M.N > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik) >

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUM YAKMAK Alevîlerin perşembe akşamları bir mum yakma gelenekleri var Bunun sebebi nedir? Yanlışsa niçin yanlıştır?
Bütün yanlışların kaynağını ve sebebini bilmek zordur Buna asıl sebep olarak dinin sağlam temellerinden uzaklaşma, diye kestirme bir cevap vermek mümkündür Niçin yanlış olduğuna gelince; dünya içinde âhiret için de yarar sağlamayan ve dinin de, mantığın da emretmediği, uygun bulmadığı birşey olduğu için yanlıştır, diyebiliriz
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜMEYYİZ

Yedi yaş ile buluğ çağı arasında bulunan çocuk
Çocuk yedi yaşından itibaren tam vücûb ehliyetini almıştır ve lehine ve aleyhine olan hak ve mükellefiyetlere sahibtir Ancak bu devirde çocuğun aklı tam manâsıyla olgunlaşmadığı için eda ehliyeti eksiktir İmanı ve yaptığı diğer bedenî ibadetler -eda ehliyeti noksan da olsa- sahihtir Çünkü bunlar tamamen onun menfaatinedir Ancak bunların mümeyyiz tarafından eda edilmeleri vacib değildir (Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz, Bağdad 1405/1985, s 97)
I- Mâli Tasarrufları
1 Sırf Menfaatine Olanlar
Hibe, sadaka ve kendisine yapılan vasiyeti kabul gibi onun sırf fayda ve menfaatine olan tasarruflar veli veya vasînin iznine bağlı olmaksızın sahihtir Zira velî ve vasî daima çocuğun maslahatını gözetmekle memurdur Ücret karşılığı yaptığı bir işi bitirdiğinde velisi izin vermese de istihsanen buna hak kazanır (Zeydan, age, s 97: Hudarî Bek, Usûlü'l-Fıkh, Kahire 1389/1969, s 93-94; M Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire 1377/1958, s 265; Hüseyin b Halef el-Cübûrı, Avârızu'l-Ehliyye, Mekke 1408/1988, s 141)
2 Sırf Zararına Olan Tasarruflar
Çocuğun mülkiyetinden karşılıksız olarak bir şeyin çıkmasına yolaçan hibe, vakf, boşama, kölesini azad, parasını borç vermek, vb gibi sırf zararına olan tasarrufları, velî ve vasîsi izin vermiş bile olsa, sahih değildir Veli ve vasî, çocuk yerine bu tasarruflarda bulunamayacaklarından bunlara izin de veremezler Çünkü velilik küçüğün himayesi ve menfaatlerinin korunması esasına dayanır Bizzat bu tasarruflarda bulunmak veya bunlara izin vermek, çocuğu himaye ve gözetme değildir (Zeydan, age, s 97; M Hudarî Bek, age, s 94; M Ebû Zehra, age, s 265)
Ancak bazı alimler, mümeyyiz çocuğun malını, kayb olmaktan korumak amacıyla kadı'nın birisine borç olarak vermesini bundan istisna etmişlerdir (Hüseyin b Halef el-Cübûrî, age, s 142)
Eğer velî çocuğa daha baştan bu tasarruflarda bulunmak üzere izin vermiş ise yeni bir izne gerek kalmaksızın bu tasarruflar sahih ve geçerlidir Böyle çocuğa me'zûn denir (Hüseyin b Halef el-Cübûrî, age, s144-145; Zeydan, age, s 98)
3 Nitelik açısından faydalılık ve zararlılık arasında değişiklik gösterebilen tasarruflar
Bu konuya alış-veriş, kira, nikâh ve diğer mali muameleler gibi tasarrufları örnek verebiliriz Bu tasarrufların kâr veya zarar getirmeleri ihtimali vardır Mümeyyiz çocuğun bu tasarruflarda bulunması halinde çocuk asıl olarak eda ehliyetine sahib bulunduğundan tasarrufları sahih olur Ancak bu tasarruflar, çocuğun ehliyeti eksik olduğundan velîsinin iznini gerektirir Velî izin verirse, mümeyyizin ehliyetindeki bu noksanlık tamamlanmış olur ve tasarruf tam ehliyet sahibince yapılmış sayılır (Zeydan, age, s 97-98; M Ebû Zehra, age, s 265)
Tasarrufun faydalılık ve zararlılık arasında değişiklik gösterir cinsten olup olmamasında dikkate alınan şey, tasarrufun çeşidi ve tabiatıdır Çocuğun yaptığı tasarrufun gerçekten ona fayda temin edip etmediği dikkate alınmaz Meselâ çocuk kendine ait bir malı değerinden daha yüksek bir fiyata satmış olsa, bu satış velinin iznine bağlıdır Çünkü alış-veriş, tabiatı icabı faydalılık ve zararlılık arasında değişiklik gösterir (Zeydan, age, s 98, dipnot: 1)
II- Allah Hakları
Kötülüğe ihtimali olmayan şey iyidir; iman gibi İyiliğe ihtimali olmayan şey de, kötüdür; küfür gibi Yahud da bu ikisi arasındadır; bedenî ibadetler gibi İyi olan ne zaman meydana gelirse gelsin, sahih olur Çünkü bu sırf faydadır İkincisi yani küfür ise uhrevî hükümler bakımından sahihtir Dünyevî hüküm ve muâmeleye gelince İmam Azam ve İmam Muhammed'e göre bu bakımdan da sahihtir Bunun neticesinde, küfre düşen mümeyyiz, mürted sayılır; nikâhı feshedilir ve kendisine diğer hükümler tatbik edilir İmam Ebû Yusuf'a göre ise bu, sırf zarar olduğu için muteber değildir (H Karaman, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1982, s 201; M Hudarî Bek, Usûlü'l fıkh, Kahire 1389/1969, s 92-94; M Ebû Zehra, age, s 265)
Şafiî mezhebi ve fukahanın çoğunluğuna göre, çocuğun İslâm'ı kabul veya reddetmesine itibar yoktur Çünkü mümeyyiz de olsa onun aklı, inançların dayandığı delilleri anlayacak kadar güçlü değildir Bu sebeple o, iman ve inkârdan sorumlu değildir (M Ebû Zehra, age, s 266)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜNAFIK, MÜNAFIKLAR Içinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından müslüman görünen kimse, aslî mânâsını değiştirmeden dilimize geçmiş olan münafık kelimesi Islâm toplumu içinde -çeşitli sebeblerden dolayı ve menfaati icabı kendini müslüman göstererek Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere düşmanlığını gizleyen kimsedir (el-Bakara, 2/8; Âli Imrân, 3/167; el-Mâide, 5/41)
"Nifak, kalbte olursa küfür, amelde olursa suçtur" (Kurtubî, Tefsir, VIII, 212)
Münafıklardaki nifak hâli îtikâdî ve amelî olarak iki grupta toplanır:

1 Itikâdî nifak: Kur'an-ı Kerim'de karakterize edilen, dünyada iken müslüman muamelesi görüp, âhirette inançsızlığı ortaya çıkınca kâfirlerden daha kötü muâmeleye tâbî tutulmasına sebeb olacak olan nifak hali (en-Nisâ, 4/145) "Akîdenin hilafına îmanda mürâîliktir" (M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4997)
Kur'an-ı Kerim insanları mü'min, kâfir, münâfık olmak üzere üç grupta toplar (el-Bakara, 2/1-20) ve insanların en kötüsü ve iki yüzlü olanı şeklinde tarif edilen münafıkların şu özelliklerinden sözeder:
Islâm toplumu içinde fesatçıdırlar "Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiğinde; "biz ıslah edicileriz" derler", (el-Bakara, 2/9-13) "Müslümanların inandıkları gibi inanın, diye örnek verilince; "biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" diye itiraz ederler Inananlarla yanyana gelince de; "sizinle beraberiz" derler Fakat reisleri ve şeytanlarıyla başbaşa kalınca; "biz onları aldattık" diye alay ederler" (el-Bakara, 2/13-15)
Iman ile küfür arasında bocalayan münafıklar, bazan Allah'ı hatırlar gibi davranırlar Fakat, Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar Namaza da üşene üşene kalkarlar (en-Nisâ,4/142-3) Insanları Allah yolundan döndürmek için yalan yere yemin ederler (Mücadele, 58/14; Münâfıkûn, 63/2)
Münafıkların kalbi verimsiz toprak gibidir (el-A'raf, 7/58), menfaatlerine göre şekil alırlar, dönektirler (en-Nisâ, 4/141; el-Ankebût, 29/10-11) Asr-ı Saadetteki münâfıklara; "Hz Peygamber'in yanına gelmeden önce sadaka verin de öyle gelin" denildiğinde bunların, menfaatlarına dokunduğu için, kaçtıkları tesbit edilmiştir (Mücâdele, 58/13) Münafıklar bir taraftan da maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvururlar Nitekim, münafıkların başı Abdullah Ibn Ubeyy b Selûl, kazanç sağlamak amacıyla câriyelerini zinaya zorluyordu Bu maksatla bir nevi genelev de kurmuştu Zina yoluyla câriyelerinden gelir sağlama çabası üzerine, olayı yasaklayan âyet nazıl olmuştur (et-Taberî, Tefsir, XVIII, 132; en-Nûr, 24/33)
Münafıklar Allah'ı unutup cimrilik yaparak ellerini yumarlar (et-Tevbe, 9/67), bir belâya uğrayıp sıkışınca hemen fitneye düşerler (el-Ankebût, 29/10), felâketin dönüp kendilerine çarpmasından korktuklarını, kendi aralarında fısıldaşırlar (el-Mâide, 5/52, 53); olayların akışı münafıkların lehine gibi ise, itaatla koşa koşa Peygamber'in yanına gelirler (en-Nûr, 24/49); bunlar zâhiren îman edip kalpleriyle kâfir olanlardır (el-Münafıkûn, 63/3)
"Allah'a, Peygamber'e inandık, itaat ettik" diyen münafıklar (en-Nûr, 24/47; Münafıkûn, 63/1); diğer taraftan Hz Peygamber'e isyanı, düşmanlığı fısıldaşırlar (el-Mücâdele, 58/9-10) Onlar aynen şeytanlara benzerler (el-Haşr, 59/16); tabiatları gereği Allah'a ve Peygamber'e muhalefet üzeredirler (el-Mücadele, 58/20); fakat kalblerindeki gizlediklerini ortaya çıkaran âyetlerin inmesinden de çok korkarlar (el-Infitâr, 82/4-5; et-Tevbe, 9/64)
Allah'a kötü zanda bulunan erkek ve kadın münafıklar (el-Fetih, 48/6), biribirlerinin tamamlayıcı parçası olup, insanları kötülüğe çağırır, iyilikten vazgeçirmeye çalışırlar Onlar ebedî Cehennemliktirler (et-Tevbe, 9/67-69) Kötü sözlerin müslümanlar arasında yayılmasını isterler (en-Nûr, 24/19); kötülük yapınca sevinirler; yapmadıkları şeylerle övünmekten hoşlanırlar (Âlu Imrân, 3/188); Kur'an-ı Kerim âyetleriyle alay ederler (en-Nisa, 4/140); Islâm toplumu içinde yalan-yanlış uydurma haber yayarlar (el-Ahzâb, 33/60-61); cihada çıkacaklarını yemin ile ifade ettikleri halde iş fiiliyata dökülünce kaçarlar (en-Nûr, 24/63); düşman korkusundan ölüm baygınlığına düşer (el-Münâfıkûn, 63/19); böyle bir ortamda kaçacak delik ararlar (et-Tevbe, 9/57) Mü'minler zafer kazanınca, başarıya ortak olmak, ganîmetten faydalanmak için; "sizinle beraber değil miydik?" derler Kâfirler gâlip gelince; "size mü'minlerden gelecek ziyanı biz önlemedik mi?" derler (en-Nisâ, 4/141) Savaşta çok şehid düşen olursa; "Allah lutfetti de iyi ki savaşta bulunmadım" diyen münafıklar, eğer ganîmet bölüşülecekse, "ah keşke ben de şu ganîmete erseydim" derler (el-A'râf, 7/72, 73)
Kur'an-ı Kerim'de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah, peygamberini şöyle uyarmaktadır: "O münafıkların dış görünüşlerine aldanma Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider Konusurlarsa güzel konusurlar, dinlersin Işte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar" (el-Münafıkûn, 63/1-4) Hak söz tanımayan, âhirette topluca kâfirlerle bir araya gelecek olan (en-Nisa, 4/140), münafıklara istiğfar etsen de etmesen de birdir Çünkü Allah bu fâsıkları affetmeyecektir (el-Münafıkûn, 63/6)
Münafıkların Islâm toplumu içinde bulunmalarından dolayı elde ettikleri menfaatların, âhiret hayatında da devamını isteyeceklerini, fakat bunun mümkün olmayacağını Kur'an-ı Kerim şöyle haber verir: "Âhirette münafık erkek ve kadınlar îman etmiş olanlara; "bizi bekleyin, nûrunuzdan bir parça ışık alalım" diyecekler O gün onlara; alayla "dönün arkanızda bir nur arayın" denilecek de, neticede îman edenlerle aralarında bir duvar olduğunu görecekler O zaman münâfıklar, mü'minlere şöyle seslenirler: "Biz sizinle beraber değil miydik? " "Evet", diyecekler; fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız, kuruntunuz sizi aldattı"(el-Hadıd 57/13-15) Böylece münafıklar ve kâfirler Cehennemde bir araya gelmiş olacaklardır (el-Nisâ, 4/140)
Medine döneminde, Yahudilerle dostluk kuran münafıklarla mü'minlerin dost olmamaları hatırlatılmakta (el-Maide, 5/51) ve Hz Peygamber'e; asıl düşmanın münafıklar olduğu, onlarla savaş yapması, hattâ sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir Hz Peygamber'in de münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset uyguladığı, gayr-i müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onları Islâm toplumu içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite ile tesirsiz hale getirdiği müşahede edilmektedir
2 Amelî Nifak: Bazı tutum ve davranışlarıyla itikadî nifaka kısmî bir benzeyiş içinde bulunmakla beraber, inançlarında açık bir nifakın söz konusu olmadığı müslüman kişilerin durumu Hadislerde geçen münafık türü amelî (ahlâkî) yönden olan nifakı vurgulamaktadır Meselâ: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiğinde vaadınden döner, kendisine birşey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder" (Tirmîzî, Îman, 14) hadisi benzerî hadisler îtikâdî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve tenbihler mahiyetindeki emirlerdir Zîra, amelî nifak çoğalınca ileride müslümanın îtikâdî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜNECCİM
Yıldızların hareketlerini inceleyerek gelecek hakkında tahminde bulunan kişi; kâhin, falcı
"Necm" yıldız demektir Yıldızları konu edinen iki uğraşı alanı vardır Bunlar, Astronomi ve Astrolojidir Astronomi, gök cisimlerini belli esaslar dahilinde uzay araçlarıyla inceleyen bir ilim dalı olduğu halde; Astroloji, yeryüzündeki bütün olayların gök cisimlerinin etkisi sonucu olduğu kuralına dayanan bir uğraştır (Muammer Dizer, Ali Kuşçu, Kültür Bakanlığı Yayını, 51)
Astronomi takvim yapmak, vakit ve yön tayını, hava tahmini gibi insanların yararına işlerde kullanıldığından faydalı bir ilimdir
Astroloji ise, yıldızların hareketinden hüküm çıkararak gaipten haber vermek (kâhinlik) olduğu için zararlı ve yasak olan bilgilerdendir Hadiste "Benden sonra ümmetim hakkında en çok korktuğum, idarecilerin zulmü, yıldızlara inanmak ve kaderi inkârdır" buyurulmuştur (Imam Gazalî, Ihyâ, I, 36)
Yıldızların hareketlerinden hüküm çıkarmaya eskiden "ilm-ü ahkâmi'n-nücûm" veya "ilmü'l-ahkâm"; bu işle uğraşana da "ahkâmî" veya "müneccim" denilirdi Her ikisinin konusu da yıldızlar olduğu için başlangıçta Astronomi ile Astroloji, "Ilmü'n-Nücûm" ve "Ilm Sınâat en-Nücûm" deyimleriyle ifade edilmiştir
Im-i Nücûm(Astroloji)un tarihi çok eskidir Sümerler aya, güneşe ve yıldızlara taparlardı Muhtemelen onlar taptıkları bu harikulade varlıkların olaylar üzerindeki etkilerine inanarak bütün hareketlerini takip etmiş ve bazı tahminlerde bulunmuşlardır
Hz Ibrahim'in peygamber olarak gönderildiği, bölgede yaşayan Keldanlılar da yıldızlara taparlardı Onlara Sâbiî denir Onların yıldızlara bakıp kâhinlik yaptıklarına Kur'an işaret etmektedir:
Bir bayram günü, kavmi Ibrahim'e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler "Bunun üzerine Ibrahim yıldızlara şöyle bir baktı Ben hastayım dedi O'na arkalarını dönüp gittiler" (es-Sâffat, 88-89)
Keldanlılar yıldızlara inandığı için, Hz Ibrahim onların anlayacağı şekilde yıldızlara bakarak hasta olduğunu söyledi Onların gayr-i meşrû törenlerine katılmamak için bunu bir mazeret olarak ileri sürdü
Ptolemaios (Batlamyus) sistemi esas alınarak düzenlenmiş klâsik Astroloji'ye göre müneccimler semayı on iki burca ayırmışlardır: Koç, Boğa, Ikizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazı, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık O zaman bilinen yedi gezegen olan Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ü uğurlu-uğursuz diye sınıflandırmışlar; birbirlerine olan uzaklığına ve burçlardaki seyrine göre bir takım hükümler çıkarmışlardır Uğurlu ve uğursuz olmalarına göre gezeğenlerin durumu şöyledir:

Satürn: en uğursuz (nahs-ı ekber)
Jüpiter: en uğurlu (sa'd-i ekber)
Mars: uğursuz (nahs-i esgar)
Güneş: en parlak (neyyir-i a'zam)
Venüs: uğurlu (sa'd-i esgar)
Merkür: karışık (mümtezic)
Ay: parlak (neyyir-i esgar) (Ibrahim Hakkı, Marifetname, 115)

Allah'ın emrine boyun eğerek, görevlerini yerine getiren, O'nu tesbih eden (el-Isrâ: 17/44) varlıklara uğurluluk veya uğursuzluk isnad etmek Islâm'a aykırıdır Bir iş yapma ve tesir gücüne sahip olmayan varlıklara güç ve tesir isnad etmek de inanç açısından sakıncalıdır
Yıldızların insan ve olaylar üzerinde etkisi olduğu, Güneş ve Ay'ın özelliklerine kıyas edilerek ileri sürülmüştür Bu konuda Ibrahim Hakkışöyle demektedir: "Ey azız! Ehl-i Hikmet demişlerdir ki, Hak Teâlâ'nın takdiri ile ecrâm-ı ulviye (gök cisimleri)nin, mertebe ve derecelerine göre ecsâm-ı süfliye (yer cisimleri) de çeşitli tesirleri vardır En kuvvetli tesir Güneşin harareti ile yaptığı tesirdir Ay'ın bu tesirının daha çok rutûbeti ile olduğu bulunmuştur Alemi yaratan Allah Teâlâ Kamer'e kendi kudreti ile birçok özellikler bahşetmiştir" (Marifetnâme, 146)
Gerçek müessir (etki eden)'in Allah olduğunu kabul etmekle beraber, yıldızların da âlemde mutaşarrıf olduğu görüşünü benimseyen Ibrahim Hakkı'nın eski Yunan bilgini Ptolemaios'tan etkilenen bu görüşü, kendisinden yaklaşık dört asır önce yaşayan Ibn Haldun (Ö 1406) tarafından tenkid edilmiştir Ibn Haldun, Ptolemaios'un "yıldızların da Güneş ve Ay gibi varlıklar ve onların tabiatları üzerinde etkisi olduğu" görüşünü tenkid ederek; "Filozofların bu usul ile isbatları da zandan ibarettir Yakîn ifade etmez ve tanrısal kaza, yani kader ve takdir kabılinden bir tesir olmayıp ancak meydana gelecek olan nesnenin tabii sebeplerindendir Tanrısal olan kaza ve hüküm ise her şeyden önce gelir" (Mukaddime, Çev ZK Ugon, III, 115) demektedir
Şer'î bazı delillerle de yıldızlardan hüküm çıkarmanın batıl olduğunu açıklayan Ibn Haldun şöyle diyor: "Bu bilgi, halkın iman ve inancını bozduğu için sosyal bir hayat yaşayan insan toplulukları için de zararlıdır Bazan bir tesadüf eseri olarak astronomiye dayanarak verilen hükümler doğru çıkıyor ise de bu hükümler bir inceleme ve araştırma sonunda verilen hükümler değildir Kandırıldıklarından dolayı bu bilginin düşkünü olan bilgisiz kimseler ise, bazı olaylarda bir tesadüf eseri olarak hükümlerinin doğru çıkmasından diğer hükümlerinin de doğru olacağı zannına kapılırlar Halbuki bu doğru değildir Çünkü bu, varlıkların vücut ve sebebini Yaratandan başkasına isnad etmek demektir Bundan başka, düşmanlarına saldırmak üzere devletler uğurlu saat bekleyerek fırsatı kaçırdıkları sıralarda, fırsat bekleyen düşmanlarının onların üzerine saldırdıkları ve onlara galip geldikleri olmuştur Biz bu hallerden bir çoğunu gözümüzle gördük Bu bilgiye inanarak onun hükümlerine göre iş görmek, din ve devlet için zararlı olduğundan sosyal hayat yaşayan bütün insan topluluklarında bu bilgi yasak edilmelidir"(Mukaddime, III, 119)
Müneccimlik, Osmanlıların son zamanına kadar sarayda bir memurluk olarak devam etmiştir Reisü'l-Etibba (Hekimbaşı)nın teklifiyle Padışah tarafından atanan Müneccimbaşı ilmi gayesi bu ayetlerle belirlendiğine göre, onların hareketlerinden birtakım hükümler çıkararak gelecekten haber vermenin Islam öncesi bâtıl inançlardan intikal etmiş hurafeler olduğu anlaşılmaktadır
Islâm'a göre gibi ve geleceği Allah'tan başka kimse bilmez (el-En'am, 6/59) Kader gizli tutulmuştur Gelecekten haber vermek (kâhinlik) ve falcılık haramdır:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) fal ve Şans okları birer şeytan işi pisliktir Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz" (Mâide, 5/90)
"Ârrâf veya kâhine gelerek onun söylediğini tasdik eden, Muhammed (sas)'e indirileni inkâr etmiş olur "
"Ilm-i Nücûm öğrenen kimse, sihirden bir bölüm öğrenmiş olur" (et-Tergîb ve't-Terhîb: IV, 441-442)
Müneccimlik (falcılık) yasak olduğu halde, tarih boyunca insanın gaybı bilme ve başına geleceği öğrenme merakını istismar ederek bunu kendilerine kazanç yolu yapanlar eksik olmamıştır Bu konuda "Yıldıznâme" adıyla kitaplar yazılmıştır Günümüzde de Astroloji, Batıda özellikle Amerika'da yaygın olarak kullanılmaktadır Bunun sosyo-psikolojik sebepleri üzerinde ayrıca durmak gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MURABAHA

Alış fiatı veya maliyet üzerine bir miktar kâr ilâvesiyle yapılan satış muamelesi
İslâm hukukunda murabahalı satış akdi güven esasına dayalı akitlerdendir Bu tür akitlerde alıcı, satıcının beyânının doğruluğuna itimad ve akdi buna bina etmektedir Bundan dolayı müşterinin rızasına engel olabilecek en küçük yalan beyan veya açıklanması gereken bir hususun açıklanmaması, akdin oluşmasına engeldir
Şartları
Alış fiyatı veya maliyetin belli olması gerekmektedir Murabahalı satışta müşterinin malın ilk fiyatını veya maliyeti bilmesi akdin sıhhat şartıdır Bu şart tevliye*, işrâk ve vedî'a* suretiyle yapılan akidleri de kapsar Çünkü bu tür akitler ilk bedel esas alınarak teşekkül etmektedir Birinci bedel veya maliyet bilinmediğinde akit meclisinde bu durum açıklığa kavuşuncaya kadar akit fasittir Meclis bu şekilde dağılırsa akit batıl olur (Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâi, Kahire 1327-28/1910, V, 220; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Kahire 1386-89/1966-69, V, 124)
Kâr miktarı belli olmalıdır İslâm hukuku, alış-verişlerde belli bir kâr sınırı koymamıştır Bundan dolayı alış fiyatı veya maliyet üzerine eklenen kâr miktarının müşteri tarafından bilinmesi gerekir Çünkü kâr, satış bedelinin bir kısmım teşkil etmektedir (Kâsânî, age, V, 221; Damad, Mecmau'l-Enhur, İstanbul 1328, II, 75; İbn Âbidîn, age, V,124; Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, IV, 704)
İlk bedel misliyyattan olmalıdır Çarşı-pazarda benzeri bulunabilen, birimleri arasında tüccarın ve muamele yapanların hoş görecekleri kadar az fark bulunan mallar mislî mallardır Ölçü, tartı ve sayı ile muamele gören mallar bu sınıfa girer (Zerkâ, el-Fıkhu'l-İslâmî fi Şevbihi'l-Cedîd, Dımaşk 1967-68, III,130; M Ebû Zehre, el-Milkiyye, Kahire, ts, s 55; Mahmesânî, en-Nazariyyetü'l-Amme, Beyrut 1948, I, 16-17; Abdülkerim Zeydan, el-Medhal, Bağdat 1402/1982, s 222-223)
Şayet ana bedel kıyemî ise -arsa gibi-; mal, elinde kıyemî mal bulunmayana murabahalı olarak satılamaz Kıymeti ile de murabahalı olarak satılamaz Çünkü bedel kıyemî olduğundan ona biçilen değer tahmine dayanır Tahminler ise farklıdır Böylece ana bedel meçhûl kalmış olur
Malın, elinde ve mülkünde kıyemî bir mal bulunan şahsa satılması durumunda, ana bedelden ayrı, belli miktarda bir kâr tesbit edilirse bu satış câizdir Elbise karşılığında alınan bir saat şeklinde yapılan alışverişte elbisenin bir üçüncü şahsa elbise ve şu kadar kâr şeklinde satılması gibi
Kârın ana paranın bir cüz'ü olarak belirlenmesi câiz değildir Meselâ elbise karşılığında alınan bir saati %5 kârla satmak caiz değildir Çünkü kâr ana para cinsinden tahakkuk eder Bu durumda saatin fiyatı belirli olmadığı için, kâr oranı meçhul kalmaktadır Bu saata konulan değer de zan ve tahmine dayanır Ancak taraflar akit meclisini terketmedikleri halde malın ana değeri tesbit edilirse, murabahalı satım istihsânen câizdir Fakat alıcı muhayyer olup dilerse satım akdine râzı olmayabilir (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XIII, 82, 91; Kâsânî, age, V, 221; Mergınânî, el-Hidâye, el-Mektebetü'l-İslâmiyye, ts, III, 56; Meydânî, el-Lübâb, Beyrut, ts, II, 33; İbn Abidin, age, V,134-135; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, III,160; Zühaylî, age, IV, 705-706)
Aralarında riba cereyân eden mallar (aynı miktar ve peşinen) misli misline trampa edilmiş ise, bu maddeler murabahalı olarak satılmaz Aralarında ölçü, tartı ve cins birliği bulunan mallar kendi cinsi ile mübadele edilmek istendiğinde aynı miktarda ve peşin olarak mübadele edilirler Aksi takdirde aradaki fark faiz olur 1 kg Bağdad hurması ile 1 kg Medîne hurması peşin olarak mübadele edilebilir Burada herhangi bir fazlalık faiz olur ve bu mal murabahalı olarak satılamaz Çünkü murabaha ana değere kâr ilâvesiyle yapılan satıştır Kendisinde ribâ cereyan eden -altın, gümüş, buğday, arpa gibi- mallarda ki fazlalık ise kâr değil ribadır Ancak cinsleri ayrı olan mislî mallar murabahalı olarak mübâdele edilebilir 10 doları 20 marka satın alıp, 2 mark karla 22 mark'a satmak gibi (Serahsî, age, XIII, 82, 89; Kâsânî, age, V, 221-222; Zühaylî, age, IV, 706)
Önceki satış akdi sahih olmalıdır Çünkü fasit satış akdinde malın mülkiyeti bedel ile değil, malın kıymeti veya mislî karşılığıyla gerçekleşmektedir (Kâsânî, age, V, 222; Zühaylî, age, IV, 706)
Alış Bedeline İlâve Edilebilecek Olan Masraflar
Malın değerinde veya kendisinde bir artış meydana getiren masraflar ve harcamalar alış bedeline eklenebilir ve böylece maliyet ortaya çıkar Bu özelliği taşımayan masraflar ana bedele eklenemez
Nakliye masrafları, cilâ, boya, yıkama, dikiş, komisyoncu giderleri israfa kaçmaksızın verilen yem, sulama masrafları gibi malın değerinde veya bizzat kendisinde artış meydana getiren giderler ana paraya eklenir ve malın mâliyeti ortaya çıkar Ancak ana paraya eklenen bu masraftan da sonra satıcı bu malı şu fiyata aldım demek yerine, bana şu kadara mal oldu ve şu kadar kâr ilâvesiyle satıyorum demelidir
Mal sahibinin malın alımı, nakli ve pazarlaması esnasında şahsı adına yaptığı yeme-içme vb masraflarla, tedavî giderleri, eğitim masrafları, çoban, bekçi ücretleri ana paraya eklenemez Çünkü bunlar malın değerinde veya kendisinde artış meydana getirecek nitelikte değildir (Serahsî, age, XIII, 80, 81, 83; Kâsânî, age, V, 223; Mergınânî, age, II, 75; Meydânî, age, II, 33; İbn Abidîn, age, V, 135-137; Zühaylî, age, IV, 707-708)
Müşteriye Açıklanması Gereken Hususlar ve Bunları Gizlemenin Doğurduğu Neticeler
Güven esasına dayanan akitlerde akdin esasını, satıcının malı aldığı fiat veya maliyeti teşkil etmekte, müşteri bu hususta satıcının beyanına güvenmekte ve inanmaktadır Bu durumda onun güven ve itimadına hıyanet sayılan en küçük bir yalan veya eksik beyan, akdi bozan hile olarak değerlendirilmekte; satıcının, akde mevzû otan malı nakit ile mi, yoksa alacağına karşılık olarak mı aldığını; alacağına karşılık aldıysa, tamamına karşı mı yoksa -sulh yoluyla bir kısmına karşı mı- aldığını; malı aldıktan sonra bozulmadan aynen kalıp kalmadığını vb müşterinin rızasına tesir edecek her hususu açıklaması gerekmektedir (Hayreddin Karaman, Mukâyeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1982, II,144-145; Serahsî, age, XIII, 84; Kâsânî, age, V, 223-225; Damad, age, II, 78; Zühaylî, age, IV, 708-710)
Maldaki kusur semavî bir afetle (kendiliğinden) meydana gelmiş ise, Hanefîlerin çoğunluğuna göre, bu kusur söylenmeksizin mal murabahalı olarak satılabilir İmam Züfer ve Fukaha çoğunluğuna göre ise hıyânet şüphesini ortadan kaldırmak için bu durum açıklanmalıdır Zira insanlar, kusura itibar etme konusunda farklı yapıya sahip oldukları gibi, ortaya çıkan kusurla da malın değeri veya kendisi eksilir Şayet kusur birinci müşterinin veya yabancı birisinin fiiliyle meydana gelmişse, ittifakla bu kusur açıklanmadan mal murabahalı olarak satılamaz Malda yavru, meyve, yün, süt vb gibi bir artış meydana gelmiş ise, bu durum açıklanmalıdır Çünkü mal hükmünde olan bu artış, kusur sebebiyle malı geri iade etmeye bir engel oluşturur Maldan doğmayan artışlar -kira bedeli gibi- beyan edilmeksizin murabahalı satış caizdir Veresiye alınan bir mal, bu durum açıklanmadan murabahalı olarak satılamaz Çünkü veresiye yapılan alış-verişlerde satış bedeli genellikle yüksek olur Peşin yapılan alış-verişlerde ise indirim yaptırma imkânı vardır Mal bir alacak karşılığında alınmış ise, bu durum açıklanmaksızın murabahalı satış câizdir Fakat mal, alacak karşılığında sulh yoluyla alınsa bu açıklanmalıdır Çünkü sulhta indirim ve kolaylık gösterme söz konusudur Yine hîbe, miras, vasıyyet yoluyla elde edilen bir mala bilir kişinin belli bir değer biçmesi halinde, bu kıymet üzerine bir kâr ilâvesiyle murabahalı satım câizdir (Serahsî, age, XIII, 80; Kâsânî, age, V, 223-225; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, III, 161, 163; Damad, age, II, 78; Mergınânî, age, III, 58; Zühaylî, age, IV, 708-710) Hıyanet (yanlış bilgi)'in Akde Tesiri
Şayet hıyanet, satış bedelinin sıfatında ortaya çıkmışsa -veresiye alınan malın açıklanmadan satımı gibi-, Hanefilerin ittifâkıyla, müşteri muhayyer olup dilerse malı alır ve dilerse geri verir Hıyânet malın bedelinde ise, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, müşteri muhayyer olup dilerse malı bedelin tamamını vererek alır; dilerse akdi fesheder, malı almaz Ebû Yûsuf'a göre ise müşterinin muhayyerlik hakkı yoktur Ancak hıyânet miktarı ve kârdan hissesi düşülür ve satımı anlaştıkları esasa getirir Güvene dayalı satım akitlerine ait hükümler genel hatlarıyla Şâfiî ve Mâfikîlerde de aynıdır Hanbelîler, Ebû Yûsuf gibi hıyânet miktarının bedelden indirileceği esasını kabul etmişlerdir (Serahsî, age, XIII, 86-87; Kâsânî, age, V, 225-226; Meydânî, age, II, 34-35; Damad, age, II, 76-77; el-Fetâva'l-Hindiyye, III, 162-163; İbn Abidîn, age, V, 138-139; Zühaylî, age, IV, 710-712; Abdürrezzâk es-Senhûrî, Mesâdiru'l-Hakk, Kahire 1960, II, 166-174; Karaman, age, II,145; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s 93-124)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MURAHIK(BULUĞ ÇAĞINA YAKLAŞMIŞ KİMSE)

Büluğ yaşına yaklaşmış kimse anlamında bir fıkıh terimi Büluğ çağına ulaştığı halde baliğ olmamış erkeğe "murahık", kadına da "murahıka" denilir
Çocuklukla gençlik dönemi arasında kalan erkeğe murahık, kadına murahıka denir Bu dönemde insan çocukluğu geride bırakmıştır, gençlik dönemine henüz girmemiştir Bu dönem hakikaten veya hükmen baliğ oluncaya kadar devam eder
Büluğ yaşının başlangıcı, erkeklerde on iki, kızlarda dokuzdur Büluğ çağının son sınırı erkekte ve kadında on beştir
Büluğ yaşının son sınırına gelmediği halde ihtilam olan erkek ve hamile olan kadın hakikaten baliğ sayılır On beş yaşına ulaşan erkek ve kadında ihtilam olma, hamile kalma özelliği görülmese bile bunlar hükmen baliğ sayılırlar Her iki halde de murahık ve murahıkalık özelliğini kaybederler; baliğ ve baliğa olurlar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜRTED Geri dönmek, geri istemek, eski haline dönmek anlamındaki "irtidad" mastarının ism-i faili Istılahta ise, müslüman olduktan sonra, Islâm'dan dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler için kullanılan bir akaid terimi Dinden çıkma olayına da "riddet" denir
Müslümanın dinden çıkıp, irtidat etmesine sebep olan şeyler şunlardır:

1- Allah Teâlâ'ya ibadette O'na şirk koşmak: "Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer Cehennemdir Zâlimlerin hiç bir yardımcısı da yoktur" (el-Mâide, 5/72) Ibadet türlerinden her hangi birini Allah'tan başkasına yönelterek işlemek, ölülerden yardım istemek, aracılık ve şefaat dileyerek ilk müşriklerin yaptığı gibi Allah'a şirk koşmak, (Mekkeli müşrikler ibadet ettikleri ilâhlarının, insanları yarattığına, rızıklandırdığına ve tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanmıyorlardı Onlar, tapındıkları putlarının Allah indinde bir makama sahip olduklarına ve insanlarla Allah arasında aracı ve şefaatcılıkta bulunduklarına inanıyorlardı): "Bunlar Allah katında şefaatcilerimizdir derler" (Yunus, 10/18) "Şüphesiz, mescidler Allah'a mahsustur O halde orada Allah ile beraber bir başkasını anmayın" (el-Cin, 72/18) "Doğru dua ancak Allah'a yapılandır Allah'tan başkasından yardım istenmez Zira Allah'tan başka diğer varlıklar ise dua edenlerin ve yardım isteyenlerin hiçbir isteğine cevap veremezler Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin durumu ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer Ağzına su götürmek ister fakat götüremez Şu halde kâfirlerin duası sapıklıktan başka bir şey değildir" (er-Ra'd, 13/14)
Allah'tan başkasına dua edip bir dilekte bulunanlar, kâfirler olarak adlandırılmaktadır Bu konu üzerinde ulemânın icma'ı olup, buna muhalif görüş beyan eden hiç bir kimse yoktur
Allah'ın şeriatından başka kanunlarla veya Allah'ın nizamının dışındaki şirk düzenlerinin kaideleriyle hükmetmek de, Allah'a ibadette ortaklar edinmektir: "Hüküm ancak Allah'ındır O ancak kendisine ibadet etmenizi emretti" (Yusuf 12/40) "O hiç bir varlığı hükmüne ortak yapmaz" (el-Kehf, 18/26)
Allah'ın dışında; insan, melâike, cin, taştan heykel vb adına kurban kesmek veya adak adamak; ayrıca, Allah'a tevekkül eder ve O'na sığınır gibi, bir başka varlığa sığınmak ve ondan medet ummak da irtidadı gerektirecek fiillerdendir
2- Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları Islâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt, mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hristiyanlık, Komünizm, Kapıtalizm, Demokrasi, Sosyal Demokrasi vb şirk düzenlerini doğrulamak Allah Teâlâ, bunların hepsinin küfür olduğuna hükmetmiştir Bu, Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir Buna göre bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur'an'ı, Sünnet'i ve icma'ı yalanlamıştır Müslüman olduktan sonra, bu şekilde düşünmeye başlayan kimse irtidat etmiştir
3- Muhammed (sas)'in getirdiklerinden bir şeye kızmak ve uygunsuz görmek Onlarla amel ediyor olsa bile durum değişmez Allah Teâlâ bunu şöyle ifade etmektedir: "Bunun sebebi, onların, Allah'ın indirdiklerini beğenmeyip çirkin bulmalarıdır Dolayısıyla da Allah, onların amellerini heder etmiştir" (Muhammed, 47/9)
4- Rasulullah (sas)'in dininin sevap veya günahlarından herhangi birini alaya almak, eğlence konusu yapmak: "Onlara de ki: Allah ile âyetleri ve peygamberleriyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin Çünkü iman ettikten sonra, inkâr ettiniz" (et-Tevbe, 9/65-66)
5- Kâfirleri alkışlamak ve mü'minlere karşı onlara yardım etmek: "Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur Muhakkak ki Allah zâlim kavmi hidayete erdirmez" (el-Mâide, 5/51)
6- Allah'ın dininden tamamıyla veya o olmadan dinin sahih olması mümkün olmayan temel unsurlarının birinden yüz çevirmek: "Fakat kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler" (el-Ahkaf 46/3)
7- Bazı insanların, Muhammed (sas)'in şerîatini aşıp, ona bir şeyler ekleyebileceğine inanması: "Islâm'dan başka bir din arayan kimseden Allah bunu asla kabul etmez O kimse ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır" (Âlû Imrân, 3/85)
8- Üzerine icma vaki olmuş Islâm'ın farzlarından birisi üzerinde tartışmaya girmek veya yine haramlığı icmayla sabit olan bir şeyi helâl saymak Imam Suyûtî şart koşulan sahihlik şartlarını taşıyan hadisi inkâr edenin Islâm dairesinden çıkıp irtidat etmiş olduğunu ve kıyamet gününde Yahudilerle, Hristiyanlarla veya küfür gruplarından uymayı dilediği kimselerle haşrolacağını söylemektedir (Miftâhü'l Cenne fi'l-Ihticâcı bi's-Sûnne, s 5)
Bir kimse şehadet getirip, namazını kılsa, orucunu tutsa ve kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile, bu sayılan şeyleıden ve Islâm'a dair eserlerin mürted bahislerinde etraflıca zikredilen hususlardan bir tanesini işlediği zaman irtidat etmiş sayılır
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlüllah (sas); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" (Buhârî, Edep, 73; Müslim, Iman, 111) "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehadet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır" (Buhârî, Ilim, 49) buyurmaktadır Burada tekfir edilmesi caiz olmayan müslüman, muvahhid olup, Islâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir O, tevhid üzere olan kişidir Işte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır Nitekim, Rasûlüllah (sas), şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir Allah'a inanıp da, O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir" (Müslim, Imân, 152) Bunun içindir ki Ashab, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı
Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli kılmaz: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar" (Ebu Davud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudud,1; Nesai, Talak, 21; Ibn Mâce, Talak, 15)
Bunun gibi, istemediği ve kastetmediği halde hataen küfrü getiren bir söz sarfeden kimse de mürted sayılmaz:
"Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı Şeylerden sorumluluğu kaldırdı" (Ibn Mâce, Talâk, 16)
Kalbi imânla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile dinden döndüğünü söyleyen kimse için irtidat vaki olmaz: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından sonra Allah'ı inkar edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır" (en-Nahl,16/106) Ikrahın özür sayılmasının bir ölçüsü vardır Içki içmek, ölü eti yemek, küfür ve malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle tehdid edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir Sadece ölümle tehdit edilip de tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması halinde ikrah özür sayılabilir Kişi sabreder, dininden dönmez ve öldürülürse bunun karşılığında büyük bir mükâfat alır(el-ihtiyâr, II, 106)
Zorlama olmadan (ikrah) küfrü gerektiren bir söz söyleyen veya bir iş yapan, bunu korkusundan yahut alay için yapmış olsa bile mürted sayılır Çünkü mücerred korku özür değildir Sarhoşların irtidadı hakkında alimler arasında ihtilaf vardır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜRTEDİN CEZASI
Müslümanın irtidadı; görülmesi, duyulması, itiraf etmesi veya iki âdil müslüman tarafından şahitlik edilmesi hallerinde sabit olur
Mürtedin cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir: "Dinini değiştireni öldürün" (Buhârî, Cihâd, 149) Ulemanın çoğunluğu kadın için de aynı hükmün uygulanacağı görüşündedirler Ancak Hanefiler bu konuda farklı görüştedirler Kadınların öldürülmesini nehyeden hadisin (Ebu Davud, Cihad, 121) hükmünün geneli kapsadığını iddia ederek irtidad eden kadının öldürülmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir (Ibn Kudâme, el-Muğnî, Mısır (ty), VIII, 125; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (ty), II, 385 vd)
Mürtede had uygulanmadan önce, tevbe edip Islâm'a dönmesi telkin edilir Fakat bunun ne şekilde uygulanacağı hakkında ihtilaf vardır Alimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, üç defa tevbe etmesi istendikten sonra öldürülür Hz Ömer (ra), irtidad edenin üç gün hapsedilip tevbe etmeye çağrılması ve bu zaman zarfında yiyecek olarak suçluya ekmek verilmesi gerektiğini bildirmiştir
Hz Ali (ra), bu müddeti bir ay olarak uygulamıştır en-Nahaî ise bunun bir zamanla sınırlandırılmaması ve tevbe edene kadar sürekli Islam'a çağrılması gerektiği görüşünü ileri sürmüştür Ancak, bu görüş, Sünnet ve icma ile sabit olan irtidad cezasının uygulanmasını imkansız kılacağından itibara şayan değildir
Imam Mâlik, Leys, Ishak ve Ebu Hanîfe; zındıkın ve irtidat edip tevbe ettikten sonra tekrar dinden dönenin tevbesinin dikkate alınmayacağını ve haddin uygulanacağını kabul etmişlerdir Çünkü zındıkın mürted sayılmasını gerektiren önceki görüşlerinden döndüğü hiç bir zaman açık olarak tesbit edilemez Allah Teâlâ; "Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesna" (el-Bakara, 2/160) buyurmaktadır Dinden dönmeyi birkaç defa tekrarlayanların tevbelerinin kabul edilmeyeceğine delil olarak da şu âyeti kerîme gösterilmektedir: "Iman edip sonra inkâr eden, sonra imân edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir" (en-Nisa, 4/137)
Müslüman anne babadan doğan ve müslüman olarak yetişen kimse irtidat edince, tevbe etmeye çağrılmadan had uygulanır Fakat daha önce küfre girip sonra müslüman olan kimse tevbeye çağrılır
Allah'a ve Rasûlüne küfreden kimse de tevbe etmeye çağrılmadan öldürülür Böyle bir kimse tevbe etse dahi durum değişmez Çünkü, Allah'a ve rasûlüne küfretmek haddi gerektirir Tevbe ise haddi düşürmez (Ibn Kudame, age, 125 vd)
Mürtedin irtidat etmesiyle birlikte, bütün salih amelleri silinir ve o ebedî olarak Cehennemde kalır: "Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir Işte cehennemlikler onlardır Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır" (el-Bakara, 2/217)
Bu, tevbe edilmediği takdirde böyledir Mürted tevbe ettiği takdirde, irtidat etmeden önceki amellerinin yok olup olmayacağı hususunda Islâm alimleri arasında görüş ayrılıkları vardır Imam Şafiî'ye göre irtidad edip, sonra Islam'a dönenin haccı da dahil hiç bir ameli düşmez Imam Malık'e göre ise amellerinin tamamı, irtidad ettiği an düşer (el-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1965, III, 48)
Irtidatla birlikte evlilik akdi fesh olur Ancak mürted tekrar Islâm'a döner ve her iki taraf evliliklerini sürdürmek isterse, yeniden bir nikâh akdi ve mehir söz konusu olmaz Hanefiler kocanın irtidadına bağlı boşanmayı bâ'in talak* olarak kabul etmişlerdir Mürted, müslüman yakınlarına mirasçı olamadığı gibi, o öldüğünde de müslüman yakınları ona mirasçı olamazlar: "Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz" (Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1)
Ancak âlimler bu konuda da ihtilaf etmişlerdir Hz Ali (ra), Hasan, Şa'bi, Leys, Ebu Hanife ve Isbak ibn Raheveyh müslüman yakınların mirasa sahip olacaklarını kabul ederken; Mâlik ve Şafii'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup âlim de mürteddin malının beytülmale intikal edeceğini söylemişlerdir Ebu Hanîfe'ye göre, irtidad halinde kazanılan mal fey* hükmündedir (Kurtubî, age, III, 49) Ebu Hanîfe, irtidad etmeden önce sahip olunan malın mirasçılara intikal edebileceğine hükmederken, mürtedin irtidadla birlikte hukuken ölmüş olduğu prensibinden hareket etmektedir Ebu Yusuf, Muhammed ve Şubrume her hâlukârda mirâs olayının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir Kurtubî; "Iki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur" (Ebu Davud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; Ibn Mâce, Ferâiz, 6) hadisinin hükmünün mutlak olacağını ileri sürerek, müslümanla mürted arasında veraset olayından bahsedenlerin görüşlerini reddetmektedir (Kurtubî, aynı yer)
Mürted, had uygulanana kadar, malının gerçek sahibi olup, bunda dilediği gibi tasarruf etmekten alıkonulamaz Öldürülmeyi hak etmiş olması, O'nun malındaki tasarruf hakkını düşürmez Bu konu diğer had gerektiren cezalarda olduğu gibi değerlendirilir Bunun gibi, kaçıp daru'l harbe sığınsa, mülkiyet hakkı yine düşmez Islâm ülkesindeki mal varlığı yed-i emin vasıtası ile koruma altına alınır (Seyyid Sabık, age, 390)
Ayrıca mürted öldüğünde yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namaz kılınmaz ve müslüman mezarlığına defnedilmez Mürted için istiğfar câiz olmadığı gibi, onu rahmetle anmak da caiz değildir: "Ne peygamberin ne de mü'minlerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz"(et-Tevbe, 9/113)
Bir kimse Islâm'dan çıkıp, başka bir dine girdiği zaman onun irtidadına hükmedilerek cezalandırılır Ancak, irtidat olayı bununla sınırlı mıdır; yoksa kâfirlerin din değiştirip başka bir küfür dinine girmesi de irtidad mı sayılır? Alimler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir
Zâhiren bakıldığında bir kâfir, bâtıl olan dininden çıkıp, onun gibi bâtıl olan başka bir dine girmiş olduğundan dolayı sorgulanmaz Çünkü küfür tek bir millettir Ancak, Islâm'ı terkedip başka bir dine girenin durumu, hidayetten yüz çevirip, dalâleti seçtiği için farklılık arzetmektedir Malıkîler ve Hanefîler bu görüştedirler
Şafiîler'de ise bu konuda iki farklı görüş vardır Bir kâfir, dininden döndükten sonra, ya Islâm'a girer ya da öldürülür Taberânî ibn Abbas'tan merfu olarak şöyle bir hadis nakletmektedir: "Dininden çıkıp kendisine Islam'dan başka bir din seçeni öldürün"(Seyyid Sabık, age, 382) Ahmed ibn Hanbel'in de iştirak ettiği diğer görüş ise şöyledir: Kâfirin seçtiği yeni din, eski dininden yukarıda ise, sorgulanmaz, aksi halde irtidat cezası uygulanır Yahudî veya Hristiyan'ın Mecusîliği seçmesi gibi (bk Seyyid Sabık aynı yer)
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜRTEKİB-İ KEBÎRE( BÜYÜK GÜNAH İŞLEYEN) Büyük günah işleyen kimse Kebîre (çoğulu kebâir) büyük günah, mürtekib-i kebîre ise büyük günah işleyen kişi anlamına gelmektedir
Islâm'da ilk itikadî görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasında gündemi belirleyen ve hararetli tartışmalara sebep olan en önemli konulardan birisi mürtekib-i kebîre meselesi olmuştur Bu mesele, müslümanlar arasında meydana gelen ve öldürme olaylarına kadar varan ciddî ihtilaflar sonucu tartışılmaya başlanmıştır Bu ihtilaflar ise, Hz Osman'ın hilâfetinin ikinci yarısından itibaren hızla ilerlemiş ve çok kısa bir zamanda müslümanlar arasında var olan birlik ve beraberliği, sükun ve huzuru tehlikeye düşürecek bir duruma gelmişti Müslümanlar arasına atılan fitne ve fesat tohumları çok geçmeden semeresini vermiş, Islâm toplumu ikiye ayrılmıştı Ihtilaflar, Hz Osman'ın şehid edilmesiyle en yüksek seviyesine ulaştı Her ikisi de müslüman olan taraflar silaha sarılarak savaş alanlarına döküldü 36/656 yılında Cemel vakası, 37/657 yılında da Sıffin savaşı meydana geldi Müslümanlar arasında ortaya çıkan bu iç savaşlarda aralarında mümtaz sahabilerin de bulunduğu çok sayıda insan öldürüldü
Bu olaylar pek çok insanın öldürülmesine sebep olduğu gibi, çözüm bekleyen bazı problemleri de gündeme getirdi Ortada, büyük günahlar arasında zikredilen bir "öldürme (katl)" fiili vardı ve ölenler de öldürülenler de Islâm toplumunun üyeleri idiler Bu durumda bazı sorular akla geliyordu: Büyük günah işleyen kimsenin iman açısından durumu nedir? Bu kişi mü'min midir; değil midir? Büyük günah işleyen kimse bu davranışında hür müdür, değil midir? Meselenin daha geniş bir platformda ele alınması ise, şu soruyu tartışmaya açıyordu: Imanla amel arasında ne gibi bir münasebet vardır? Işte bu ve benzeri sorular hakkında her fırkâ kendine göre bir görüş ileri sürmüş ve bu görüşünü ayet ve hadislerle temellendirmeye çalışmıştır
Büyük günahların başında gelen şirki işleyenin durumu müslümanlar arasında hiç bir zaman tartışma konusu olmamıştır Bu günahı irtikab edenlerin cehennemlik olduğu bütün alimlerce kabul edilmiştir Şirkin affedilmez bir günah olduğu Kur'an-ı Kerim'de de belirtilmiştir: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz" (en-Nisa, 4/48) Bu sebeple, mürtekib-i kebire hakkındaki tartışmalar, şirkin dışında kalan adam öldürme, zina yapma, sihir yapma gibi diğer büyük günahlar etrafında olmaktadır
Mürtekib-i kebire (büyük günah işleyen kimse)'nin nihâî kaderi hakkında itikadı fırkalar tarafından ortaya atılan görüşler, bu fırkaların, imanın tarifi ve amelle olan münasebetlerine dair kanaatlerinin bir sonucu niteliğindedir Bu konuda belirleyici unsur iman amel ilişkisidir Nitekim, ameli imanın vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul eden Haricilere göre, büyük günah işleyen kimse kâfirdir ve ebedi olarak cehennemliktir Bu fırkanın Ezarika kolu, işlenen günahın büyüklüğüne küçüklüğüne bakmayıp, günah işleyen herkesi tekfir etmiştir (Abdülkahir el-Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Firak, Çev ERuhi Fığlalı, Istanbul 1979, s 103) Zaten bir rivayete göre, büyük günah meselesi, "tahkim" hadisesinden sonra, Hariciler tarafından ortaya atılmıştır Daha önce Hz Ali'nin taraftarı olan Hariciler, "tahkim" hadisesinden sonra ondan ayrılmışlardır Çünkü, onlara göre, tahkimi kabul eden her iki taraf da büyük günaha iştirak ederek küfre düşmüşlerdir (M Ebu Zehra, Islam'da Siyaşı ve Itikadı Mezhepler Tarihi, Çev ERuhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, Istanbul 1970, s 141)
Imanla amel arasında kaçınılmaz bir ilişki görmeyen Mürcie'ye göre, büyük günah mü'mini iman sınırından dışarı çıkarmaz Çünkü imanla amel birbirinden ayrı şeylerdir Mürciîlere göre, bu meselede takip edilecek en doğru yol, mürtekib-i kebîrenin durumunu Allah'a ve ahiret gününe havale etmektir Kulların bu konuda söz söyleme yetkisi yoktur Son karar Allah'a aittir Onu isterse affeder, dilerse cezalandırır (eş-Şehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I/I 39)
Mutezile mezhebi, büyük günah işleyen kimse hakkında çok farklı bir görüşe sahiptir Ameli imanla birlikte ele alan Mutezileye göre, mürtekib-i kebîre imandan çıkmıştır; fakat küfre de girmemiştir O, imanla küfür arasında bir yerde (el-menziletü beyne'l-menzileteyn), yani fasıklık noktasında bulunmaktadır Bu halde iken tövbe etmeden ölen kimse ise, Allah'ın yüce adaleti gereği ebedi olarak cehennemliktir Fakat onun cezası kâfirlerin göreceği cezadan daha hafif olacaktır (eŞ-Şehristani, age, I, 45)
Bu görüş ilk olarak, Hasan el-Basrî (öl I 10/728) nin talebelerinden olan Vâsıl b Ata (öl 131/748) tarafından ortaya atılmıştır Hasan el-Basrî ise, mürtekib-i kebirenin münafık olduğu kanaatindeydi
Görüldüğü gibi, bid'at fırkalarının mürtekib-i kebire hakkındaki görüşleri aşırılıklarla doludur Bu konuda en mutedil ve doğru görüş, Ehl-i Sünnetin benimsemiş olduğu görüştür Ehl-i Sünnete göre büyük günah (kebîre), bir mü'mini iman daireşinin dışına çıkarmaz Çünkü, imanın hakikatini oluşturan tasdik, onda halâ mevcuttur Bu nedenle, onu tekfir etmek mümkün değildir Bunun yanında, onu günahkâr saymamak da aynı şekilde imkansızdır Zira, işlemiş olduğu bir günah vardır Bu nedenle o, günahkâr bir mü'mindir Şirkin dışında kalan büyük günahlardan birisini işleyen mü'minin âhiretteki durumu Allah'ın takdirine kalmıştır Onu cezalandırabileceği gibi, affedebilir de Bu konu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade edilmektedir: "Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz Fakat bunun dışında kalan günahları dilediği kimse için bağışlar" (en-Nisa, 4/48) (Ayrıca bk "Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, Çev Süleyman Uludağ" Istanbul 1982, s 263 vd)
el-Bağdâdî, günah işleyen kimse hakkındaki görüşleri şu şekilde sıralamaktadır:
1- Ister büyük ister küçük olsun, günah işleyen herkes Allah'a şirk koşmuştur Bu görüş, Haricilerin Ezarika koluna aittir
2- Haram oluşu hususunda ümmetin icma ettiği günahı işleyen kimse kâfir ve müşriktir Eğer bu günah hakkında icma yoksa o zaman fakihlerin görüşüne başvurulur Bu görüşü, Haricilerden Necedat grubu ileri sürmüştür
3- Ibadıyye'ye göre, hakkında ceza bulunan bir günahı işleyen kimse şirk küfrüyle değil, nimet küfrü (küfrân-ı nimet) ile kâfir olur
4- Bazıları büyük günah işleyenlerin münafık olduğunu, münafıkhğın ise küfürden daha kötü olduğunu söylemişlerdir
5- Tâbiûn ve ümmetin çoğunluğuna göre, büyük günah işleyen kimse, Allah'a ve O'ndan gelenlere iman ettiği için mü'mindir Fakat işlemiş olduğu günah sebebi ile fasık olmuştur Fasıklık ise, insanı imandan çıkarmaz (Abdülkahir el-Bağdadî, age, s 103-104)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MURZÎ (MURZİA-SÜT ANNE)

Çocuğunu emziren kadın, süt anne; ikibuçuk yaşını doldurmamış çocuğa bir defa da olsa sütünü emziren kadın anlamında bir İslâm hukuku terimi Süt emene "razî" ve "razîa", süt emme sebebi ile meydana gelen süt kardeşliğine de "razâ" denir
Murzî'nin hukukî hükmü Kur'ân-ı Kerim'in en-Nisa sûresinin 4/123 ayetinde beyan edilmiştir Bu ayette evlenilmesi haram olan kadınları sayan Allah Teâlâ şöyle buyurur: " Sizi emziren süt analarınız, süt hemşireleriniz (ile evlenmeniz) size haram kılınmıştır " Bu ayetten çıkarılan hüküm, (saç, kollar vs gibi başkalarının başkasının haram olduğu yerlerine) bakmanın helal, nikâhsız haram olmasıdır Rızâ, sebebiyle mirasçı olunamaz
Bir kadının murzi olabilmesi için zat-ı leben yani süt sahibi olması gerekir Zat-ı leben olmayan bir kadının memesi çocuğun ağzına girmekle murzi' olmaz Murzî sayılacak bir kadın dokuz yaşından daha küçük olamaz Fakat bu kadının bakire olması, sinn-i iyas (hayzdan kesilme yaşı) haline ulaşıp ulaşmaması, ölü veya sağ olması değişmez Süt de çocuğun midesine ağızdan veya burundan gitsin, memeyle veya emzikle verilsin, az veya çok olsun değişmez, süt emme hükmü ve murzîlik sabit olur Suya, ilaca veya hayvan sütüne katılan kadın sütünde hüküm, çok olana göredir Kadının sütü, katıldığı şeyden çoksa kadın murzî olur (Ö Nasuhî Bilmen, Islılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, II, 78) Yemek yapılan, yemeğe katılan, pişirilen, peynir, yoğurt veya ayran halinde çocuğa verilen sütle kadın murzî olmaz (el-Mavsılî, Abdullah b Mahmud, el-İhtiyar III, 119)
Bir kadının murzî olabilmesi için emzirdiği çocuğun, İmam Ebu Yusuf (ö 182) ve İmam Muhammed (ö 189)'e göre iki, İmam-ı Azam Ebu Hanife (ö150)'ye göre iki buçuk yaşından büyük olmamalıdır İkibuçuk yaşından büyük bir çocuğu emzirmekle murzî olunmaz
Murzî, razî nin süt annesi; kocası, süt babası; çocukları süt kardeşleri olup nikâhları haram olur Yani, süt emen erkek ise; emziren kadın anası, ninesi, kızları, torunları vs ile; eğer kız ise, kadının kocası, oğulları, torunları, babası, dedesi vs ile nikâhlanması haram olur Hadis-i şerifte: "Raza yönünden haramlık nesep yönünden haramlık gibidir" (el-Emir Muhammed b İsmail es-San'anî, Subulu's-Selam, Kahire 1960, III, 213) buyurulmuşsa da nesep yönünden haramlık daha umumîdir
İslâm'da çocuk babaya ait sayıldığı için, eşler arasında meydana gelebilecek boşanma hallerinde, kadın çocuğu emzirmekle mükellef tutulamaz Koca, çocuğu emzirecek bir murzî bulmak mecburiyetindedir Eğer annesi çocuğunu emzirmek isterse öncelik hakkı ona aittir Bu takdirde ayrıldığı eşinden emzirme parası alabilir Ama çocuk başka murzilerin memesini almazsa, babanın veya çocuğun başka murzi tutacak varlığı yoksa, yahut da başka murzî bulamazlarsa bu takdirde ana, çocuğunu, emzirmeye diyaneten ve kazaen mecburdur (H Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1982 II, 344-345)
Murzîin çocuğu ne kadar süreyle emzireceği Bakara sûresi 2/233 ayette tafsilatıyla anlatılmıştır: "Emzirmeyi tamam yaptırmak isteyenler için anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler Bu annelerin nafakaları ve elbiseleri örfe göre babaya aittir Hiç bir kimse gücünün üzerinde bir şeyle mükellef tutulamaz Siz evladınızı başkasına emzirtmek isterseniz, vereceğiniz emzirme ücretini güzellikle teslim ettiğinizde size bir günah yoktur Allah'tan korkunuz ve biliniz ki Allah yaptığınız her şeyi hakkıyla görendir"
Bu ayetten, süt emzirme müddetinin en fazla iki yıl olduğunu ve bu sürede çocuğun asıl anası olan murzî'in yiyecek ve giyecek giderlerinin normal ölçülerde olmak kaydıyla babaya ait bulunduğunu anlıyoruz Baba bu giderleri gücü ölçüsünde yerine getirmekle yükümlüdür
Boşanma hallerinde baba, çocuğunu annesi dışında bir başka murzî tutup emzirtebilir Bu takdirde murzi'e anlaştıkları, emzirme ücretini vermelidir Gerçi çocuğun annesinin şefkati herkesten fazla olduğundan emzirmeye daha çok hak sahibi olan validesi ise de, valide boşanıp başka kocaya varmış yahut çocuğun babasına eziyet için emzirmemek veya sütü kesilmek, hastalanmak, vs gibi durumlardan başka murzî'e ihtiyaç duyulursa, başka kadınlarla pazarlık edip emzirtmekte sakınca yoktur Şu kadar ki emzirmek üzere seçilecek kadının müslüman, namuslu, temiz ve hastalıksız olması lazımdır Çünkü sütün çocuğun tabiatında bir etki bırakacağı tabii olduğundan babanın dikkât etmesi gerekir Zaruret hallerinde bu özellikler aranmaz Çünkü çocuğun hayatı her şeyden önemlidir (Mehmet Vehbi, Alıkam-ı Kuraniyye, İstanbul 1971 s 168)
Yüce Allah'ın emir ve yasaklarının tamamının birer hikmeti vardır Bu emir ve yasaklar kulların maslahatı için konulmuştur Ama bazan bunlardaki hikmet ve maslahatlar kavranamaz İçkinin haramlığı gibi bazı şeylerdeki hikmet gayet açık olmasına ve anlaşılmasına rağmen, süt emmenin bazı kimselerle evlenmeyi haram kılması gibi şeylerin hikmeti henüz anlaşılabilmiş değildir Bu günün tıbbî imkanlarıyla anlayamadığımız bu hikmetleri belki de ilerde anlayabileceğiz
Süt emmenin bazı evlenmeleri haramı kılmasının tehlikeli neticelerinden emin olmak için, zaruret almadıkça murzî'nin başka çocukları emzirmekten sakınması gerektiğini fakihlerimiz ifade etmektedirler (Ö Nasuhî Bilmen, age, II, 78-92)
 
Üst Alt