M.N > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik) >

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜELLİFİN KİTAP ÜZERİNDE, İÇİNDEKİ BİLGİLER ÜZERİNDE BİR HAKKI VAR MIDIR?
Mesela, bir kimsenin evi vardır, ben o evin fotoğrafını çekebilirim ve fotoğraf çekmek için veya çektim diye para ödemek zorunda da değilim Herhangi bir manzaranın fotoğrafını para vermeksizin çekebilirim Çünkü sözkonusu şeyler, "mal" sayılmamaktadır Ne satılabilir, ne de satın alınabilir
Ancak Müteahhirin ulema yani daha sonraki devirlerde gelmiş alimler buna karşı çıkmışlardır Her ne kadar fıkıh kitaplarımız malı ayn (elle tutulup gözle görülen birşey) olarak tarif etmişlerse de, bu tarif o zamana göre yapılmıştır, ama zaman değişmiştir, değişen zamanla birlikte mal mefhumu da değişmiştir O tarif o zamana göre yapılmış içtihadı bir tariftir O devirde matbaa olmadığı için herhangi bir yazar, kitabın başkaları tarafından istinsah edilmesini, çoğaltılmasını, böylece daha çok insanın eserini okuyup istifade etmesini, yazdıklarının halk arasında yayılmasını zaten arzu ediyordu Üstelik satmaya kalksa alıcı da bulamazdı
Matbaa ortaya çıktıktan, kağıt çoğaldıktan sonra, pek çok şahıs kitap bastırmak suretiyle alış verişe başladı ve bu iş ticaret haline geldi Kitapçılık, yayıncılık, matbaacılık birer ticari meslek oldu Bunları gözönüne alan zamanımızdaki pek çok alim, zamanın değişmesiyle mal mefhumunun (kavramının) değiştiğini beyan etmişlerdir Buna göre birşey, ister bir ayn olsun, ister bir menfaat olsun –mademki fayda veriyor- mücerred hak da olsa mal'dır O zaman bu malın alışverişi sözkonusu olur, şeklinde fetva vermişlerdir Böylece fetva veren şahıslardan bazıları şunlardır: Abdurrahman El-İmadı, El-Lakanı Bunlar ve aynı görüşte olan diğer alimler,tabii doğrudan teliften söz etmiyorlar; örfün değişmesi sebebiyle örfe göre bu hakların satışı caizdir, görüşündedirler
Son dönemin meşhur fakihlerinden Mustafa Ahmed Ez-Zerka da, "mütekavvem olan herşeyin ister ayn olsun, ister hukuk ve menafi olsun alış verişi caizdir" diye fetva veriyor
Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof Dr Ahmed El-Hacı El-Kürdi de "telif ve tercüme, dini bir hizmet olduğu için alışverişi caiz değildir Bu tür hizmetler sadece Allah rızasını kazanmak için yapılmalıdır Ayrıca bunlar her alimin en önde gelen görevleri arasındadır Her alim mutlaka hem lisanıyla hem de kalemiyle İslam'a hizmet etmekle mükelleftir Öyleyse hiçbir suretle yazılan veya tercüme edilen eseri satmak caiz değildir" diyor
Prof Dr Salahaddin Abdullatif isimli alim de, zamanımızda örfün değişmesi sebebiyle, malın tarifi de değişmiştir, malın tarifinin içtihadı bir tarif olduğunu, dolayısıyla mal mefhumunun da değişmiş bulunduğunu söleyerek Ahmed El-Hacı El-Kürdi'ye itiraz ediyor Benim de kanaitime göre, mademki, malın tarifi içtihadidir
Zaman ve örf değişmiştir Öyleyse telif hakkının varlığından söz edebiliriz Telif hakkı mal sayılır Alış verişi de caizdir Elbette müellif veya mütercimin Allah için yazması ve tercüme etmesi icab eder Allah için yazmazsa, manen yararlanamayacaktır Ama piyasaya arzetmek için de telif hakkını satabilir kanaatindeyim Zaten telif veya tercümelerin satışı yeni bir hadisedir Matbaanın bulunuşundan sonra ortaya çıkmıştır Değilse Selef-i Salihin devrinde var olan birşey değildir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜEZZİN

Namaz vakitlerinde ezânı âdâbına uygun bir şekilde okumakla görevli kimse
Ezan; sözlükte "ilan", "duyuru" demektir İslâm fıkhında ise, namaz vakitlerini Rasûlüllah (sas)'den gelen belli sözlerle ilân etmeye denir (Necmuddin b Hafs en-Nesefî Taalibetu't-Talebe fi Istılâhâtı'l-Fıkhıyye, Bağdâd 1311 shl0; Ali b Muhammed el-Cürcani, et-Ta'rifat, İstanbul 1302 sh 6)
Müezzin kelimesi Kur'an-ı Kerim'in (Yusuf, (12), 90 ile el-A'raf (7), 4) ayetlerinde "ilan edici", "duyurucu" manâsında kullanılmıştır: Bir de cennetlik olanlar, cehennemliklere şöyle çağırırlar: "Gerçekten biz, Rabbinizin vaad buyurduğu sevabı hak bulduk Siz de Rabbinizin vaad buyurduğu cezayı hak buldunuz mu?" Onlar da; "Evet hak bulduk" derler Bunun üzerine iki topluluk arasında bir çağırıcı (İlan edici, İsrafil (as) şöyle çağırır:
"-Allah'ın lâneti, zâlimler üzerine olsun!" (el-A 'raf, 7/4) "Ey Rasûlüm! Bütün insanlara haccı ilân et, gerek yaya olarak, gerek her uzak yoldan binek üzerinde senin huzuruna gelsinler" (el-Hacc, 22/27) "Ey Mü'minler! Allah'tan korkun ve (girdiğiniz) fâiz hesabından arta kalanını bırakın (almayın) eğer gerçek mü'minler iseniz Yok eğer bu fâizi terketmezseniz bilin ki, Allah'a ve peygamberine karşı savaş ilân etmişsiniz (harbe girmişsiniz) Eğer fâiz almaktan tövbe ederseniz, ana paranız sizindir ve böylece ne zâlim olursunuz, ne de zulme uğrarsınız" (el-Bakara, 2/278-279)
Müezzin olmak, günde beş defa ezan okuyarak insanları Allah'ın (cc) varlığına ve birliğine, Hz Muhammed (sas)'in Allah (cc)'nın son Peygamberi, kurtuluşa çağıran son elçisi ve insanlığın yegâne ve tek önderi olduğuna, Allah'a kulluk ederek "Kurtuluşa koşunuz! Kurtuluşa koşunuz! diyerek davet etmenin fazileti hakkında, Rasûlüllah (sas), şöyle buyurmaktadır: "Müezzinler kıyamet günü insanların en uzun boylu olanlarıdır" (Müslim ve Ahmed b Hanbel'den Mansur Ali Nâsıf et-Tâc, el-Câmiu'l-Usûl fi Ehâdis er Rasûl, I, 161)
Abdullah b Abdurrahman (ra) Ebu Saîd el-Hudrî (ra)'nin kendisine şöyle dediğini rivayet eder: "Senin koyun ve kır hayatını sevdiğini görüyoruz Koyunların arasında kırlarda namaz için ezan okuduğunda sesini yükselt Çünkü müezzinin sesini duyan her insan, her cin ve her şey, kıyamet gününde ona şahidlik edecektir" Ebu Said, bunu Rasûlüllah (sas)'den işittiğini söyledi (Buhârî ve Nesâî'den et-Tâc, I, 161)
Ebu Hüreyre (ra), rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah (sas) şöyle buyurdular: "İmam, (arkasında duranların namazlarının) kefilidir Müezzin ise (müslümanların ibadetlerinde) güvenilir kişidir Allah'ım! İmamları (başkasına örnek olacakları) doğru yola ilet ve müezzinleri affet" (Ebû Dâvud, Tirmizi'den naklen et-Tac, I, 161) Yine Ebu Hûreyre (ra)'ın rivayetine göre Rasûlüllah (sas) şöyle buyurdular: "Müezzinin günahları sesinin ulaştığı yerleri de doldursa affolunur Kıyamet gününde yaş ve kuru sesini duyan her şey ona lehinde şahitlik eder" (Ebu Davûd, Tirmizi'den naklen et-Tac, I,161) İbn Mâce'nin bir rivayetinde ise Rasûlüllah; "Müslümanların, müezzinlerin boyunlarında iki emaneti vardır: Namazları ve oruçları"(et-Tac, I,161, dipnot,10)
İbn Ömer (ra) rivayetine göre Rasûlüllah (sas)'in iki müezzini vardı: Bilal-i Habeşi (ra) ve âmâ olan Abdullah b Ümm-i Mektûm (ra) (Müslimden, et-Tac, I, 165)
Müezzinin ezan okuması karşılığında ücret almasının caiz olup olmadığı ihtilaf konusudur İhtiyacı varsa, almasında bir sakınca görülmemiştir
Müezzinlerde şu vasıflar bulunmalıdır:
Müezzinin, müslüman ve akıllı olması şarttır Büluğ şart değildir Mümeyyiz çocuklar da ezan okuyabilirler Sarhoşun, büyük günah işleyenin, kadının, oturanın, cünübün ezan okuması mekruhtur
Müezzinin haramdan sakınması, güvenilir takva sahibi ve ihlaslı olması, namaz vakitlerini bilmesi, abdestli olması, cemaati kaçırabilecek kişileri ikaz etmesi, ezanı yüksek bir yerde ve kıbleye yönelerek usûlüne uygun bir şekilde okuması, güzel ve yüksek sesli olması müstehaptır
Müezzin "Hayye ale's-salah" derken sağa; "Hayye ale'l-felah" derken sola döner Minarede okuyorsa kıbleye yönelerek ezana başlar ve sağ tarafa doğru şerefeyi dolaşır Kıbleyi arkasına almamaya dikkat eder
Müezzin, ezan okurken basit söz, konuşma ve hareketlerden sakınmalı, vakar ve ciddiyet sahibi olmalıdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜFLİS(İFLAS ETMİŞ)

Malı borcunu karşılamayan veya borcuna karşılık hiç malı bulunmayan kimse anlamında bir İslâm hukuku terimi; dünyada kazandığı sevapların âhiretteki hesaplaşmada, haksızlık yaptığı kimselere dağıtılması sonucu, elinde sevap kalmayan ve cehennemlik durumuna düşen kimse; iflâs mastarından ism-i fâil bir sözcük İflâs, fels, feles ve tetlîs aynı kökten sözcüklerdir
Fels; altın veya gümüş dışında demir, bakır, nikel gibi başka madenlerden basılmış olan madeni para demektir Bu sözcüğün Arap diline lâtince "follis"ten geçtiği öne sürülmüştür İmparator I Anastius (M 491-518)'un meskûkât nizamnamesinde 40 Nummialık Bizans sikkeşinin adıdır Çoğulu "fülûs"tür Bizans bakır sikkelerinin ayarı, M 7 yüzyıldan sonra çok bozulduğu için, Araplar bunları sikke olarak kabul edip tedavülde kullanmamışlardır İslâm âleminin en eski, ilk bakır sikkesi Şam'da basılmış olan bir felstir Emeviler devrindeki bu kullanımda da felsler mutlak kıymetli bir sikke gibi değil, ancak kesirleri tamamlamak için ufak para olarak kullanılmışlardır Feles, malı tüketip paraya, pula, yani ufaklık paraya muhtaç duruma düşmek demektir İflâs ise, malı tüKerimek anlamına gelir ki; malı tükenen kimseye de "müflis" denir
Kur'ân-ı Kerîm'de fels kökünden herhangi bir terim yer almamıştır İflâs, teflis veya müflis kelimeleri daha çok Hadislerde kullanılmıştır Kişi mal varlığını dünyada kaybedebileceği gibi, âhiretteki en önemli değerleri olan iyi amellerini ve bunların bedeli durumundaki "ecir ve sevab"ını da kaybedebilir Bu yüzden Rasûlüllah (sas), iflâs'ı dünya ve âhiret yönüyle ifade etmişlerdir
Ebû Hureyre (ra)'den rivayete göre, Allah ın elçisi, Ashab-ı kirama; "Müflis'in kim olduğunu bilir misiniz?" diye sormuş, onlar da; "Ey Allah'ın elçisi! Bize göre, müflis, parası ve malı olmayan kimsedir" Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: "Benim ümmetimin müflisi o kimsedir ki, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât getirecek, fakat buna sövmüş, filancaya zina iftirası yapmış, falancanın malını yemiş, şunun kanını akıtmış, bunu dövmüş olarak gelecektir Sonra (yaptıklarının hesabını vermek için) oturacak; kısas olarak, bu haksızlığa uğrayanlar onun sevaplarından (haklarını) alacaklar Eğer sevapları yeterli olmazsa, haksızlık ettiği kişilerin günahlarından alınıp, ona yükletilecek ve sonra ateşe atılacaktır" (Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâme, 2; Ahmed b Hanbel, II, 303, 334, 372) Bu hadisten, Sahabenin parası ve malı bulunmayan kimseyi müflis kabul ettiği anlaşılmaktadır Rasûlüllah (sas), buna ahiretteki değerlerini kaybeden kişiyi de ilâve etmiştir
Ancak, "müflis"e, bir fıkıh terimi olarak, ayrıca borcunun bulunması unsuru da eklenmelidir Nitekim Hanefi ve Hanbeli fıkıh kaynaklarında müflisin tarifi şöyle yapılmıştır: "Müflis; borcu malından, gideri gelirinden daha çok olan kimsedir" (İbn Kudâme, el-Muğnî, Beyrut 1968, IV, 455) Mecelle'nin tarifi şöyledir: "Medyûn-i müflis yani düyûnu malına müsavî yahut ezyed olup da guremâsı (alacaklıları) ticaretle malının zayi olmasından veyahut malını kaçırmasından veya aharın üzerine geçirmesinden havf ile hakime müracaat ederek malında tasarruftan yahut ahara borç ikrarından hacr olunmasını talep ettiklerinde hâkim ol kimseyi hacr eder ve emvâlini satıp esmanını beyne'l-guremâ taksim eyler" (Mad 999)
Yukarıdaki bilgilerin ışığında iflâsı şu şekilde tarif edebiliriz: İflâs, hâkimin, borçlunun ödemesi gereken borçlarını ödemekten acze düşmesi sebebiyle, yani borçlarını nakitle ödeyememesi ve malvarlığının da yetersiz olması yüzünden, onun haczi mümkün ve caiz olan bütün mallarını, alacaklıların yararlanmasına tahsis etmesidir İşte bu şekilde, borçlarını ödemekten aciz duruma düşen kimseye de müflis denir
Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, malın borca batık olması, başka bir deyimle iflas hali bir hacr sebebidir Hacr; bir kimseyi belli sebeplerden ötürü kavli tasarruflarından ve yaptığı akitlerin bağlayıcı olmasından alıkoymaktır Hacr altında bulunan kimseye "mahcûr (kısıtlı)" denir: Kişiyi hacr altına almanın iki sebebi olabilir a) Ya kişi kendisi veya malı bakımından korunur; b) Ya da üçüncü kişilerin zarara girmesi önlenmek istenir Akıl hastası, küçük sefîh ve malını saçıp savuran kişinin kısıtlanması, kendi yararı içindir İflâs eden borçlunun kısıtlanması alacaklıların; ölüm hastasının kısıtlanması ise, terekenin üçte birinden fazlası da mirasçıların haklarını korumak amacına yöneliktir (bk "Hacr" ve "İflâs" maddeleri)
Ebû Hanîfe'ye göre, malı borca batık olsa bile borçlu hacr edilemez Çünkü o, akıl bakımından tam ehliyetli olduğu için tasarruf ve insanlık hürriyetini korumak gerekir Ancak borçlarını ödemesi için de gerekli tedbirler alınabilir Meselâ; borçlu, kendiliğinden borçlarını ödemezse hapsolunur ve malını satarak borcunu ödemeye zorlanır
Ebû Yûsuf, İmam Muhammed; İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b Hanbel'e göre, serveti, vadesi gelen borçlarını karşılayamayacak durumda bulunan borçlu, alacaklıların isteği üzerine hâkim tarafından hacr olunur İşte bu kimseye müflis denir Bu; borcu malından daha çok olan kimsedir Ancak Mâlikîler, müflis borçlunun, kazai bir hükme ihtiyaç olmaksızın da hacr edilebileceğini söylerler
Müflis borçlu hacr edilince tasarruf ehliyeti kısıtlanır ve mümeyyiz küçük gibi olur Artık onun, alacaklılara zarar veren mâli tasarrufları, onların icazetine bağlı olarak sahih olur Bu tasarruflar hîbe ve vakıf gibi sırf teberru niteliğinde olsun veya bir malı değerinden daha az bir fiyatla satma yahut değerinden daha fazla bir fiyatla mal satın alma gibi müsamahalı bir ivazlı tasarruf kabılinden bulunsun sonuç değişmez Eğer alacaklılar icazet verirse, tasarruf yürürlülük kazanır; aksi halde bâtıl olur
Kısıtlının alım-satımı rayiç bedelle yapılmışsa, geçerli olur Eğer gabn ölçüsünde piyasa fiyatı dışına çıkılmışsa, alıcı hastanın satım akdinde olduğu gibi ya gabn miktarını (eksikliği) tamamlar veya akdi feshedebilir Ancak bu kimse, emsal mehirle evlenebilir; boşama; muhâlea ve benzeri aile hukuku tasarruflarında bulunabilir Diğer yandan, alacaklılar aleyhine bir durum söz konusu olmadığı için, lehine yapılan hibe ve teberruları kabul edebilir Hanefîlerde, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşü ile fetvâ verilerek, borçluluk veya iflâs bir hacir sebebi sayılmıştır (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, ty, V,101,102,105 vd; el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire, ty, II, 20; ez-Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, V,199; eş-Şirbînî, age, Mısır, ty, II,146; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, ty, II, 280; ez-Zühayli, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 132, 133)
Malın zorla satılarak bedelinin alacaklılara ödenmesi prensibi zamanla kötüye kullanılmış; borçlular mallarını alacaklılardan kaçırmak için muvazaalı olarak başkasına satış göstermiş, bir hayra veya çocuklarına vakfetmiş ya da hibede bulunmuştur İşte bu durum karşısında müteahhirûn (bk "Müteahhirûn" maddesi) hukukçuları borcu servetini aşmış kimselerin kısıtlı olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça hîbe ve vakıf gibi tasarruflarının, yürürlülük kazanamayacağına fetva vermişlerdir Hanbelî ve Mâlikî fakihlerinden sonra Hanefiler de bu yolda fetva vermişlerdir Nitekim Kanunî ve II Selim devirlerinde Şeyhülislamlık yapan Ebussuud Efendi, sultana arzettiği marûzatında bu hükmü açıkça belirtmiştir (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, 144)
Müflis olarak vefat eden kimsenin hak, alacak ve borçları artık tereke üzerinde devam etmektedir Onun mal, hak ve alacaklarının mülkiyeti mirasçılarına intikal eder Borçları ise yalnız terekede kalır ve onu bağlar Hanefi ve Şafiîlere göre, borçlar tereke varsa veya kefille takviye edilmişse zimmet borcu olarak devam eder Aksi halde terekenin karşılamadığı borç miktarı dünya hukuku bakımından düşer (Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1970, V, 221-223, 232; Senhûrî, Masâdiru'l-Hak, yy, 1958, V, 84; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1987, II, 321-322; Fahreddin Atar, İslâm İcra ve İflâs Hukuku, İstanbul 1990, s 302, 303)
Diğer yandan mirasçılar borca batık terekeyi, bütün borçları ödemek suretiyle satılmaktan kurtarabilirler Ancak yalnız terekenin kıymetini ödemekle satışa engel olamazlar Bu duruma göre, borca batık terekenin iflâs hükümlerine göre işleme tabi tutulması için iki şartın gerçekleşmesi gerekir a) Terekenin borca batık olduğunun sabit bulunması, b) Mirasçıların, borcun tamamını ödeyerek terekeyi kurtarmak istememeleri Burada, mirasçıların bütün borçları ödemeyi kabul etmemeleri mirasın reddi niteliğindedir Bu durumda, ölenin mal varlığı nakit paraya çevrilerek alacaklılara, alacakları oranında paylaştırılır Meselâ; tereke, borçların yarısını karşılayacak durumda ise, bütün borçların yarısını ödemekle yetinilir Kefil bulunmaz ve mirasçılar da kendi rızalarıyla mûrislerinin bıraktığı bu borcu özel servetleriyle ödemeyi kabul etmezlerse, terekeyi aşan borç kısmı dünya hukuku bakımından düşer Onun hesabı artık âhirete kalmış bulunur Günümüz beşeri hukuklarında da, borca batık terekeyi, mirasçıların belirli süre içinde reddetme hakları genellikle kabul edilmektedir (İbn Âbidîn, age, V, 416; İbn Kudâme, age, IV, 483; Ali Efendi, Fetâvâ, II, 355, 356, 358; Ali Haydar, Düreru'l-Hukkâm, İstanbul 1919, 1330, III, 327)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUĞÂRESE

Muğârese akdi, İslâm hukukçuları arasında değişik şekillerde yorumlanmıştır Bu, dikilecek ağaçların toprak sahibi ile diken arasında yarı yarıya paylaşılması anlaşmasıdır Mâlikîler dışındaki İslâm hukukçuları bunu caiz görmediler
Hanefilere göre, bir kimse boş arazisini, ağaç dikip, daha sonra arazisini ve ağaçlarını, aralarında yarı yarıya ortak olmak üzere, belirli yıllar için başkasına verse; bu, üç bakımdan caiz olmaz: a) Ortaklıktan önce mevcut olan bir şeyde yani arazide, işletmecinin (ağaç dikecek kimse) çalışmasını değil, ortak olmasını şart koşmak Bu, işçinin işi cinsinden elde edilen şeyin, bir kısmı karşılığında kiralanması demektir Değirmencinin, ücretini, öğüttüğü un cinsinden alması (kafîzü't-tahhân) hadisle yasaklanmıştır (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 292 vd) Boyacının kumaşı kendi boyasıyla boyayıp, boyama ücreti olarak kumaşın yarısını alması da böyledir İşte muğârese akdi de buna benzer b) Toprak sahibi toprağın yarısını ağaçların tamamına, diğer yarısını da işletmecinin çalışmasına bedel (ıvaz) yapmaktadır Burada işletmeci, toprağın yarısını akit sırasında mevcut olmayan, bilinmeyen ağaçlar karşılığında satın almaktadır Bu ise akdi fasit kılar İbn Âbidîn bu ikinci sakıncayı esas almıştır c) Toprak sahibi, bir işçiyi, toprağım, işçinin kendi âletleriyle ağaçlandırması, onun çalışmasıyla ve garar söz konusudur
Muğârese fasit olunca, dikilen ağaçların ve meyvelerin hepsi toprak sahibine ait olur İşletmeci ise diktiği ağaçların dikme tarihindeki kıymetini ve çalışması için de ecr-i mislini alır
Diğer yandan Hanefîler bu durumda toprak sahibinin, dikilen fidanların yarısı karşılığında toprağın yarısını satması ve işletmeciyi kendi hissesinde çalışmak üzere, az bir ücretle, meselâ üç yıl gibi bir süreyle kiralaması hâlinde muğâreseyi geçerli sayarlar Yine, toprak üzerinde değil de, yalnız ağaç ve meyveler üzerinde yapılacak bir muğârese anlaşmasını da câiz görürler(İbnü'l-Hümâm, Tekmiletu Fethı'l-Kadir, VIII, 49; Zeylaî, Tebyûnü'l-Hakâik, el-Emîrıyye, V, 286; el-Meydânî, el-Lübâb, II, 234; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 203 vd; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, V, 651 vd)
Mâlikîlere göre, başkasının arazisine ağaç dikip yetiştirme üç şekilde olabilir Ya iş akdi ile olur İşletmeci, toprak sahibine belli ücretle ağaç diker Ya, bir ödül karşılığında (cuâleciâle) olur Yetişecek ağaçlardan bir hisse kendisine ait olmak üzere ağaç diker Yahut da muğârese, işletmecinin ağaç, meyve, ve topraktan bir hisse kendisine ait olmak üzere başkasının mülküne ağaç dikmesidir Bu akit beş şartla geçerli olur:
a) İşletmeci toprağa köklü ağaç cinsi şeyler ekmelidir Ekin, sebze ve baklagiller gibi bitkiler üzerinde bu akit olmaz
b) Ağaçlar aynı cins veya yetişme bakımından birbirine yakın cinsler olmalıdır
c) Muğârese akdi süresinin, ağaçların büyüme, kesilme veya meyve verme özellikleri dikkate alınarak belirlenmelidir
d) İşletmecinin, ağaç ve topraktan belli bir hissenin sahibi olması gerekir
e) Muğâresenin vakıf arazisinde olmaması gerekir
Sonuç olarak, muğârese Hanbelilerin dediği gibi, yalnız ağaç veya meyvelerin belirli kısmı işletmeciye ait olmak üzere caizdir Hanefîlere göre ise, ağaçlar ve meyveler toprak sahibi ve işletmeci arasında ortak olmak üzere yapılacak muğârese akdi geçerli olduğu gibi, satım ve iş akdi vasıtasıyla toprak ve ağaçlarda birlikte ortaklık tesis edilerek, muğâreseyi geçerli hale getirmek de mümkündür Bu şöyle olur:
Toprak sahibi toprağın yarısını, diğer fidanların yarısı karşılığında satar ve işletmeciyi kendi hissesinde çalışması için az bir ücretle, meselâ üç yıl süreyle işçi olarak tutar (İbnü'l-Hümâm, age, VIII, 49; Zeylaî, age,V, 286; ez-Zühaylî, age, V, 653, 654)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUĞAYYEBÂT-I HAMSE(BEŞ BİLİNMEYEN ŞEY) Beş bilinmeyen gayba ait şey anlamında Kur'anî bir tabir Bunlar, Lokman sûresinin otuzdördüncü âyetinde geçen ve ilmini Allah'ın kendi zatında sakladığı gayb anahtarlarıdır Hz Peygamber (sas), Ibn Ömer'den rivâyet edilen bir hadiste:
"Gaybın anahtarları beştir" buyurarak Lokman sûresinin, "Kıyamet saatinin bilgisi şüphesiz ki Allah'ın katındadır Yağmuru O yağdırır Rahimlerde olanı O bilir Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez Şüphesiz Allah her şeyi bilir ve herşeyden haberdardır" mealindeki otuz dördüncü âyetini okumuştur (MAli Nâsıf, et-Tâc, Buharî'den naklen, IV, 282)
Bu beş şeyi Allah'tan başkası bilmez, Ancak Allah bunlardan birine veya bir kaçına ait bilgiyi dilediğine verebilir Bu verilen bilgi de, yine Allah'ın bilgisi yanında sınırlıdır
Bu beş şeyi Allah'tan başkası hem küllî, hem cüzî olarak, kapsamlı, geniş ve ayrıntılı olarak bilmez (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3853)
"Tefsircilerden bazıları, Allah Teâlâ bu âyet ile beş şeyi bilmeyi başkasından nefyetti, diyorlar Gerçi öyle ama kastedilen o değildir Çünkü Allah Teâlâ mesela Tufan zamanında bir kum yığınındaki bir zerreyi ve rüzgârın onu doğudan batıya kaç kere götürüp getirdığını ve nerede bulunduğunu bilir Bunu başkası bilmez (yâni yaradılanlar tarafından bilinmeyen daha pek çok şey vardır) Şu halde burada önemli olan, meselâ, "Kıyamet günü ne zamandır?" diye sorulduğunda verilecek cevap şudur: "Onu, Allah'tan başkası bilmez Ancak o gün muhakkak olacaktır" (Fahrüddin er-Razî, Mefatihü'l-Gayb, 1289, VI, 749)
Allah bildirmediği takdirde bu bilinmeyenleri ne bir rasûl, ne bir nebî, ne de mukarrab melekler bilemezler
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır Onları O'ndan başkası bilmez" (el-En'ân, 6/59)
"Allah sizi gayba vakıf kılacak değildir Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (onu gayba muttalî kılar)" (Alu Imrân, 3/179)
"O, gaybı bilendir Kendi görünmez bilgisini kimseye göstermez Ancak razı olduğu elçilere gösterir" (el-Cin, 72/26)
Cibril hadisinde Hz Peygamber (sas)'e:
"Ey Allah'ın Rasûlü kıyamet ne zamandır?" diye sorulan soruya:
"Bu konuda sorulan kişi sorandan daha bilgili değildir Fakat sana onun şartlarından (alametlerinden) haber vereceğim: Cariye, efendisini doğurduğu zaman bu onun alametlerindendir Yalınayak baldırı çıplakların insanlara reis oldukları zaman da bu onun alametlerindendir Beş şey vardır ki, onları ancak Allah bilir Kıyamet saatinin bilgisi şüphesiz ki Allahın katındadır Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez" cevabını vermiştir (Buharî, Iman, 18)
Imam Maverdî ve Kuşeyrî'nin bildirdiğine göre yukarıda geçen âyetin inişi hakkında da şu hadis rivâyet edilir:
Varis b Amr adında bir adam Hz Peygamber'e gelerek: "Karım gebedir ne doğuracağını bana haber ver Ülkemizde kuraklık var yağmurun ne zaman yağacağını bana haber ver Ne zaman doğduğumu biliyorum, ne zaman öleceğimi bana haber ver Bu gün ne yaptığımı biliyorum, yarın ne yapacağımı bana haber ver Kıyametin ne zaman kopacağını da bana bildir" Bunun üzerine yukarıdaki âyet inmiştir (Kurtubî, el-Camî li Ahkâmil-Kur'ân, XIV, 83)
Allah Teâlâ kıyamet gününü bir gayb olarak bırakmış ve kendisinden başka kimseye onun zamanını bildirmemiştir "Kıyametin bilgisi Allah'a havele edilir" (el-Fussilet, 41/47)
"Sana, gelip çatması ne zaman, diye kıyamet saatini soruyorlar Onun saatini söylemek nerede, sen nerede? Onun gerçek bilgisi Rabbine aittir" (en-Nâziât, 79/41,44)
Kıyametin ne zaman kopacağını bildirmemesinin hikmetine gelince, bu suretle insanlar daimî bir uyanıklık ve bekleyiş hali içinde bulunmayacaklar, hazırlıklı olarak bekleyeceklerdir Bu ruh haline sahip olmayanlar ise, gaflet halinde iken ansızın yakalanacaklar ve hazırlık yapmaya fırsat bulamayacaklardır
Yağmurun ne zaman yağacağını da Cenab-ı Hak bilir ve onu dilediği zaman indirir Insanlar, tecrübeler ve aletler vasıtasıyla onun yağacağı zamanı yaklaşık olarak bilebilirler, ama yağmur sebepleri yaratacak güce hiç bir zaman mâlik olamazlar Âyet-i Kerîme Allah'ın yağmuru indirdiğini belirtmekte, kâinattaki sebepleri O'nun meydana getirerek tanzim ettiğini bildirmektedir Bu durumda yağmurun Allah'a tahsisi kudret bakımındandır
Rahimlerde bulunanın bilgisi de yalnızca Allah'a ait bilgilerdendir Rahimlerde bulunanı, hele gebelik süresinin ortasına kadar kesin olarak sadece Allah bilir Çünkü o sürede rahimlerin taşıdığı varlığın hacmi veya cismi bulunmaz Taşınan varlığın erkek mi, dişi mi, beyaz derili mi, siyah derili mi, tam mı, noksan mı, olduğu bilinmez Bu yüzden de Allah'tan başka kimse onu bilemez (Seyyid Kutub, Fi Zilali'l-Kur'ân, (Terç O Saraç, IH Şengüle, B Karlığa)XI, 493, 494; (Ibn Kesîr Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, (Haz, BKarlığa, BÇetiner), XII, 6429)
Bulut, rüzgâr, barometre gibi bazı alet ve işaretlerden yağmura, ceninin bazı durumlarından ve hareketlerinden erkek veya dişi olduğuna karar vermek tarzında olan zannî istidlaller, bu konulardaki bilgilerin Allah'a ait oluşu gerçeğine aykırı değildir Çünkü zan ilim değildir Ilim, şüphesiz olandır (H Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3854)
Kimse yarın ne kazanacağını, bilmez Iyilik mi, kötülük mü; fayda mı, zarar mı; zorluk mu, kolaylık mı; sağlık mı, hastalık mı geleceğini; itaat mi, isyan mı edeceğini bilmez Buradaki kazanç sözü malı hususlardan çok genıştır Insanın o gün elde edeceği şeylerin hepsini içine alır Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Hiç bir şey için, bunu yarın yapacağım, deme Ancak, Allah dilerse yapacağım, de" (el-Kehf, 18/23)
Aynı şekilde, hiç bir nefis nerede öleceğini bilmez Yani insan öleceği yerin denizde mi, karada mı, bir ovada veya dağda mı olacağını bilmez Bir Hadis-i şerifte;
"Allah Teâla bir kulun canını bir yerde almayı murat ettiği zaman, onun için orada da bir ihtiyaç yaratır" buyurulur
Işte bu da insan gözünûn ve kulağının erişemediği kapalılığın gerisinde kalan ve Allah'ın, bilgisini kendi zatı için ayırdığı hususlardandır
Işte beş bilinmeyen-muğayebât-ı hamse- bunlardır Bunlardan bir kısmının bilgisini Cenab-ı Hak, Peygamberler ve mukarrab melekler gibi varlıklardan dilediğine sınırlı olarak verebilir Bazılarının bu şekilde bilmesi, bunların Allah'a mahsus bilgiler olmasına aykırı değildir Çünkü Allah'a mahsus olan ilim gaybte iken her birinin hallerine, en ince noktasına kadar ilmi tam ve kâmildir: Meleklerin ve bazı özel şahısların muttali olabileceği ilim ise, az çok delilleri gerçekleşmiş, bir yönden noksan bir ilimdir (Elmalılı Hamdi Yazır, age, s3854; Kurtubî, el-Camî, XIV, 83, Ismail HakkıBursevî, Ruhü'l-Beyan, VII, 102, 105)
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUHÂKALE
Ortakçılık yapma, ekini başağında iken satma Bir terim olarak muhâkale genel anlamda "müzâraa (ziraat ortakçılığı)" ile eş anlamlıdır Tarla anlamına gelen "hakl" sözcüğünden "müfâale" vezninde bir mastardır Ziraat ortakçılığı için "muâmele" veya Hayber kelimesinden türetilen "muhâbere" terimleri de kullanılır Çünkü Hz Peygamber (sas), Hayber topraklanm fethedince, oranın tarıma elverişli topraklarını eski sahipleri olan yahudilerin elinde "ziraat ortakçılığı" statüsü ile bırakmıştı
Ebû Hanife'ye göre, çıkacak ürünün üçte bir, dörtte bir gibi bir oranda paylaşma esasına dayanan ziraat ortakçılığı geçersizdir Dayandığı delil şu hadistir "Hz Peygamber (sas), ziraat ortakçılığını (muhâbere) yasaklamıştır" (Buhârî, Müsâkât,17; Müslim, Büyü', 81-85, 93, 121; Ebû Dâvud, Büyû', 33; Tirmizi, Büyû', 55, 70) Hadisteki muhâbere; bir araziyi çıkacak ürünün bir bölümü karşılığında kiralamak demektir Bu ise değirmencinin bir hububatı kendi cinsinden belli yüzde ile un yapmasına benzer ki, Hz Peygamber bunu da yasaklamıştır Ziraat ortakçılığında çalışmanın karşılığı olan ücret belirsiz olmakta veya madûm bulunmaktadır Bütün bunlar akdi fasit kılan durumlardır Ebû Hanîfe'ye göre, Hayber toprakları ile ilgili uygulama "Mukâseme Haracı" niteliğindedir (bk el-Meydânî, el-Lübâh Dersaadet, Istanbul (ty), II, 228) Bu çeşit harac; harac arazısinden elde edilecek ürünün belli oranlarını vergi olarak almaktır Çıkacak ürünün ½,1/3,1/4'ünü almak gibi Burada uygulama öşür gibi olur (bk "Harâc" ve "Öşür" mad)
Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre, ziraat ortakçılığı câizdir Delil şu hadistir: "Hz Peygamber (sas), Hayber halkı ile çıkan ürünün yarısı üzerinde ziraat ortakçılığı yapmıştır" (bk Buhârî, Icâre, 3; Şurût, 14; Meğâzî, 40; Ebû Dâvud, Imâre, 24, 44; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 15)
Bu ortaklığın geçerli olması için bu iki imama göre aşağıdaki üç şartın bulunması gerekir

1 Toprak ve tohum bir taraftan; işçilik ve tarım âletleri diğer taraftan,
2 Toprak bir taraftan; işçilik, tarım âletleri ve tohum diğer taraftan,
3 Toprak, tarım âletleri ve tohum bir taraftan; işçilik diğer taraftan Bu üç durumda ziraat ortakçılığı caiz ve geçerlidir
Eğer toprak ve tarım âletleri bir taraftan, tohum ve işçilik diğer taraftan olursa bu ortaklık geçersizdir Çünkü bu durumda toprak sahibi kiracı sayılsa; tarım âletlerinin toprak sahibine ait olması, kira akdini fasit kılar Çünkü tarım âletlerini (hayvan, traktör, römork, harman makınası vb) toprağa bağımlı kılmak mümkün olmaz Zira bu ikisinin yararlanma yönleri farklıdır Eğer işletmeci kiracı olarak kabul edilse, bu durumda da tohumun ona ait olması, akdi fasit kılar Çünkü tohum işçiye ait olmaz (el-Meydânî, age, II, 229, 230; bk "Ziraat Ortakçılığı', "Arazı" ve "Icâre" maddeleri)
Muhâkele özel anlamda, buğdayın başağında iken kendi cinsi olan belli miktarda buğday karşılığında satılmasıdır Burada bir ortakçılıktan çok satım akdi söz konusudur Hz Peygamber "muhabere" gibi "muhâkele"yi de yasaklamıştır (bk Buhârî, Müsâkât, 17; Müslim, Büyü', 81-85, 93, 121; Ebü Dâvud, Büyû', 33) Bu yasağın nedenini şu şekilde açıklayabiliriz:
Tarım ürünlerinin olgunlaşmadan ve hasattan önce satılması hadis-i şerifle yasaklamıştır (bk Buhârî, Büyû, 82, 83, 85, 87; Müsâkât,17, Müslim, Büyû', 51-57; Ebû Dâvud, Büyû ; 22; Tirmizî, Büyû', 22; Ibn Mâce, Ticârât, 32; Mâlik, Muvatta', Büyû', 10)
Ancak taneli bitkiler veya meyvalar olgunlaştıktan ve büyümesini tamamladıktan sonra belli bir para karşılığında satılabilir Çünkü artık kuraklık, sıcak vb iklim değişmeleri yüzünden taraflar için rızıko kalkmış olur Böyle bir satışta, satış bedeli nakit para olunca bir sakınca söz konusu olmaz On dönümlük buğday ekili tarlanın buğday hasat edilecek bir duruma geldiği sırada, şu kadar lira karşılığında satılması gibi Alıcı, ne kadar buğday elde edebileceğini ve işçiliği dikkate alarak hesap yapar ve pazarlık ederek taraflar anlaşırlar
Muhâkale işleminde ise aynı on dönümlük buğday tarlası peşin teslim edilecek belli miktar buğday karşılığında satılmış olur Burada belli miktar buğdayın miktarı tahmin ve zanna dayanan başağındaki buğdayla vadeli olarak mübadelesi söz konusudur Halbuki ölçü, tartı veya standard olup sayıyla alım-satımı yapılan benzer eşyanın mübadeleşinin, cins bir olunca, peşin ve eşit miktarda olması gerekir Cinsler farklı olursa, yine peşin olmak şartıyla miktarlar değişebilir Aksi halde faiz işlemi ortaya çıkar Ubâde b es-Sâmit (ra)'ten nakledilen ve altı maddeyi kapsayan hadis bu konuyu düzenlemiştir Hadis şöyledir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurma ile, tuz tuz ile aynı cins mübadele edilecekse eşit ve peşin olarak satılırlar Ancak cinsler değişik olursa peşin olmak, şartıyla istediğiniz gibi satış yapınız"(Müslim, Müsâkat, 81; Ebû Dâvud, Büyü ; 18; Ahmed b Hanbel, V, 314, 320; Riba hakkında geniş bilgi için bk Hamdi Döndüren Çağdaş Ekonomik Problemlere Islâmi Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s 57-86)
Sonuç olarak Muhâkale'nin bu özel durumu uygulanarak yapılacak mübadelede iki tarafın buğday miktarları farklı olabilir Ayrıca araya vadenin girmesi gibi sebeplerle tarafların faize düşme şüphesi vardır Bu yüzden de muhâkale sakıncalı satım akitleri arasında sayılmıştır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 405, 516, 675)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUHÂKALE (ZİRAAT ORTAKÇILIĞI)

Ortakçılık yapma, ekini başağında iken satma Bir terim olarak muhâkale genel anlamda "müzâraa (ziraat ortakçılığı)" ile eş anlamlıdır Tarla anlamına gelen "hakl" sözcüğünden "müfâale" vezninde bir mastardır Ziraat ortakçılığı için "muâmele" veya Hayber kelimesinden türetilen "muhâbere" terimleri de kullanılır Çünkü Hz Peygamber (sas), Hayber topraklanm fethedince, oranın tarıma elverişli topraklarını eski sahipleri olan yahudilerin elinde "ziraat ortakçılığı" statüsü ile bırakmıştı
Ebû Hanife'ye göre, çıkacak ürünün üçte bir, dörtte bir gibi bir oranda paylaşma esasına dayanan ziraat ortakçılığı geçersizdir Dayandığı delil şu hadistir "Hz Peygamber (sas), ziraat ortakçılığını (muhâbere) yasaklamıştır" (Buhârî, Müsâkât,17; Müslim, Büyü', 81-85, 93, 121; Ebû Dâvud, Büyû', 33; Tirmizi, Büyû', 55, 70) Hadisteki muhâbere; bir araziyi çıkacak ürünün bir bölümü karşılığında kiralamak demektir Bu ise değirmencinin bir hububatı kendi cinsinden belli yüzde ile un yapmasına benzer ki, Hz Peygamber bunu da yasaklamıştır Ziraat ortakçılığında çalışmanın karşılığı olan ücret belirsiz olmakta veya madûm bulunmaktadır Bütün bunlar akdi fasit kılan durumlardır Ebû Hanîfe'ye göre, Hayber toprakları ile ilgili uygulama "Mukâseme Haracı" niteliğindedir (bk el-Meydânî, el-Lübâh Dersaadet, İstanbul (ty), II, 228) Bu çeşit harac; harac arazisinden elde edilecek ürünün belli oranlarını vergi olarak almaktır Çıkacak ürünün 1/2,1/3,1/4'ünü almak gibi Burada uygulama öşür gibi olur (bk "Harâc" ve "Öşür" mad)
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre, ziraat ortakçılığı câizdir Delil şu hadistir: "Hz Peygamber (sas), Hayber halkı ile çıkan ürünün yarısı üzerinde ziraat ortakçılığı yapmıştır" (bk Buhârî, İcâre, 3; Şurût, 14; Meğâzî, 40; Ebû Dâvud, İmâre, 24, 44; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 15)
Bu ortaklığın geçerli olması için bu iki imama göre aşağıdaki üç şartın bulunması gerekir
1 Toprak ve tohum bir taraftan; işçilik ve tarım âletleri diğer taraftan,
2 Toprak bir taraftan; işçilik, tarım âletleri ve tohum diğer taraftan,
3 Toprak, tarım âletleri ve tohum bir taraftan; işçilik diğer taraftan Bu üç durumda ziraat ortakçılığı caiz ve geçerlidir
Eğer toprak ve tarım âletleri bir taraftan, tohum ve işçilik diğer taraftan olursa bu ortaklık geçersizdir Çünkü bu durumda toprak sahibi kiracı sayılsa; tarım âletlerinin toprak sahibine ait olması, kira akdini fasit kılar Çünkü tarım âletlerini (hayvan, traktör, römork, harman makinası vb) toprağa bağımlı kılmak mümkün olmaz Zira bu ikisinin yararlanma yönleri farklıdır Eğer işletmeci kiracı olarak kabul edilse, bu durumda da tohumun ona ait olması, akdi fasit kılar Çünkü tohum işçiye ait olmaz (el-Meydânî, age, II, 229, 230; bk "Ziraat Ortakçılığı', "Arazi" ve "İcâre" maddeleri)
Muhâkele özel anlamda, buğdayın başağında iken kendi cinsi olan belli miktarda buğday karşılığında satılmasıdır Burada bir ortakçılıktan çok satım akdi söz konusudur Hz Peygamber "muhabere" gibi "muhâkele"yi de yasaklamıştır (bk Buhârî, Müsâkât, 17; Müslim, Büyü', 81-85, 93, 121; Ebü Dâvud, Büyû', 33) Bu yasağın nedenini şu şekilde açıklayabiliriz:
Tarım ürünlerinin olgunlaşmadan ve hasattan önce satılması hadis-i şerifle yasaklamıştır (bk Buhârî, Büyû, 82, 83, 85, 87; Müsâkât,17, Müslim, Büyû', 51-57; Ebû Dâvud, Büyû ; 22; Tirmizî, Büyû', 22; İbn Mâce, Ticârât, 32; Mâlik, Muvatta', Büyû', 10)
Ancak taneli bitkiler veya meyvalar olgunlaştıktan ve büyümesini tamamladıktan sonra belli bir para karşılığında satılabilir Çünkü artık kuraklık, sıcak vb iklim değişmeleri yüzünden taraflar için riziko kalkmış olur Böyle bir satışta, satış bedeli nakit para olunca bir sakınca söz konusu olmaz On dönümlük buğday ekili tarlanın buğday hasat edilecek bir duruma geldiği sırada, şu kadar lira karşılığında satılması gibi Alıcı, ne kadar buğday elde edebileceğini ve işçiliği dikkate alarak hesap yapar ve pazarlık ederek taraflar anlaşırlar
Muhâkale işleminde ise aynı on dönümlük buğday tarlası peşin teslim edilecek belli miktar buğday karşılığında satılmış olur Burada belli miktar buğdayın miktarı tahmin ve zanna dayanan başağındaki buğdayla vadeli olarak mübadelesi söz konusudur Halbuki ölçü, tartı veya standard olup sayıyla alım-satımı yapılan benzer eşyanın mübadeleşinin, cins bir olunca, peşin ve eşit miktarda olması gerekir Cinsler farklı olursa, yine peşin olmak şartıyla miktarlar değişebilir Aksi halde faiz işlemi ortaya çıkar Ubâde b es-Sâmit (ra)'ten nakledilen ve altı maddeyi kapsayan hadis bu konuyu düzenlemiştir Hadis şöyledir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurma ile, tuz tuz ile aynı cins mübadele edilecekse eşit ve peşin olarak satılırlar Ancak cinsler değişik olursa peşin olmak, şartıyla istediğiniz gibi satış yapınız"(Müslim, Müsâkat, 81; Ebû Dâvud, Büyü ; 18; Ahmed b Hanbel, V, 314, 320; Riba hakkında geniş bilgi için bk Hamdi Döndüren Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmi Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s 57-86)
Sonuç olarak Muhâkale'nin bu özel durumu uygulanarak yapılacak mübadelede iki tarafın buğday miktarları farklı olabilir Ayrıca araya vadenin girmesi gibi sebeplerle tarafların faize düşme şüphesi vardır Bu yüzden de muhâkale sakıncalı satım akitleri arasında sayılmıştır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 405, 516, 675)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUHAMMED İSMİ KOYMA
Rasûlüllah Efendimiz (sav), babaların çocuklarına güzel isimler vermelerini emretmiş, Kıyamet günü insanların isimleriyle çağırılacaklarını, isimlerin sahipleri üzerinde etkili olacağını bildirmiştir En güzel isimlerin "Abd"li isimler olduğunu, özellikle de "Abdullah" ve "Abdurrahman" Allah'ın en sevdigi isimler olduğunu söylemiştir (bk el-Hindî, Kenz, XVI/417 vd)
Kendi ismi ile ilgili olarak da: "Benim ismimle isimlenin ama künyemle künyelenmeyin" (Müslim, Edep 1) buyurmuştur Buradan hareketle Şafiî ve Zahiriler onun künyesi olan "Ebu'l-Kâsım" ile kimsenin künyelenemeyeceğini söylemişler, cumhûr ise bunun da Rasûlüllah (sav)'ın zamanına ait olduğunu, onun vefatından sonra karıştırma ihtimali bulunmadığından ötürü; künyesinin dahi alınmasında mahzur bulunmadığını söylemişlerdir Çünkü yukarıdaki hadis-i şerif birisinin, bir diğerini, "Ya Ebel-Kâsım" diye çağırması, Rasulüllah (sav)'in zamanına ait olduğunu, onun vefatından sonra karıştırma ihtimali bulunmadığından ötürü, künyesinin dahi alınmasında mahzur bulunmadığını söylemişlerdir Çünkü yukarıdaki hadis-i şerif birisinin, bir diğerini, "Ya Ebel-Kâsım" diye çağırması, Rasulüllah (sav)'ın ona karşı dönmesi ile de, "ben sizi kastetmedim, ya Rasulallah" demesi üzerine söylenmiştir Onun vefatından sonra artık böyle bir karıştırma sözkonusu değildir Tahavi'nin, "Ashab arasında ismi Muhammed, künyesi Ebul-Kasım olan bir çok insan vardı"" demesi de bunu destekler Aynı, bu zevatın teker teker isimlerini verir (Aynî; Umdetü'l-Kârî, IX/328) Ancak Beyhakî, "onun künyesiyle künyelenmenin yasak oluşu mutlaktır (onun zamanıyla sınırlı değildir) ve bu konudaki hadisler daha çok ve daha sahihtir" der (Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra, IX/310)
Onun künyesini almanın sadece ismi "Muhammed" olanlar için yasak olduğu görüşü de vardır (Nevevi, Serhu Müslim, IX359/60) Yine Beyhakî'nin rivayet ettiği "ismimi alan künyemi almasın, künyemi alan da ismimi almasın"(Beyhakî, age, IX/309) hadis-i şerifi de bunu destekler Ama yine de Rasûlüllah (sav)'in Ali Efendimize ruhsatı verdiği onun da çocuğuna "Muhammed Ebu'1-Kâsım" diye isim ve künye verdiği meşhurdur Taberi, bu da bu yasağın haram derecesinde değil, mekruh derecesinde olduğunu gösterir, der (Irsâdu's-sârî, X/573)
Gerçi: "Muhammed adını koyduklarınıza vurmayın ve onları iyilikten mahrum etmeyin", "çocuğa Muhammed adını koyduğunuzda ona iyi davranın, meclisi onun için açın, ona yüz ekşitmeyin" (Hindî, age XVI/48, Suyutî, el-Camiu's-sağir (Feyzu'1-Kadîr i1e), I/35) ve, "Üç oğlu olupta birisine Muhammed adını koymayan cahillik etmiştir" (Hindî, age (Taberani'den),XVI/419) şeklinde hadisler rivayet edilmiştir Ama üçü de oldukça zayıftır Üçüncüsü için Ibnü'1-Cevzi mevzudur uydurmâdır, demiştir Daha başkalar da mevzu olmadığını söylemişlerdir (Münavi, Feyzu'lKadir; VI/237-38) Bu yüzden bu hadisler pek hesaba katılmasa bile Ibn Asâkir'in bir rivâyetinden "Muhammed" isminin yine de teşvik edildiğini görürüz: "Kimin bir oğlu olur da ona teberruken Muhammed adını koyarsa o da çocuğu da Cennet'te olur" (Münavî, age VI/237) Suyutî bu hadisin bu konuda en örnek hadis olduğunu ve hasen bulunduğunu söyler (agk) Kaldı ki, Ezra'î; bazı Hanbelî alimlerinin kendi zamanlarında Muhammed, Ahmed, Ebubekr, Ömer, Hasan, Hüseyin vb isimleri Yahudi ve Hiristiyanların almasını yasakladığını, bazı zayıf Şafiîlerin de bu görüşe uyduklarını naklettikten sonra der ki, her ne kadar, bunların ilk ikisini almamaları, sövme ve alay konusu olmaları ihtimalinden ötürü, insanın gönlüne daha yatkın görülüyorsa da böyle bir görüşe nereden vardıkları bilinmez Bu görüş su götürür Çünkü Yahudilerden Isa, Hiristiyanlardan da Musa adını alanlar vardır ve bu tarih boyunca kınanmamıştır Insan sevdigi ve saygı duyduğu kimselerin ismini alır Buna rağmen alay ve hafife alma konusu olan yerde buna engel olunmalıdır(Milnavî, age I/385) Görüldüğü gibi bu isimleri gayrı müslimlerin alamayacağına dâir dahi bir şey yoktur
Ama Muhammed ismini almanın her halükarda yasak olduğunu söyleyenler de vardır Bunlar: "Çocuklarınıza Muhammed adını koyar, sonra da onlara lanet edersiniz!"(Hindî, age XVI/418 (45200); Suyuti, age NI/246) hadis-i şerifine tutunurlar Gerçi bu hadisi Suyutî sahih diye işaretlemiştir ama, anlamı Muhammed isminin alınmasını yasaklamak değil, bu ismi alanlara bu isimle kötü söylemenin özellikle çirkin bir davranış olacağıdır Bunu öbür türlü anlamayı tarih de, bizzat Rasulüllah (sav) da yalanlar Onun asrı saadetinden günümüze kadar binlerce insana Muhammed adı verilmiş ve bunu kimse kınamamıştır Bir oğlu olan Ensarlı birisi ona Muhammed adını koymak isteyince hükmünü Rasulüllah (sav)'a sormuş o da "Ensar'a iyilikte bulundun Elbette ismimi alın, ama künyemi almayın" (Müslim, âdâb 6) buyurmuşlardır
O görüşü destekleyen bir delil de Hz Ömer Efendimiz in bu konudaki davranışıdır O, Küfe'ye bir emir göndererek, kimsenin, çocuklarına peygamber adı koymamasını istemiş, Medine'de de Muhammed isimli çocukları olan bir grup insana bu isimleri değiştirin, demiştir Ama onların, Rasulüllah bu konuda bize izin verdi, demeleri üzerine bunu bırakmıştır(Nevevî, Serhu Müslim, XNI-XIV/364 Peki, Hz Ömer bunun caiz olduğunu bilmiyor muydu, diye akla bir soru gelebilir Verilen bilgiye uyması, bilmediğine ihtimal vermiyor değildir Ama bu isme karşı gösterilen aldırışsızlıklara, sert mizacının gösterdiği tepki, bildiği halde bunu ona bir an unutturmuş olması makuldür Kâdi Iyad'a göre Ömer bunu Rasulüllah (sav)'ın ismine hürmetsizlik edilmemesi ve saygılı olunması için yapmıştır Bir görüşe göre de, bir gün Muhammed b Zeyd'e "Sana Allah yaptı, ya Muhammed!" diye kötü söylediğini duyunca Ömer onu çağırdı ve: "Bakıyorum senin yüzünden Rasûlüllah (sav)'a sövülüyor Vallahi bundan sonra Muhammed diye çağrılamazsın, dedi ve ismini Abdurrahman diye değiştirdi Onun Muhammed isimlerini değiştirme fermanı da bu yüzdendir (agk)
Ayrıca, meleklerin isimlerini almak bazı alimlerce mekruh görülmüştür Imam Malik de, Cibril (Cebrail) ve Yâsîn gibi isimlerin mekruh olduğu görüşündedir (Nevevî, age, XNI/XIV/364; Ayrıca bk Ibn Kayyim, Tuhfetü'1- mevdû ol 104 Bunda bir beis olmadığını söyleyenler de vardır bk ak)
Netice olarak, Muhammed ismini almak değil, bu isme karşı saygısızlık etmek mahzurludur Hatta sırf Rasulüllah (sav)'in hatırası için teberruken alınması müstehap ve hoş bir davranıştır Çocuklarına Islâm terbiyesi vermek arzusunda olanların bu ismi koymalarında hiç bir mahzur yoktur Ama genellikle Islâmî terbiyenin verilemediği bir ortamda buna tepki gösteren "Ömerler"i de hoş görmek gerekir (Allah'u a'lem)(Bu konunun özeti, başka hadisler ve üç temel görüş için bk Ibnü'1-Esir, Cami'ul-Usûl I/381-82)
Bu konuda çok daha değişik görüşleri olan hatta bu isimleri alanların azap görmeyeceğini söyleyenler dahi vardır (Bu manada yazılmış bir kitap adına rastladık: "Büsrâ'1-Kerim elemced bir adem-i tâ'zibimen yüsemma bi-Ahmed ve Muhammed" Şeyh Osman el-fetûhî, bk Kesfu'z-zunûn I/245)
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUHARREMÂT(EVLENMESİ YASAKLANMIŞ KADINLAR)

Haram kılınmış, evlenmesi yasaklanmış kadınlar Kendileriyle evlenilmesi devamlı veya geçici olarak haram kılınmış kadınları ifade eden bir İslam hukuku terimi
Devamlı olarak evlenme yasağı doğuran sebepler; kan hısımlığı, evlilikten doğan hısımlık ve süt hısımlığı olmak üzere üçe ayrılır Bunlara "mutlak evlenme engeli" denir
Kendileriyle evlenilmesi ebedî olarak yasak olan hısımların, büyük bir bölümü Kur'an-ı Kerim'in şu ayetinde zikredilmiştir: "Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, babalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren süt analarınız, süt kardeşleriniz, karılarınızın anaları, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayenizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23)
Yukarıdaki âyetten üç çeşit mutlak evlenme engeli ortaya çıkmaktadır: Kan hısımlığı, sıhrî hısımlık ve süt hısımlığı
1) Kan hısımlığı: Âyette, kendileriyle evlenilmesi yasaklanan kan hısımı kadınlar dört grupta toplanmaktadır a) Usûl: Bir erkeğin annesi ve yukarıya doğru bütün nineleri bu erkeğe ebedi olarak haram olur b) Fürû: Bir erkeğe; kızı, oğul kızı, kızının kızı veya aşağıya doğru uzanan bütün fürun haram olur c) Ana-babanın fürûu ve bunların aşağıya doğru devam eden fürûu Kız kardeşi, kız kardeşinin kızı, erkek kardeşinin kızı, kız kardeşinin oğlunun kızı gibi Burada erkek veya kız kardeşlerin ana-baba bir, yalnız baba bir veya yalnız ana bir olması hükmü etkilemez d) Dede ve ninelerin yalnız birinci derece fürûu Halalar ve teyzeler bu yasağa girer Çünkü onlar dede ve ninenin ilk fürûudur Büyük hala ve büyük teyzeler de bu yasağın kapsamına girer Çünkü bunların hepsi ana-baba dışındaki usulün ilk fürûudur
Yukarıdaki âyette erkek esas alınarak, evlenme yasağının sınırları çizilmiştir Aynı hükümlerin kadın için de geçerli olduğunda şüphe yoktur Meselâ; kadın, baba ve dede gibi hiç bir usulü ile evlenemeyeceği gibi; oğlu, oğlun oğlu, kızının oğlu gibi, erkek kardeşleri veya kız kardeşinin oğlu, dayı veya amcaları ile mutlak olarak evlenemez
2) Sıhrî hısımlık: Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukukî bir bağdır Sonradan evlilik, boşanma veya ölüm gibi bir sebeple evlilik sona erse bile, sıhrî hısımlık ortadan kalkmadığı için mutlak bir evlenme engeli teşkil eder
Sıhrî hısımlar dört grupta toplanabilir Üvey kızlar: Bir erkek, bir kadınla evlenir ve bu kadının başka kocadan olma kızları yahut oğlunun veya kızın kızları bulunursa, üvey baba bunlarla evlenemez Bu engelin doğması için zifafın veya hürmet-i müsâhareyî gerektiren bir hafin meydana gelmesi gerekir (bk en-Nisâ, 4/23)
Kayınvalideler: Bir kimseye hanımının annesi veya hanımı tarafından nineleri ile evlenmek haramdır Burada zifaf şart olmayıp, mücerred nikâh akdi ile evlenme engeli doğar
Baba ve dedenin karıları: Bunda da zifaf şartı aranmaz Bir kimse üvey annesi veya üvey nineleri ile evlenemez Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin: Ancak daha önce geçen geçmiştir Şüphe yok ki, o bir hayasızlıktı Allah'ın hışmına en büyük bir sebebti O, ne kötü bir yoldu" (en-Nisa, 4/22)
Fürûun hanımları: Bir kimse oğlunun hanımı veya torunlarının hanımı ile evlenemez Sonradan boşanma veya ölümle evlilik ortadan kalksa bile evlenme engeli devam eder Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karısı (size haram kılındı)" (en-Nisâ, 4/23)
Buna göre, himâye veya evlâtlık amacıyla alınıp büyütülen çocuklarla himâye eden veya evlat edinen arasında bir evlenme engeli doğmaz Böyle bir erkek çocuğunun hanımı ile evlât edinen arasında da sıhrî hısımlık söz konusu olmaz Hz Peygamber'in, Zeynep binti Cahş ile evliliği buna delâlet eder Zeynep (ranhâ) önce Rasûlüllah (sas)'ın evlatlığı olan Zeyd b Hârise ile evlenmiş, imtizaç edemedikleri için geçimsizlik nedeniyle boşanmışlardı Bundan sonra inen şu âyet-i kerime ile evlâtlık müessesesi kaldırıldı ve Zeynep'le evlenmeye izin verildi: "Şimdi, mademki Zeyd o kadından ilişiğini kesti, biz onu sana nikâhladık Böylece, evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevcelerini almakta mü'minler üzerine bir günah, bir zorluk olmasın" (el-Ahzâb, 33/37)
Ebû Hanîfe, Ahmed b Hanbel ve İmam Mâlik'ten bir rivayete göre, zinada, evlilikteki gibi sürekli evlenme engeli doğurur Bu yüzden bir kadınla zina eden kimse, artık bu kadının usûl ve fürûu ile ebedî olarak evlenemez İmam Şafii ve İmam Mâlik'ten başka bir rivayete göre ise, zinâ bir evlenme engeli doğurmaz Çünkü nikâh akid anlamında olup, bu konudaki nasslar akitle ilgisi bulunmayan gayri meşrû ilişkileri kapsamına almaz Diğer yandan haramın, helâlı haram hâline dönüştüremeyeceği hadisle sabittir Bununla birlikte, Şâfiîlere göre, böyle bir kadınla evlenmek mekruhtur (es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır 1324-1331/1906-1912, IV, 204 vd; el-İhtiyâr li Ta'lîli'l-Muhtâr, III, 88; el Cassâs, Ahkamü'l-Kur'ân, (tahkik: Muhammed es-Sâdık) Kahire, ty, II, 137; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukî, İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1967, II, 97; M Muhyiddin Abdülhamîd, el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye, s 49)
Evlilik dışı cinsel ilişkinin evlenme engeli doğurması, yüksek ahlâkî düşüncelerle kabul edilmiştir Aile fertleri arasına fitne sokacak ve onları bunalıma itecek davranışlar yasaklanmıştır Diğer yandan yakın hısımlarla evlenmenin tıbbî ve fizyolojik zararları düşünülürse, aynı tehlikenin zina mahsulü çocuklar hakkında söz konusu olduğunda şüphe yoktur
3) Süt hısımlığı: İslâm hukuku kan veya sıhriyet yoluyla doğan hısımlıktan başka, bir kadının başkasına ait bir çocuğa süt emzirmesiyle doğacak bir hısımlık daha kabul etmiştir Burada süt emziren kadın süt ana, çocuk da süt evlat olur Bir kadının öz çocukları ile, süt emzirdiği yabancı çocuk arasında "süt kardeşliği" doğar İşte sütle kurulan bu hısımlık ilişkisi süt emen çocuğu, evlenme engelleri bakımından süt emziren kadının öz çocukları gibi yapar Süt hısımlığı bazı istisnalar dışında kan hısımlığı ile aynı sonuçları doğurur
Süt hısımlığının kaynağı İslâm'dan öncesine uzanır Eski Araplar çocuklarını genellikle iki yaşına kadar süt anneye bırakırlardı
Allah Teâla şöyle buyurur: "Sizi emziren süt analarınız ve süt kardeşleriniz (size haram kılındı)" (en-Nisâ, 4/23) Âyette, diğer süt hısımlarına temas edilmemiş, Hz Peygamber'in şu hadisi bu konudaki genel prensibi getirmiştir: "Nesep bakımından haram olanlar, süt cihetiyle de haramdırlar" (Buhârî, Şehâdât, 7; Müslim, Radâ, 1) Süt hısımlığı doğması için, emmenin Ebû Hanîfe'ye göre, ilk otuz ay, Ebû Hanîfe dışındaki Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve diğer ûç mezhep imamına göre ise ilk iki yaş içinde olması gerekir (bk el Bakara, 2/233; el-Ahkâf, 46/15; Buhârî, Nikâh, 21)
Süt emziren kadının kocası süt baba, diğer hısımlar, nesep hısımlığında olduğu gibi süt dede, süt nine, süt amca, süt dayı, süt hala vb adlarını alırlar Bu duruma göre, süt hısımlığından doğan evlenme yasaklarını dört grupta toplayabiliriz:
Usûl: Bir kimse süt anası ve süt nineleri ile evlenemez
Fürû: Bir süt baba, süt kızı ve aşağıya doğru süt torunları ile evlenemez Aynî hüküm süt anne için de geçerlidir Süt anne süt oğlu ve onun torunları ile evlenemez
Kardeşler: Süt emen çocuk, ana baba, bir baba bir veya ana bir süt kardeşleri ve bunların fürûu ile evlenemez
Usûlün ilk fürûu: Süt emen süt cihetinden hala, teyze, amca ve dayı ile evlenemez
Süt hısımları her nasılsa evlenmişlerse Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre nikâh akitleri batıldır Ancak Ebû Hanîfe böyle bir nikâhı fasit sayar (bk "Nikâh" maddesi), süt hısımları birbirine yabancı olmazlar Bir fitne tehlikesi olmadıkça, birbirine bakabılirler Süt emmekle şer'î bir hısımlık meydana gelirse de, bununla nafaka, miras, şahitliğin reddi, nikâh ve mal velâyeti gibi diğer nesep hükümleri sabit olmaz Çünkü nesep, süt vermekten daha kuvvetlidir Bu yüzden bir süt ana, süt evlâdından nafaka isteyemez, ona mirasçı olamaz ve bu çocuk üzerinde velâyet iddiasında bulunamaz (bk İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak-Mısır 1315-1317, II, 2 vd; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 31; Sahîh-i Müslim (Terc ve Şerh, A Davudoğlu), VII, 368-370; Hamdi Döndüren, age, s 216 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUHAYYERLİK

İki şeyin, iki işin hayırlısını isteme; muhayyerlik; seçilen bir akitte şart, görme veya ayıp muhayyerliği varsa, bu akdi yapanlar için akdi feshetme veya devam ettirme hakkının olması anlamında bir İslâm hukuku terimi
Muhayyerliğin birçok çeşitleri vardır Ancak altı tanesine ticaret işlemlerinde daha çok rastlanır Bunlar da; meclis, tayin, şart, ayıp, görme ve nakit para muhayyerlikleridir
Meclis muhayyerliği: Satım akdinde meclis, akdin yapıldığı yer ve zamanı ifade eder Meclis, tarafların birbirinden bedenen ayrılması, konuşmada alışverişin söz konusu olmaktan çıkması veya akdin meydana gelmesi gibi sebeplerle sona erer Hanefilere göre satım akdi icap ve kabul ile meydana gelir İvazlı (bedelli olan) akitler meclis muhayyerliği gerektirmez Hadiste; "Alış-veriş yapanlar birbirinden ayrılıncaya kadar muhayyerdirler" (Buhârî, Büyû', 19, 22, 42, 43, 44, 46, 47; Müslim, Büyû ; 43, 46, 47) buyurulur Buradaki, "birbirinden ayrılıncaya kadar" ibaresi "icap ve kabul iradelerini açıklayıncaya kadar" tarzında anlaşılmıştır Böylece, icapta bulunan, karşı taraf kabul iradesini açıklayıncaya kadar bu teklifinden cayabilecektir Buna "rucû muhayyerliği" denir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 134) Şafiî ve Hanbelilere göre ise, icap ve kabul sonunda satım akdi meydana gelmekle birlikte, taraflar henüz akdin yapıldığı meclisten ayrılmamışlarsa, tek yanlı veya karşılıklı istek sonucu akdi bozabilirler İşte buna "meclis muhayyerliği" denir Bu mezheplere göre, hadisteki "birbirinden ayrılıncaya kadar" sözünden maksat, bedenen ayrılmadır (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V, 81; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 563)
Tayin muhayyerliği; tayin, seçme ve belirleme demektir Bu, akdi yapan için satış bedeli ve akitte zikredilen sıfat konusunda üç çeşit eşyadan birisini seçme hakkı anlamına gelir Birini seçince artık akdin konusu (mahalli) belirli hale gelmiş olur Bu, satım, ivazlı hibe ve taksim gibi ivazlı akitlerde ve yalnız müşteri için sâbit olur Hanefiler insanların ihtiyacı nedeniyle istihsan prensibine dayanarak tayin muhayyerliğini meşru görürken; Şafiî, İmam Ahmed ve İmam Züfer satılanın (mebî) bilinmezliğine yol açacağı için bunu caiz görmezler (el-Kâsânî, age, V, 261; İbnü'l-Hümâm, age, V,130 vd: ez-Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, IV, 21)
Şart muhayyerliği; akdî yapanlardan birisi, her ikisi veya üçüncü bir kişi için, belli süre içinde akdi feshetme yahut devam ettirme hakkının olmasıdır Alıcının satıcıya; "Bu malı senden, ben bir veya üç gün muhayyer olmak üzere satın aldım", demesi gibi Bu, akdi yapanın aldanmasını önlemek üzere, ihtiyaç sebebiyle meşrû kılınmıştır Bu, karşılıklı rıza ile feshi mümkün olan lâzım akitlerde olabilir Satım, icare, müzaraa, müsakat, şirket, mudârabe, taksim, kefalet, havale ve rehin veren kendi yönünden aktin lüzumunu şart koşmuşsa rehin akdi bunlar arasındadır Rehin alanın ise böyle bir muhayyerliğe ihtiyacı yoktur Çünkü akit onun yönünden lüzum ifade etmez Vekâlet, ariyet, vedîa, hibe ve vasiyet gibi gayri lazım akitlere gelince, bunlarda muhayyerlik şart koşmaya ihtiyaç yoktur Çünkü bunlar tabii olarak lüzum ifade etmez Nikâh, muhalea ve talâk gibi feshi kabul etmeyen lâzım akitlerde de şart muhayyerliği geçerli değildir Selem ve sarf akdi de şart muhayyerliğine elverişli değildir Çünkü selemde, akdin sıhhati için paranın, sarfta ise iki bedelin akit meclisinde kabzı şarttır Şart muhayyerliği ise, kabzın meclisten geriye kalmasını gerektirir Kabz, akit meclisinden sonraya kalınca ise, akit fasit olur
Ebu Hanîfe, Züfer ve İmam Şâfiî'ye göre, muhayyerlik süresi en çok üç gün olabilir Çünkü Hz Peygamber, Habban b Munakkız'a üç gün süreyle muhayyerlik tavsiye etmiştir (Buhârî, Büyû" 48, Husûmât, 3; Müslim, Büyû, 48) Üç günü geçerse ilk iki imama göre akit fâsit; İmam Şâfiî'ye göre ise batıl olur
Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve Hanbelilere göre ise, akdin tarafları şart muhayyerliğinin suresini serbestçe belirleyebilirler Süre, üç günden fazla da olabilir Çünkü muhayyerlik tedbir ve istişare için meşru kılınmıştır; bazan üç gün yeterli olmaz Habban hadisindeki üç günle sınırlama ona mahsustur; başkasına yeterli olmayabilir (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 40 vd; el-Kâsânî, age, V,174; İbnü'l-Hümâm, age, V,110 vd; İbn Rüşd Bidâyetü'l-Müctehid, II, 208; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 182)
Ayıp muhayyerliği; akdi yapanlardan birisi için, iki bedelden birisinde herhangi bir ayıp bulunduğu zaman akdi feshetme veya devam ettirme hakkının bulunmasıdır Ancak bu kimsenin, ayıbı akit sırasında bilmemesi gerekir Ayıp, ticaret örfünde; malın kıymetini azaltan veya ondan yararlanmaya engel olan eksiklerdir Ayıplı mal satımı hadislerle yasaklanmıştır "Müslüman müslümanın kardeşidir Bir müslümanın kardeşine ayıplı bir malı, bu ayıbı ona açıklamadıkça satması helal olmaz" (eş-Şevkânî, age, V, 211) Hz Peygamber gıda maddesi satan bir adamın yanına uğradı, elini yığına batırdı Alt tarafının ıslak olduğunu görünce; "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, İman, 164; Ebû Dâvud, Büyû, 50; Tirmizî, Büyû, 72) buyurdu
Ayıp ve görme muhayyerlikleri, satım, icare, mal taksimi, aynî bir bedel üzerine sulh akdi gibi feshe elverişli lâzım akitlerde sabit olur Bu hakkın sübutu için; aybın akitten önce veya akitten sonra teslimden önce mevcut olması, müşterinin akit ve kabz sırasında aybın varlığını bilmemesi, malın sahibinin, akdin konusu üzerinde ayıplardan beraatı şart koşmaması ve fesihten önce aybın ortadan kalkmaması gereklidir Bu duruma göre Hanefi hukukçular, ayıplar tek tek sayılmasa bile, bütün ayıplardan beraat şartıyla satışı sahih saydılar Burada, ayıbın ne zaman meydana geldiğine de bakılmaz İmam Muhammed, Malik ve Şâfiî'ye göre ise, ayıplardan beraat şartı, yalnız akit sırasında mevcut ayıbı kapsamına alır (el-Kâsânî, age, V, 274; İbnü'l-Hümâm, age, V, 151; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV,152)
Görme muhayyerliği; müşteri için, akit sırasında veya daha önce malı görmediği zaman malda âdetlere göre bir değişiklik meydana gelmezse, malı görünce akdi feshetme veya devam ettirme hakkının olmasıdır Bu muhayyerlik, şart ve tayin muhayyerliğinin aksine, akitte şart koşmaya muhtaç olmaksızın, İslâm'ın bir hükmü olarak sâbit bulunur Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, görme muhayyerliği gaib veya görülmeyen ayn'ın satımında uygulanır Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Görmediği bir şeyi satın alan kimse, onu gördüğü zamân muhayyerdir" (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Raye, IV, 9)
Görme muhayyerliğinin sabit olması için, akdin konusunun akit sırasında veya akitten önce kendisinde değişme olmayan bir zamanda görülmemiş olması, arazi, ev, hayvan ve otomobil gibi belirli bir ayn olması, akdin satım, icare, taksim, mal davasından sulh gibi feshe elverişli olması gereklidir (es-Serahsî, age, XIII, 72, 77; el-Kâsânî, age, V, 292)
Nakit parayı ödeme muhayyerliği; bu satım akdinde alıcının satış bedelini belli süre içinde ödemesinin, aksi halde akdin ortadan kalkacağının şart koşulmasıdır Alıcı satış bedelini belirlenen sürede ödediği takdirde satım akdi tamam olur Aksi halde akit fasit olur Ödeme muhayyerliği satıcı için de şart koşulabilir İki kişi alışveriş yapsalar, satıcı satış bedelini kabzettikten sonra; "Eğer satış bedelini üç gün içinde geri verirsem, aramızda satım akdi olmayacak", der ve parayı bu sürede geri verirse, satım akdi fasit; geri vermezse tamam olur Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf'la İmam Muhammed, insanların ihtiyacı sebebiyle bu muhayyerliğe istihsan prensibine dayanarak fetva verdiler Çünkü bu, gerçekte şart muhayyerliğinin bir çeşididir Ebu Hanîfe'ye göre, bunun süresi de üç gündür İmameyn'e göre ise dört güne kadar ve daha fazla olabilir (İbnü'l-Hümâm, age, V, 132; İbn Âbidîn, age, IV, 51)
 
Üst Alt