sonuncu görüş sahipleri, ortakların kendi iş yerinde çalışmasını kârda bir fazlalık sebebi kabul etmediğine göre, çalışanlara emeğine uygun bir ücret takdir etmek gerekecektir Yani ortaklar ayrıca kendi iş yerinde "iş akdi" yaparak çalışabilir ve sözleşmede belirlenen miktarda maaşını da alır İş yeri zarar da etse emeğinin karşılığını almaya devam eder
b) Mufâvaza:
Bu eşitlik esasına dayanan bir ortaklık çeşididir Sermaye miktarlarının eşit olması yanında, kârın paylaşılması ve zarara katlanma da eşitlik ilkesine göre çözümlenir Ortaklardan her biri diğerinin şirket adına yapılacak tüm alım-satımlarda hem vekili ve hem de kefili sayılır Ortakların şirket sermayesi olabilecek özel mülklerinin bulunmaması gerekir Özellikle aile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasında bütün mal varlığını içine alan ve mutlak eşitlik esasına dayanan ortaklıklar bu gruba girebilir
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Üç ticaret muâmelesinde bereket vardır Bunlar; vadeli satış, mufavaza ortaklığı ve satmak için değil de yemek için buğdayla arpayı karıştırmaktır" (İbn Mâce, Ticârât, 63)
Ortaklar arasında sermaye eşitliği bozulursa bu ortaklık "inan şirketi"ne dönüşür Mufavaza şirketini Hanefi ve Mâlikîler caiz görürken, Şâfiî mezhebi bunu uygulama bakımından mümkün görmemiştir Hanbelîler de Şâfiîlerin görüşündedir Bunlara göre mufâvazada eşitlik istenilen anlamda gerçekleşmez (ez-Zuhaylî, age, I, 610, 611)
Mufâvaza ortaklığında ortaklar arasında tasarrufta eşitlik şarttır Bu sebeple, küçükle ergin ve müslümanla kâfir arasında böyle bir ortaklık geçerli olmaz Çünkü ortaklardan birisinin diğerinden daha fazla tasarruf hakkına sahip olması geçerli değildir Yalnız Ebû Yusuf (Ö 182/798), mufavazayı, din ayrılığı olan kimseler arasında kerâhetle birlikte geçerli sayar (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, ty, IIl, 369) Sermayede tam eşitlik gerçekleşince mufavaza oluşur Artık her ortak diğerinin vekili ve kefili olur Birinin tasarrufundan diğeri sorumlu tutulabilir
c) Kredi ve itibar ortaklığı (şirket-i vücûh)
İki ve daha çok kimsenin ödünç para kullanarak veya veresiye mal alıp peşin satmak yoluyla elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmalarıdır Gerek ödünç para bulma ve gerekse vadeli mal alma, kişinin ticaret itibarına bağlı olduğu için bu ortaklığa; "şirket-i vücûh" veya "zimmet üzerine ortaklık" adları da verilir
Hanefî, Hanbelî ve Zeydîlere göre vücûh şirketi caizdir Çünkü bu, her ortağın diğerine mal alıp satmada vekâlet vermesini kapsamına alır Bir ortağın, diğerini, alacağı mal aralarında ortak olmak üzere vekil kılması geçerlidir Diğer yandan insanlar bu tip ortaklıkları yüzyıllar boyunca yapmışlar ve karşı çıkarı olmadığı için, konu üzerinde "teâmül" meydana gelmiştir (el-Kâsânî, age, VI, 57; İbnü'l-Hümâm, age, V, 30 vd; es-Serahsî, el-Mebsût, XI, 154)
Şâfiî, Mâlikî, Zâhiri ve İmamiyye'ye göre, vücûh şirketi bâtıl bir ortaklık çeşididir Çünkü bir ortaklık sermaye veya işle oluşur Burada her ikisi de yoktur
Kredi ortaklığını geçerli sayan birinci görüşe göre, ortakların satın alınan maldaki hisse(eri farklı olabilir Kârın paylaşılması ise, zarar meydana geldiği takdirde ödemeyi üstlendikleri orana göre olur Kârdan alınacak pay tazmin edilecek paydan fazla olursa, bu fazlalık karşılıksız kalacağı için câiz olmaz Ödünç para ile veya vadeli alınacak mal üzerindeki pay miktarı serbest sözleşme ile belirlenir
İslâm hukukunda âyet veya hadisle açıkça düzenleme yapılmamış olan konularda "sözleşme yapma serbestliği" prensibi benimsenmiştir Bu konuda Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar" (Buhârî, İcâre, 14, 50)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUSİKÎ
Ölçülü sesler vasıtasıyla estetik bir tesir ve heyecan ortaya koyan ve ses üzerine kurulmuş bir sanat
Güzel sanatların en önemlilerinden biri olan musikînin dinî hükmü hakkında Kur'ân-ı Kerim'de açık bir işaret yoktur
Hanefi hukukçular musikînin hükmü konusunda icrâsının ve bunu dinlemenin haram olduğu kanaatindedirler Ancak savaşta vurulan kös ile düğünlerde çalınan zilsiz def, bundan istisnâ edilmiştir Bunun yanında Hanefi hukukçularından İmam Serahsî'ye göre; müzik, başkalarına dinletmek için değil de, insanın kendisini dinlendirmesi ve yalnızlığını gidermesi amacıyla yapılırsa câizdir Imam Ebu Yusuf, "Düğün dışında, meselâ kadının ve çocuğun, kendi evinde def çalmasına ne dersin?" sorusuna "Aşırı olmamak kaydıyla bir sakıncası yoktur" cevabını vermiştir Bazı Hanefi hukukçuları, çalgı bulunan düğüne yapılan davete icâbetin mutlak manada câiz olmadığını söylerken, diğer bazıları, düğün ve bayram gibi günler münasebetiyle bazı musikî türlerini mübah görürler Ancak kesin olan şu ki, musikî konusunda en ağır sözler Hanefiler tarafından söylenmiştir Hanefî fakihler şu hususları esas alırlar: "Çalgı âletlerini dinlemek günahtır; çalgı çalınan yerde oturmak fâsıklıktır, çalgıdan zevk almak da küfürdür" Hanefi ve diğer hukukçular genel bir düşünceyle, musikî ile meşgul olmayı ve bunu bir meslek haline getirmeyi, fâsık ve fâcirlere ait bir sanat saymışlardır
Büyük Islâm âlimlerinden Imam Gazzâlî, "İhyâ" adlı ünlü eserinde musikî konusuna geniş yer vermiş ve bu mesele hakkında bütün söylenenleri tahlil ederek delillerini karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır:
Musikî ister ses, isterse çalgı âleti ile olsun, tek hükme bağlı değildir Haram, mekruh, mübah ve hatta müstehab olabilir

a) Dünya arzusu ve şehvet hişleri ile dolup taşan gençler için yalnızca bu duyguları tahrik eden müzik haramdır
b) Vakitlerinin çoğunu müziğe harcayan ve bununla uğraşmayı âdet haline getiren kimse için müzik mekruhtur
c) Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mübahtır
d) Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde sadece güzel şeyleri harekete geçiren kimse için ise müzik müstehaptır

İmamı Gazzâlî, musikî ile ilgili değerlendirmesine devam ederken, müziğin duruma göre mübah ya da mendub olduğunu, onu haram kılan şeyin kendisi değil, dıştan kaynaklanan beş sebepten ibaret bulunduğunu ifade ederek şu açıklamalarda bulunur:

1- Müziği söyleyen kadın veya gencin sesi, şehveti ve nefsi tahrik edip bir fitneye sebep olacaksa, bunun söylenmesi ve dinlenmesi haram olur Buradaki haram hükmü müzikten değil, kadının veya gencin sesinden gelmektedir Kadının sesi şehveti kamçılayacak şekilde ise, onun Kur'ân okumasını dinlemek bile haram olur
2- Musikî âleti içki meclislerine veya fuhuş ve sefâhat yerlerine (bar, pavyon, gece kulübü, diskotek vb) ait ise bunu kullanmak ve dinlemek haram kapsamına girer Kilise ve Sinagog gibi yerlerde çalınan musikînin hükmü de böyledir
3- İçinde fuhuş, ahlâksızlık, islâm inancına ve ahlâkına ters düşen güfteler ve sözler bulunan şarkıları, müzik eşliğinde veya müziksiz dinlemek ve söylemek haramdır
4- Gençlik çağında bulunan veya şehevî arzuların esiri olan kişilerin aşırı derecede müziğe düşkün olmaları dinen günah ve haramdır

5 Zamanının çoğunu müzik dinleyerek geçiren kişiler, sonuçda sefih hâle geleceklerinden dolayı, islâm hukukuna göre, böyle kişilerin şahitlikleri de kabul edilmez
Sonuç olarak musikînin hoş, ölçülü ve manâlı bir ses olması itibariyle mübah olduğu; haram olmasının kendisinden değil de dıştan ârız olan sebepler dolayısıyla olduğu söylenebilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUSKA
Muska hakkında bilgi verir misiniz? Kısmeti kapanan bir kızın hocaya gidip kısmetini açtırması diye bir şey var mı? Ya da hastalığa doktorlardan çare bulamayan bir dertli, hocaya gidebilir mi?
1: İslâm muskayı istememiş, tedavi ya da başka bir amaçla kullanılmasını tavsiye etmemiş ve faydalı olabileceğini söylememiştir Hattâ muskanın birçok çesidiyle Allah'tan başkalarının da etkili olabileceğini kabul etme anlamı taşıyacağından, şirk olduğu bildirilmiştir 2: Tuvalet gibi yerlere girerken çıkarmak, şirk anlamı taşıyan cümleler, şifreler ve işaretler gibi anlamsız tılsım rumuzları içermemek şartıyla bazı âyetlerin ve bazı mübarek isimlerin, tesiri onlara değil sadece Allah'a bağlayarak üzerinde taşımasının sakıncalı olmayacağı söylenmiştir Ancak bunun da gerçek tevekküle aykırı bir davranış olduğuna işaret eden hadisler ve bunlara bağlı kabullenişler vardır bk Elmalı) 3: Ancak bunlarla da tedavi olunabileceği söylenmemiş ve bu istenmemiştir 4: Tıbbî tedavi yöntemlerine başvuru emredilmiş olmakla beraber, Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetlerin -özellikle Fâtiha Sûresi'nin- ve Rasûlüllah'ın (sas) yaptığı bazı duaların okunup hastaya üflenmesi câizdir ve bunun Allah'ın dilemesiyle tesiri olabilir Ancak şifa sadece Allah'tan bilinmeli ve sadece O'ndan istenmelidir (156 Buhârî, tip 38,40; Ebû Dâvud,17,19) 5: Günümüzde "kısmet açma" vs şeyler için yapılan bid-‚atler, hoca kılıklı sahtekârlardan imdat dilemeler ve her çeşidiyle bu yoldaki uygulamalar şirk belirtisi ve kalıntısı davranışlardır Bunların kazandıracakları günah; zayi ettirecekleri paralar ve sağlamayacakları faydalar bir yana, şahsen ben mevcut dertlere de dert katacakları kanısındayım Böyle olan kardeşlerimize, gecelerin gamzelerinde kılacakları teheccüdlerden sonra dertlerini Allah'a (cc) sunmaları ve O'nun: "Yok mu derdine deva isteyen, vereyim" diye seslendigi o saatleri ısrarla değerlendirmelerini tavsiye ederiz Ancak "ağzı dualı" tabir edilen, alim, fazıl ve müttekî insanlardan dua talep etmek, onlardan bir şeyler okumalarını istemek güzeldir ve mahzursuzdur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSLİM-GAYRİ MÜSLİM İLİŞKİLERİ
Soru: Bir müslüman, ehli kitap olan ya da olmayan gayri müslimlerle ne derecede ve ne tür ilişki kurabilir?
Cevap: Ali-Imrân suresi 118 ayetinin meali şöyledir: "Ey iman edenler, kendi (din kardeş) lerinizden başkasını (dost ve) sırdaş edinmeyin (Çünkü) Onlar size şer ve fesat yapmakta hiç kusur etmezler, size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler Hakikat onların (kin ve) buğzları ağızlarından (taşıp) ortaya çıkmıştır İçlerinde sakladıkları (düşmanlık) ise daha büyüktür Size ayetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz İşte siz o kimselersiniz ki onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler"
Bu ayet-i kerime, cahiliyet döneminde tanıdıkları Yahudilerle gidip gelmeyi kesmeyen müslümanları ikaz için gelmiştir (bk Taberî, IV/61; Ibnül-Cevzî, Zâdü'l-Mesir, I/446) Onlarla aralarında hâlâ komşuluk, arkadaşlık, antlaşma vb ilişkiler vardı (Ibnül-Cevzi agy) Mealde "sırdaş" diye terceme edilen "bitâne" kelimesi; içli-dışlı olunan, iç durumunu bilen, kendisi ile ülfet ve ünsiyet kurulup neşelenilen kimse anlamlarına gelir (agk; Cessâs, N/324) Bunu açıklar mahiyette Rasulüllah Efedimiz (sav) de: "Müşriklerin ateşi ile aydınlanmayın" (Beyhakî, Es-Sünenü'1-Kübra, X/127) buyumiustur ki; işlerinizde müşriklere danışmayın, onlardan danışman istihdam etmeyin, diye açıklanmıştır (bk Kurtubî, IV/179, 80) Bu manaları destekleyen birçok ayet ve hadis vardır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSLÜMAN BİR HÜKÜMDAR VATANDAŞLARIN TAKLİD ETTİKLERİ MEZHEBE UYGUN OLARAK DEĞİL DE BAŞKA HAK BİR MEZHEBE GÖRE EMİR VERİRSE ONUN EMRİNİ YERİNE GETİRMEK İCAB EDER Mİ?
Müslüman bir hükümdar vatandaşların taklid ettikleri mezhebden başka hak bir mezhebe uygun bir emir verirse müslümanlar onun emrini yerine getirmek mecburiyetindedirler Mesela Hanefi mezhebine göre dünyanın herhangi bir yerinde rü'yet-i hilal kesin olarak sabit olursa:Ramazan-ı şerif hilali ise halkın oruç tutmaları, Şevval hilali ise bayram yapmaları gereklidır Fakat müslümanların başında bulunan müslüman yönetici veya dini işleri tedvir etmekle görevli yetkili Şafi'i mezhebinde olduğu gibi ihtilaf metalii nazar-ı itibara alarak emir verirse müslümanlar onun emrini uygulamakla mükellefdirler Ramazan ve bayramlarını onun emrine göre yaparlar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSLÜMAN OLAN BİR KİMSE BİR GAYR-İ MÜSLİMİ YIKAYABİLİR Mİ?
Müslüman olan bir kimsenin bir gayr-i müslimi yıkaması caiz değidir Hz Ali, babası ölünce Peygambere (sav) "Yaşlı ve sapık amcan öldü” dedi Bunun üzerine Peygamber (sav) kendisine: "Git babanı toprağa ver, bana dönünceye kadar da bir şey konuşma” buyurdu Hz Ali diyor ki: "Ben de gidip onu toprağa verdim ve Peygambere döndüm Bunun üzerine Peygamber (sav) bana yıkanmamı emretti, ben de yıkandım Sonra Resulüllah bana dua etti” (Ahmed, Ebu Davud, Nesai ve Beyhaki rivayet etmişlerdir) Görüldüğü gibi Hz Ali (ra) babasını yıkamadı ve yıkaması söz konusu olmadı
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSLÜMAN OLAN BİR KİMSE BİR SUÇ İŞLERSE ALEYHİNDE ŞAHİTLİK YAPIP ORTAYA ÇIKARMAK MI İYİ, YOKSA GÖZ YUMUP ÖRTMEK Mİ İYİ?
İşlenen suç iki çeşittir:

1- Allah hakkı,
2- Kul hakkı

Müslüman, kul hakkına tecavüz edildiği zaman, müslüman olsun olmasın mütecavizin suçunu ortaya çıkarıp şahitlik yapmak mecburiyetindedir Onu örtmek vebaldır Çünkü mazluma yardım etmek her mü'minin görevidir Fakat içki içmek, namaz kılmamak, oruç tutmamak gibi Allah hakkı ise kendisini ikaz edip nasihat etmek şartıyla onu örtmek daha iyidir (Hidaye)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSLÜMAN OLMAYAN BIR DEVLETİN SİLAH FABRİKASINDA ÇALIŞMAK CAİZ MİDİR?
Müslüman olmayan bir devlete silah satmak ve silahı üretip imal eden fabrikasında çalışmak caiz değildir Bu hususta ihtilaf yoktur (al-Mecmu) Çünkü bu silah, müslümanlara karşı kullanılabilir Harp meydanında düşmanın safında bulunup müslümanlarla savaşmak ne ise onlara silah satmak veya silah imal etmek de böyledir
Binaenaleyh yurt dışında çalışan vasıflı veya vasıfsız işçilerimiz, durumlarını buna göre ayarlayıp silah fabrikasında çalışmamaya gayret etmelidirler Ancak silah yapmasını öğrenmek gayesiyle orada çalışmakta beis yoktur Yolkesiciler, anarşistlere silah satıp yardımcı olmak da aynı şekilde haramdır (el-Hidaye)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSLÜMAN OLMAYAN BIR KARI-KOCA MÜSLÜMAN OLURLARSA ONLAR İÇİN YENİ BİR NİKAH GEREKİR Mİ?
Müslüman olmayan bir karı-koca müslüman olurlarsa birbirine mahrem olmamak şartıyla eski nikah ile hayatlarını sürdürürler ve bu hususta hiç bir şeyle mükellef değildirlerYalnız koca müslüman olur kadın da küfründe devam ederse bakılır: Kitabiye yani hıristiyan veya yahudi ise yine eski nikahları devam eder Aksi takdirde nikahları fesh edilir Ancak Şafii mezhebinde iddet beklenir Bu müddet zarfında İslam'a girmek suretiyle kocasına tabi olmazsa nikahları fesh olunur
 
Üst Alt