TEFSİR MERYEM Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MERYEM SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

Meryem Suresi 2.Ayet-i Kerime
Meryem Suresi 2.Ayet-i Kerime
Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 98 âyettir. Bazı tefsir bilginlerine göre 58 ve 71. âyetler Medine döneminde inmiştir. Sûre, Meryem’in, oğlu İsa’yı nasıl dünyaya getirdiğini anlattığı için bu adla anılmıştır. Sûre de başlıca, tevhit inancını yerleştirmek amacıyla bazı peygamberlerin kıssaları ve kıyamet sahneleri konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada on dokuzuncu, iniş sırasına göre kırk dördüncü sûredir. Fâtır sûresinden sonra, Tâhâ sûresinden önce, Mekke döneminin 4. yılında inmiştir. 58 ve 71. âyetlerinin Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (İbn Âşûr, XVI, 57-58).

Konusu


Sûre genel olarak tevhid inancının doğruluğunu ve peygamberlik müessesesinin gerçekliğini ispatlamayı hedeflemektedir. Bu cümleden olarak sûrede yahudilerin Hz. Meryem ve oğlu Hz. Îsâ hakkındaki iftiralarının reddedilmesi, Zekeriyyâ aleyhisselâma –ihtiyar olmasına rağmen– oğlu Yahyâ’nın verilmesi, Hz. Meryem’in –Allah’ın bir mûcizesi olarak– Hz. Îsâ’yı babasız dünyaya getirmesi, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Hârûn ve diğer bazı peygamberlerin hak dine davet yolunda harcadıkları çaba dile getirilmektedir.

MERYEM SURESİ TEFSİRİ


1. Kâf. Hâ. Yâ. ‘Ayn. Sãd.

Bu harfler, Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir. Ne mânaya geldiklerini, nelere işaret ettiklerini tam olarak bilmek mümkün değildir. Ancak âlimlerimiz bunlarla alakalı bazı tevcihlerde bulunmuşlardır:

Bunlar tenbih, uyandırmak ve dikkat çekmek için gelen harflerdir.
Hitâbet, kitâbet ve şiirin esas maddesi olan bu harflerle Kur’an Araplara, ilâhî kudret eliyle yine bu harflerden telif edilmiş olan kendisi gibi bir kitap getirmeleri için meydan okumaktadır.

İşte böyle tek tek harflerden oluşan fakat sahip olduğu ilâhî belagat ve fesahatiyle ebedî mucize olan Kur’an’da yer alan:

2. Bu âyetler Rabbinin, kulu Zekeriya’ya olan rahmetini anlatmaktadır:

3. Bir defasında Zekeriya Rabbine gizlice niyâz etmişti.


Burada Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Zekeriyâ’ya olan rahmet tecellisinden söz edilir. O rahmet, Zekeriya (a.s.)’ın Allah’a niyâzı, Allah Teâlâ’nın da onun bu niyâzını kabulüyle vuku bulmuştur.

Öncelikle Zekeriyâ (a.s.), bir peygamber olarak, ilâhî dergâha el açıp dua etmenin âdap ve erkânına dikkat ederek gizli bir şekilde niyazda bulunmuştur. Bu gizliliğin mâhiyeti hakkında şunlar söylenebilir:

Esasen Allah Teâlâ’ya göre gizli ve açık eşittir; fakat duada gizlilik daha iyidir. Çünkü bu hal, duanın riyâdan uzak olmasına ve ihlasla yapılmasına yardımcı olur. Dolayısıyla Zekeriya (a.s.)’ın duası, içine riyâ karışmayan bir dua olmuştur.
O, çok yaşlı olmasına rağmen çocuk istemesi sebebiyle etrafındakiler tarafından kınanmamak için duasını gizli yapmıştır.
Veya o, ileride de ifade ettiği gibi akrabalarından çekindiği için duasını gizli tutmuştur.
Yahut ihtiyarlığı ve zayıflığı sebebiyle zaten yüksek sesle dua edecek hâli yoktu. Ancak takati kesilmiş bir halde ve hafif bir sesle dua edebiliyordu.
Her halükârda âyet-i kerîme duanın olabildiği kadar gizli ve içten yapılmasının makbul olduğuna delâlet eder. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Çünkü O, aşırı gidenleri sevmez.” (A‘râf 7/55)

İşte mazlum peygamber Zekeriyâ (a.s.) kırık bir gönülle Rabbine yönelmiş:

4. Yalvara yakara şöyle demişti: “Rabbim! Doğrusu ben öyle perişan bir haldeyim ki, kemiklerim zayıfladı, eridi; başımdaki saçlar ihtiyarlıktan dolayı beyaz alevler gibi tutuştu. Rabbim! Ben sana hangi konuda dua ettiysem hiçbir zaman bedbaht ve mahrum olmadım.”

Zekeriyâ (a.s.) duasında ihtiyarlığını, âcizliğini ve çaresizliğini dile getiriyor, kırık bir gönülle yalvarıyor, bununla birlikte Rabbine olan ümidini de canlı tutuyor. O, duasında şöyle niyâz ediyor:

“Rabbim! İhtiyarlık yüzünden vücudumun direği mesâbesinde olan kemiklerim gevşedi, zayıfladı, eridi. Ona bağlı olarak diğer bedenî kuvvetlerim de zayıfladı. Saçlarım öyle ağardı ki, başım âdetâ beyaz alevlerle tutuşmuş bir hâle geldi. Çok ihtiyarladım ve zayıfladım. Ecelimin yaklaşmakta olduğunu hissediyorum. Rabbim! Bu güne kadar sana ne zaman dua ettiysem, hiç birini geri çevirmedin, hepsini kabul buyurdun. Bundan böyle de duamı geri çevirmeyeceğini ümit ediyorum.

Rabbim! Vefat ettiğimde geride bıraktığım yakınlarımın, taşıdığım din emânetini taşımayacaklarından, hatta ona ihânet edeceklerinden ciddi mânada korku ve endişe içindeyim. Onlar arasında bu emâneti gönül huzuruyla devredebileceğim güvenilir bir kimse yok! Senden bir erkek çocuk isteyeceğim, fakat hanımım kısırdır. Bilmem ki nasıl olacak! Yalnız biliyorum ki sen her şeye kadirsin; sulbümden olmak kaydıyla bana lütf-u kereminden gözümü arkada bırakmayacak güvenilir, yardımcı bir oğul nasip eyle! Bu oğul din, nübüvvet, ilim ve hikmet bakımından hem bana vâris olsun, hem de Yakup ailesine vâris olsun. Onu ahlâk ve adabı; söz, fiil ve davranışları itibariyle râzı olduğun ve senden râzı olan bir kul eyle!”

Diğer âyet-i kerîmelerde de Hz. Zekeriyâ’nın şöyle dua ettiği nakledilir:

“Rabbim! Bana katından tertemiz bir evlat ihsan eyle. Şüphesiz ki sen, duaları hakkiyle işitensin.” (Âl-i İmrân 3/38)
“Rabbim! Beni tek başıma, yapayalnız bırakma; bana bir evlat lütfet. Vârislerin en hayırlısı sensin!” (Enbiyâ 21/89)

Hz. Zekeriyâ’nın amca çocukları vardı. Onlar İsrâiloğulları’nın en şerirlerindendi. Bunlar içinde dinî ve ahlâkî bakımdan düzgün ve dürüst bir kimse yoktu. Bundan dolayı Zekeriyâ (a.s.) ümmetine karşı hilâfetin hakkını tam olarak veremeyeceklerinden ve dinini değiştireceklerinden korkmuştu.
Zekeriyâ (a.s.)’ın bu içli niyâzına Yüce Allah şöyle icâbet buyurdu:

Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Biz Peygamberler topluluğu miras bırakmayız; ne bıraktıysak o sadakadır.” (Buhârî, Humus 1; Müslim, Cihad 49-52) Ebû Dâvûd’un Sünen’inde de şu açıklama yer alır: “Alimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler ne dirhem ne de dinar bırakmışlardır. Onların mirası ilimdir.” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19)

5. “Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek vârislerden endişe içindeyim. Hanımım da kısırdır. Ne olur, bana lutf-u kereminden bir yardımcı oğul ihsân eyle!”

6. “Ki o, hem bana mirasçı olsun, hem de Yâkub ailesine. Rabbim onu kendisinden râzı olduğun bir kul eyle!”


Zekeriyâ (a.s.) duasında ihtiyarlığını, âcizliğini ve çaresizliğini dile getiriyor, kırık bir gönülle yalvarıyor, bununla birlikte Rabbine olan ümidini de canlı tutuyor. O, duasında şöyle niyâz ediyor:

“Rabbim! İhtiyarlık yüzünden vücudumun direği mesâbesinde olan kemiklerim gevşedi, zayıfladı, eridi. Ona bağlı olarak diğer bedenî kuvvetlerim de zayıfladı. Saçlarım öyle ağardı ki, başım âdetâ beyaz alevlerle tutuşmuş bir hâle geldi. Çok ihtiyarladım ve zayıfladım. Ecelimin yaklaşmakta olduğunu hissediyorum. Rabbim! Bu güne kadar sana ne zaman dua ettiysem, hiç birini geri çevirmedin, hepsini kabul buyurdun. Bundan böyle de duamı geri çevirmeyeceğini ümit ediyorum.

Rabbim! Vefat ettiğimde geride bıraktığım yakınlarımın, taşıdığım din emânetini taşımayacaklarından, hatta ona ihânet edeceklerinden ciddi mânada korku ve endişe içindeyim. Onlar arasında bu emâneti gönül huzuruyla devredebileceğim güvenilir bir kimse yok! Senden bir erkek çocuk isteyeceğim, fakat hanımım kısırdır. Bilmem ki nasıl olacak! Yalnız biliyorum ki sen her şeye kadirsin; sulbümden olmak kaydıyla bana lütf-u kereminden gözümü arkada bırakmayacak güvenilir, yardımcı bir oğul nasip eyle! Bu oğul din, nübüvvet, ilim ve hikmet bakımından hem bana vâris olsun, hem de Yakup ailesine vâris olsun.[1] Onu ahlâk ve adabı; söz, fiil ve davranışları itibariyle râzı olduğun ve senden râzı olan bir kul eyle!”

Diğer âyet-i kerîmelerde de Hz. Zekeriyâ’nın şöyle dua ettiği nakledilir:

“Rabbim! Bana katından tertemiz bir evlat ihsan eyle. Şüphesiz ki sen, duaları hakkiyle işitensin.” (Âl-i İmrân 3/38)
“Rabbim! Beni tek başıma, yapayalnız bırakma; bana bir evlat lütfet. Vârislerin en hayırlısı sensin!” (Enbiyâ 21/89)

Hz. Zekeriyâ’nın amca çocukları vardı. Onlar İsrâiloğulları’nın en şerirlerindendi. Bunlar içinde dinî ve ahlâkî bakımdan düzgün ve dürüst bir kimse yoktu. Bundan dolayı Zekeriyâ (a.s.) ümmetine karşı hilâfetin hakkını tam olarak veremeyeceklerinden ve dinini değiştireceklerinden korkmuştu.
Zekeriyâ (a.s.)’ın bu içli niyâzına Yüce Allah şöyle icâbet buyurdu:

Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Biz Peygamberler topluluğu miras bırakmayız; ne bıraktıysak o sadakadır.” (Buhârî, Humus 1; Müslim, Cihad 49-52) Ebû Dâvûd’un Sünen’inde de şu açıklama yer alır: “Alimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler ne dirhem ne de dinar bırakmışlardır. Onların mirası ilimdir.” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19)

7. Allah şöyle buyurdu: “Ey Zekeriya! Şüphesiz biz sana, ismi Yahya olacak bir oğul müjdeliyoruz. Bu ismi daha önce hiç kimseye vermedik.”


اَلسَّمِيُّ(semiyy) kelimesi hem “isimlendirilmiş”, hem de “benzer” mânalarına gelir. Buna göre Zekeriya (a.s.)’ın sülâlesi içinde daha önce “Yahyâ” diye isimlendirilen bir başka şahıs yoktu. İlk defa Allah Teâlâ, Zekeriyâ’yı müjdelediği çocuğa bu ismi vermiştir. Yine sahip olduğu hususiyetler itibariyle daha önce Yahyâ’ya benzeyen bir kimse de gelmiş değildi. Gerçekten Yahyâ’da bir kısım vasıflar vardı ki, başka hiç kimsede yoktu. Bu vasıflar; onun ihtiyar bir baba ile kısır ve yaşlı bir anneden dünyaya gelmesi, bizzat Allah Teâlâ’nın ona ilk defa Yahyâ ismini vermesi, çocukluğunda ona peygamberlik ve hikmetin verilmesidir. (bk. Meryem 19/12) Onun sahip olduğu diğer mümtâz vasıflar bir başka âyette şöyle haber verilir: “Zekeriyâ, mâbette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendi: «Allah sana Yahyâ isminde bir evladın olacağını müjdeliyor. O, Allah’tan bir kelime olan Îsâ’yı doğrulayacak, hem kavminin efendisi olacak, dünya zevklerinden uzak bir hayat sürecek, hem de sâlih kullar arasından seçilmiş bir peygamber olacaktır.»” (Âl-i İmrân 3/39)

Zekeriyâ (a.s.), Yüce Allah’ın duasını kabul buyurup kendisini bir erkek çocukla müjdelemesi karşısında şaşırdı kaldı:

8. Zekeriya hayret içinde: “Rabbim! Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son sınırına varmış, kemiklerim kurumuş iken, benim nasıl oğlum olabilir?” diye sordu.

Hz. Zekeriyâ’nın şaşkınlığı, Allah Teâlâ’nın verdiği müjdeyi kabul etmeme mânasında değildir. Aksine kısır bir hanımdan ve artık kemikleri kurumuş, ihtiyarlığın nihâî noktasına gelmiş bir kocadan bir çocuk dünyaya getiren Yüce Allah’ın kudretine duyduğu hayreti dile getirmiştir. Bununla birlikte onun gönül âleminde sürûr ve mutluluk tomurcuklarının kıpırdamaya başladığı da anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak, buna hayret etmesine gerek olmadığını, böyle şeyler yaratmanın Allah’ın nihâyetsiz kudreti yanında pek kolay olduğunu, bunu anlayabilmek için kendisinin yokken, hiçbir şey değilken yine Allah tarafından nasıl var edildiğini düşünmesinin yeterli olacağını bildirmiştir. Çünkü yaşlı bile olsalar bir anne ve babadan çocuğun yaratılması, hiçbir şey yokken yaratılmasına göre daha kolaydır.

Buna rağmen Hz. Zekeriyâ, müjdenin doğruluğu hususunda bir işaret görme arzusunu dile getirmekten kendini engelleyemedi:

9. Allah: “Evet, öyledir”, dedi, “fakat Rabbin buyurdu ki: «Bu, benim için çok kolaydır. Nitekim daha önce de, sen hiçbir şey değilken, seni yoktan ben yaratmıştım.»”

Hz. Zekeriyâ’nın şaşkınlığı, Allah Teâlâ’nın verdiği müjdeyi kabul etmeme mânasında değildir. Aksine kısır bir hanımdan ve artık kemikleri kurumuş, ihtiyarlığın nihâî noktasına gelmiş bir kocadan bir çocuk dünyaya getiren Yüce Allah’ın kudretine duyduğu hayreti dile getirmiştir. Bununla birlikte onun gönül âleminde sürûr ve mutluluk tomurcuklarının kıpırdamaya başladığı da anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak, buna hayret etmesine gerek olmadığını, böyle şeyler yaratmanın Allah’ın nihâyetsiz kudreti yanında pek kolay olduğunu, bunu anlayabilmek için kendisinin yokken, hiçbir şey değilken yine Allah tarafından nasıl var edildiğini düşünmesinin yeterli olacağını bildirmiştir. Çünkü yaşlı bile olsalar bir anne ve babadan çocuğun yaratılması, hiçbir şey yokken yaratılmasına göre daha kolaydır.

Buna rağmen Hz. Zekeriyâ, müjdenin doğruluğu hususunda bir işaret görme arzusunu dile getirmekten kendini engelleyemedi:

10. Zekeriya: “Öyleyse Rabbim, bana açık bir işaret göster” dedi. Allah da: “Senin işaretin, sapasağlam olduğun halde tam üç gün üç gece insanlarla hiç konuşamayacak olmandır” buyurdu.

11. Bunun üzerine Zekeriya mâbetten halkının huzuruna çıktı ve onlara: “Sabah ve akşam Rabbinizi tesbih edin” diye işarette bulundu.


Zekeriyâ (a.s.), bu husustaki itminanının artması için, hanımının hâmile kaldığına dair bir alâmet istedi. Ona, sağlıklı ve sapasağlam olduğu halde üç gün üç gece (bk. Âl-i İmrân 3/41) insanlarla konuşamamasının bu hususta bir alâmet olacağı haber verildi. Gerçekten de öyle oldu. Birden dili tutularak, insanlarla ancak işaret yoluyla konuşabilir duruma geldi. İnsanlarla konuşmak istediği zaman dili tutuluyor, fakat Tevrat’ı okumak veya Allah’ı zikretmek istediği zaman dili çözülüyordu. Demek ki Cenâb-ı Hak, bu müddet zarfında Hz. Zekeriya’nın sadece zikir ve tesbihle, kendine dua ve niyazla meşgul olmasını murad etmişti. Bu açık alâmeti görünce, derhal mâbetten kavminin yanına çıkıp onlara, mutatları olduğu gibi sabah ve akşam ibâdetlerini yapma yönünde işarette bulundu.

Onlara, kendisine ikram ettiği bu nimete karşı bir şükür olarak Allah’ı tesbih etmelerini, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmelerini söylemiş olması da mümkündür. Çünkü burada tesbihin mânası, iki yaşlı insandan çocuğun dünyaya gelmesi uzak bir ihtimal görülürken, buna güç yetirememekten Allah’ı pak ve uzak tutmaktır. Zira Allah’ın her şeye gücü yeter.

Rivayete göre çocukları olduğu zaman Hz. Zekeriya 100 veya 120, hanımı ise 99 yaşında idi. Onlardan Yahyâ dünyaya geldi ve Cenâb-ı Hak bu kez de ona hitap ederek şöyle buyurdu:

12. Biz: “Ey Yahya! Kitabın hükümlerine kuvvetle sarıl!” buyurduk. Ona henüz küçük bir çocuk iken ilim, hikmet ve peygamberlik verdik.

اَلْكِتَابُ (kitap)tan maksat, Hz. Musâ’dan beri İsrâiloğulları’nın mukaddes kaynağı olan Tevrat’tır. Hz. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğulları’na gelen bütün peygamberler bu kitaba dayanmışlar, insanlara onu öğretmişler, onun hükümlerini tatbik etmişlerdir. Görüldüğü üzere Hz. Yahyâ da babası Zekeriyâ (a.s.)’dan bu mirası devralmakta, bu ulvî vazifeyi yüklenmeye, bütün azmi ve kuvvetiyle bu emaneti omuzlamaya çağrılmakta; bu mirasın sorumluluğunu yerine getirirken zayıflık ve ihmalkârlık göstermemesi istenmektedir.

Yahyâ(a.s.)’ın, bu büyük emâneti taşıyabilmek için şu üstün meziyetlerle donatıldığı haber verilir:

Çocukken hüküm verilmesi: اَلْحُكْمُ (hüküm) kelimesi “karar vermek, doğru fikirler oluşturmak, İlahî kanunu tefsir etmek, meseleleri tahlil edip çözüme kavuşturmak, Allah’ın karar ve hüküm verme konusunda verdiği yetki yani peygamberlik” gibi mânalar ihtiva eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 69; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 231) Her şeyden önce ona daha küçük bir çocukken ilim ve hikmet ihsan edilmiştir. Onun ismi müstesnâ ve doğumu harikulade olduğu gibi, sahip olduğu vasıflar da normal insanlarınkine benzemeyen müstesnâ vasıflardır. Diğer insanlar, ancak ileri yaşlarında ve çalışarak sahip olabilirlerken, ona bu seçkinlik ve üstünlük daha çocukken ikram edilmişti. Burada ona peygamberlik vazifesinin verildiği de anlaşılmaktadır. Bu vazife, Tevrat’a her bakımdan tâbi olup İsrâiloğulları’nı da buna teşvik etmekti.

Allah katından bir اَلْحَنَانُ (hanân): Ona yüce Allah’ın bir lütfu olarak kalp yumuşaklığı, şefkat, merhamet ve muhabbet bağışlanmıştı. Bunun için özel bir çaba harcamamış, hususi bir terbiye görmemişti. Adeta yaratılış hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuş, bu onun tabii vasfı olmuştu. Başka bir deyişle Yahyâ (a.s.) kalbinde Rabbine karşı, bir çocuğun annesine duyduğu derin sevgiye benzer bir muhabbet taşıyordu. Bu çok önemli bir özellikti. Zira muhabbet, şefkat ve merhamet, insanların gönül dünyalarını ve orada kaynaşan duygularını gözetmek mecburiyetinde olan, gönülleri kazanarak onları yumuşak bir üslupla iyiliğe davetle vazifeli bulunan bir peygamber için vazgeçilmez ve yeri doldurulmaz bir ahlâkî meziyettir.

Allah katından bir اَلزَّكٰوةُ (zekât): Yüce Allah’ın, Yahyâ (a.s.)’a bahşettiği diğer mümtaz vasıflar kalp temizliği, gönül arınmışlığı, duygu saflığı ve ahlâk yüceliği idi. Allah onu insanların faydasına olmak ve onları hidâyete davet etmek üzere mübârek kılmıştı. O, bu ulvî ahlâkî vasıflar sayesinde kalplerin kirlerine, vicdanların pisliklerine karşı koymuş, onları temizleyip arındırmaya çalışmıştır.

Müttakî bir kişi: O, küçük büyük her türlü günahtan ve kötülüklerden sakınan bir insandı. Yüce Allah’a karşı daimî bir kulluk hali içindeydi. Rabbini hiç hatırından çıkarmıyor, O’ndan korkuyor, gizli açık her hal ve hareketinde O’nun murâkabesi altında olduğu şuurunu taşıyordu.

Yahyâ (a.s.), aynı zamanda ana-babasına karşı iyilik, ihsan ve itaat hissiyâtıyla doluydu. Dik kafalı, serkeş, zorba ve huysuz biri değildi. Doğduğu gün, öleceği gün ve tekrar diriltileceği gün onun üzerine selam, selamet ve emniyet vardır. Allah onu dünyada inanç ve amel bakımından her türlü eğrilik ve sapmalardan koruduğu gibi, dehşetli zamanlar olan ölüm anında da mahşerde dirilirken de emniyet içinde olacaktır. O, dünyada günahlardan ve afetlerden korunduğu gibi, âhirette de her türlü belâ ve sıkıntılardan muhafaza olunacaktır.

İşte Yüce Allah, kendisini bu ağır emaneti taşımakla vazifelendirirken, onu bu güzel sıfatlarla tezyin etmiştir. Bunlar sayesinde o, babasının yerini dolduracak ve babasının gizli gizli niyazlarında dile getirdiği hasretini tahakkuk ettirecekti.

Şimdi de kadınlara bir hayâ, iffet ve fazilet örneği olarak Hz. Meryem kıssası anlatılıyor:

13. Ayrıca ona tarafımızdan büyük şefkat ve merhametle birlikte tertemiz bir gönül ve yüce bir ahlâk nasip ettik. O, günahlardan çok çok sakınan bir kimseydi.

14. Anne ve babasına da içten ve pek iyi davranan hayırlı bir evlattı. Asla zorba ve isyankâr biri değildi.

15. Selâm olsun ona doğduğu gün, öleceği gün ve öldükten sonra diriltileceği gün!


اَلْكِتَابُ (kitap)tan maksat, Hz. Musâ’dan beri İsrâiloğulları’nın mukaddes kaynağı olan Tevrat’tır. Hz. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğulları’na gelen bütün peygamberler bu kitaba dayanmışlar, insanlara onu öğretmişler, onun hükümlerini tatbik etmişlerdir. Görüldüğü üzere Hz. Yahyâ da babası Zekeriyâ (a.s.)’dan bu mirası devralmakta, bu ulvî vazifeyi yüklenmeye, bütün azmi ve kuvvetiyle bu emaneti omuzlamaya çağrılmakta; bu mirasın sorumluluğunu yerine getirirken zayıflık ve ihmalkârlık göstermemesi istenmektedir.

Yahyâ(a.s.)’ın, bu büyük emâneti taşıyabilmek için şu üstün meziyetlerle donatıldığı haber verilir:

Çocukken hüküm verilmesi: اَلْحُكْمُ (hüküm) kelimesi “karar vermek, doğru fikirler oluşturmak, İlahî kanunu tefsir etmek, meseleleri tahlil edip çözüme kavuşturmak, Allah’ın karar ve hüküm verme konusunda verdiği yetki yani peygamberlik” gibi mânalar ihtiva eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 69; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 231) Her şeyden önce ona daha küçük bir çocukken ilim ve hikmet ihsan edilmiştir. Onun ismi müstesnâ ve doğumu harikulade olduğu gibi, sahip olduğu vasıflar da normal insanlarınkine benzemeyen müstesnâ vasıflardır. Diğer insanlar, ancak ileri yaşlarında ve çalışarak sahip olabilirlerken, ona bu seçkinlik ve üstünlük daha çocukken ikram edilmişti. Burada ona peygamberlik vazifesinin verildiği de anlaşılmaktadır. Bu vazife, Tevrat’a her bakımdan tâbi olup İsrâiloğulları’nı da buna teşvik etmekti.
Allah katından bir اَلْحَنَانُ (hanân): Ona yüce Allah’ın bir lütfu olarak kalp yumuşaklığı, şefkat, merhamet ve muhabbet bağışlanmıştı. Bunun için özel bir çaba harcamamış, hususi bir terbiye görmemişti. Adeta yaratılış hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuş, bu onun tabii vasfı olmuştu. Başka bir deyişle Yahyâ (a.s.) kalbinde Rabbine karşı, bir çocuğun annesine duyduğu derin sevgiye benzer bir muhabbet taşıyordu. Bu çok önemli bir özellikti. Zira muhabbet, şefkat ve merhamet, insanların gönül dünyalarını ve orada kaynaşan duygularını gözetmek mecburiyetinde olan, gönülleri kazanarak onları yumuşak bir üslupla iyiliğe davetle vazifeli bulunan bir peygamber için vazgeçilmez ve yeri doldurulmaz bir ahlâkî meziyettir.
Allah katından bir اَلزَّكٰوةُ (zekât): Yüce Allah’ın, Yahyâ (a.s.)’a bahşettiği diğer mümtaz vasıflar kalp temizliği, gönül arınmışlığı, duygu saflığı ve ahlâk yüceliği idi. Allah onu insanların faydasına olmak ve onları hidâyete davet etmek üzere mübârek kılmıştı. O, bu ulvî ahlâkî vasıflar sayesinde kalplerin kirlerine, vicdanların pisliklerine karşı koymuş, onları temizleyip arındırmaya çalışmıştır.
Müttakî bir kişi: O, küçük büyük her türlü günahtan ve kötülüklerden sakınan bir insandı. Yüce Allah’a karşı daimî bir kulluk hali içindeydi. Rabbini hiç hatırından çıkarmıyor, O’ndan korkuyor, gizli açık her hal ve hareketinde O’nun murâkabesi altında olduğu şuurunu taşıyordu.
Yahyâ (a.s.), aynı zamanda ana-babasına karşı iyilik, ihsan ve itaat hissiyâtıyla doluydu. Dik kafalı, serkeş, zorba ve huysuz biri değildi. Doğduğu gün, öleceği gün ve tekrar diriltileceği gün onun üzerine selam, selamet ve emniyet vardır. Allah onu dünyada inanç ve amel bakımından her türlü eğrilik ve sapmalardan koruduğu gibi, dehşetli zamanlar olan ölüm anında da mahşerde dirilirken de emniyet içinde olacaktır. O, dünyada günahlardan ve afetlerden korunduğu gibi, âhirette de her türlü belâ ve sıkıntılardan muhafaza olunacaktır.

İşte Yüce Allah, kendisini bu ağır emaneti taşımakla vazifelendirirken, onu bu güzel sıfatlarla tezyin etmiştir. Bunlar sayesinde o, babasının yerini dolduracak ve babasının gizli gizli niyazlarında dile getirdiği hasretini tahakkuk ettirecekti.

Şimdi de kadınlara bir hayâ, iffet ve fazilet örneği olarak Hz. Meryem kıssası anlatılıyor:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. Rasûlüm! Kitapta Meryem’in kıssasını da an. Hani o, ibâdet ve tefekkür için ailesinden ayrılıp mâbedin doğuya bakan bir odasına çekilmişti.

Hz. Meryem, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen tek kadındır. Bu, onun Allah yanındaki şerefine bir işarettir. Annesi onu, mâbedin hizmeti ve orada ibâdet etmesi için vakfetmişti. Bu sebeple o, Allah’a ibâdet etmek için insanlardan ayrı bir mekana, mâbedin doğu tarafına, mihraba yakın bir yere çekilmişti. Gözlerden uzak olup kendini ibâdete tam olarak verebilmesi ve hiç kimsenin kendisini ibâdetten meşgul etmemesi için de araya bir perde çekmişti. Yine böyle yalnız olarak ibâdetle meşgul iken Cenâb-ı Hak ona “ruhumuz” diye isimlendirdiği Cebrâil (a.s.)’ı gönderdi. Cebrâil (a.s.) Hz. Meryem’e eli yüzü düzgün, kusursuz, tastamam bir insan, bir erkek sûretinde göründü. Bunun sebebi, Hz. Meryem’in Cebrâil’i aslî sûretinde görebilecek veya ona bakabilecek takatinin olmayışıdır.

Ömründe hiç nâ-mahrem bir erkek yüzü görmemiş, haya ve ifet timsali olarak yetişmiş Meryem, yapayalnız bir ortamda gençlik ve güzelliğinin zirvesinde bir erkekle karşılaşınca acaba ne yaptı, neler hissetti:

17. İnsanlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken biz ona ruhumuzu gönderdik de, ruhumuz kendisine eli yüzü düzgün tastamam bir insan şeklinde görünüverdi.

Hz. Meryem, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen tek kadındır. Bu, onun Allah yanındaki şerefine bir işarettir. Annesi onu, mâbedin hizmeti ve orada ibâdet etmesi için vakfetmişti. Bu sebeple o, Allah’a ibâdet etmek için insanlardan ayrı bir mekana, mâbedin doğu tarafına, mihraba yakın bir yere çekilmişti. Gözlerden uzak olup kendini ibâdete tam olarak verebilmesi ve hiç kimsenin kendisini ibâdetten meşgul etmemesi için de araya bir perde çekmişti. Yine böyle yalnız olarak ibâdetle meşgul iken Cenâb-ı Hak ona “ruhumuz” diye isimlendirdiği Cebrâil (a.s.)’ı gönderdi. Cebrâil (a.s.) Hz. Meryem’e eli yüzü düzgün, kusursuz, tastamam bir insan, bir erkek sûretinde göründü. Bunun sebebi, Hz. Meryem’in Cebrâil’i aslî sûretinde görebilecek veya ona bakabilecek takatinin olmayışıdır.

Ömründe hiç nâ-mahrem bir erkek yüzü görmemiş, haya ve ifet timsali olarak yetişmiş Meryem, yapayalnız bir ortamda gençlik ve güzelliğinin zirvesinde bir erkekle karşılaşınca acaba ne yaptı, neler hissetti:

18. Meryem onu görünce irkildi ve: “Şüphesiz ben senden Rahmân’a sığınırım! Eğer sende Allah korkusu varsa çekil yanımdan!” dedi.

19. Rûh: “Ben sadece Rabbinin bir elçisiyim. O, beni sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için gönderdi” dedi.

20. Meryem şaşkınlık içinde: “Benim nasıl çocuğum olabilir ki?” dedi. “Ne evlenip bana bir erkek eli değdi, ne de ben iffetsizlik ettim.”

21. Rûh dedi ki: “Evet, öyledir. Fakat Rabbin buyurdu ki: «Bu benim için pek kolaydır. Biz onu insanlara kudretimizin bir alâmeti ve tarafımızdan bir rahmet kılacağız. Artık bu, hükme bağlanmış, olup bitmiş bir iştir.»”


Hz. Meryem, insan suretinde güzel ve mükemmel bir erkeğin perdeyi aşarak yanına gelmiş olduğunu görünce, onun, kendisine kötülük yapmak isteyen biri olduğunu zannetti. İçinde bir korku hissetti ve irkildi. Derhal onun şerrinden kendisini koruması için Rahman’a; nihâyetsiz merhamet sahibi olan Allah’a sığındı. O kişiyi de Allah ile korkutmak istedi. “Eğer sen kötülük yapmaya niyetli, kendinden korkup sakınmak gereken biriysen, senin şerrinden Allah’a sığınıyorum. Eğer sen Allah’ı bilen, O’nun emrine karşı gelmekten korkan biriysen, o halde yine senden Allah’a sığınıyorum, O’nun cezalandırmasından sakın” dedi. Cebrâil (a.s.), onu sakinleştirmek ve korkusunu gidermek için, “kendisinin, O sığındığı Rahman’ın gönderdiği bir elçi olduğunu, kötülük yapacak bir kimse olmadığını, Allah’ın kendisine günahlardan uzak, tertemiz bir erkek çocuk bağışlamasına sadece bir vasıta olmak üzere geldiğini, bunun için de gömleğine üfleyeceğini” söyledi. Fakat Meryem meseleyi tam olarak anlamamış, gönlündeki şüpheler ve endişeler zail olmamıştı. Cebrâil’in bu sözüne şaştı, kaldı. Çünkü normal şartlar altında çocuğunun olabilmesi için ister sahih bir nikah ile olsun, isterse zina yoluyla olsun bir erkekle beraber olması gerekiyordu. Fakat o tertemizdi; ne evlenerek bir erkekle beraber olmuştu, ne de zinâ etmişti. Cebrâil (a.s.), onun, dedikleri doğru, iffetli bir bâkire olduğunu tasdikten sonra, çeşitli sebep ve hikmetlerle Allah’ın ondan babasız bir çocuk dünyaya getirmek istediğini, bunun her şeye kadir olan Allah için çok kolay olduğunu bildirdi. Artık ondan babasız olarak İsa dünyaya gelecek, bu haliyle o, Allah’ın sonsuz kudretinin açık bir delili, işaret ve alâmeti olacaktı. Yine o, Allah tarafından bir rahmet olarak insanları imana, hidâyete ve hayırlı amellere irşad edecekti. Bunun böyle olacağı, Allah’ın ilminde ve Levh-i Mahfûz’da ta ezelden hükme bağlanmış, olup bitmişti.

Acaba Hz. Meryem hamileliği ve doğumu esnâsında nelerle karşılaştı? Doğum sonrası ne tür hâdiseler meydana geldi? İşte bundan sonraki âyetler bu konuya ışık tutmaktadır:

22. Nihâyet Meryem Îsâ’ya hamile kaldı ve bu hâliyle uzakça bir yere çekildi.

23. Derken doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya mecbur etti. “Âh! Keşke bu hâle düşmeden önce ölseydim de, unutulup gitseydim” dedi.

24. Biri ona alt tarafından şöyle seslendi: “Üzülme! Rabbin senin alt yanında küçük bir dere akıttı.”

25. “Haydi, şu hurma ağacını da kendine doğru silkele; üzerine olgunlaşmış taze hurmalar dökülüversin.”

26. “Ye, iç, gözün aydın olsun! İnsanlardan birini görecek olursan: «Ben Rahmân’a susma orucu adamıştım. O bakımdan bugün hiç kimseyle konuşmayacağım» diye işaret et.”


Cebrâil (a.s.)’ın üflemesiyle Hz. Meryem hamile kalınca, haline kimsenin müttali olmaması ve insanların nazarından uzak kalabilmesi için uzak bir mekana çekildi. Çünkü durumundan haberdar olan insanların bunu normal karşılamayacaklarını biliyordu. Onlara bunu nasıl izah edeceği hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Nihâyet onu doğum sancıları tuttu. Mecburen bir hurma ağacına dayandı. Burada onun, doğum yapacak hamile bir kadının doğum sancıları sebebiyle tutunacak bir şeye ihtiyaç duyması gibi, dayanacak ve tutunacak bir şey aramış olduğu anlaşılmaktadır. Bu sırada o, bedenen ve rûhen o kadar zor bir durumda, o kadar mahcubiyet ve utangaçlık içinde idi ki daha önce ölmüş olmayı, unutulup yok olmayı istemişti. Bunun iki mühim sebebi vardı:

Hz. Meryem çok dindar bir kadındı. Bütün vakitlerini ve ömrünü Allah’a kulluğa adamıştı. Onun sıfatı “Betûl” yani “her şeyden uzaklaşarak kendini tam mânasıyla ibâdete veren” idi. Bu sebeple insanların kendi hakkında kötü zanda bulunacaklarından ve ayıplanıp fitnelere maruz kalacağından çekindi.
İnsanların sû-i zanna düşmesine sebep olmaktan korktu. Çünkü bu durumda, işin hakikatinden haberi olmayan kimseler onu zinâ ile suçlayacak, günaha girecek ve belki de helak olacaklardı. Onlara olan merhameti sebebiyle böyle bir üzüntü duymuştur.

Fakat Rabbi onu yalnız bırakmadı; ilâhî nusret ve inâyetini gönderdi. Aşağı tarafından Cebrâil ona şu talimatları verdi:

“Mahzun olma!” Çünkü Allah seni koruyacak, mahcup ve zelil kılmayacak, sana hayırlı bir evlat ve güzel şeyler nasip edecek. Nitekim Âl-i İmrân sûresinde meleklerin ona şu müjdeyi verdikleri beyân edilir:

“Hani melekler demişti ki: «Meryem! Şüphesiz Allah sana, kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Onun ismi, Meryem oğlu İsa Mesih’tir. O dünyada da âhirette de şerefli, itibarlı ve Allah’a yakın kullardan olacaktır.»” (Âl-i İmran 3/45)

“Rabbin, aşağı tarafında küçük bir dere akıttı.” Bu, dayandığı hurma kütüğünün yanındaki su arkına işarettir. O suyu kesilmiş küçük bir dere idi. Yüce Allah bunu Meryem için yeniden akıtmaya başladı. Burada ölülerin diriltilmesine dair küçük bir kudret nişânesi sergilendi.

“Hurma ağacını kendine doğru silkele üzerine olgunlaşmış taze hurmalar dökülüversin.” Bu, kuru bir hurma kütüğü idi. Çünkü âyette kullanılan جِذْعُ النَّخْلَةِ (ciz‘ü’n-nahle) kelimesi bu mânaya gelmektedir. Cenâb-ı Hak, “silkele” emriyle ölü hurma kütüğünü canlandırmış, böylece “ölüleri diriltme” sıfatına dair bir başka belgeyi göstermiş oldu.

“Üzerine dökülen taze hurmalardan ye, aşağı tarafından akan dereden su iç. Bunlar senin bedenî sıkıntı ve ârızâlarına faydalı olacak; bir an evvel sıhhate kavuşmana yardım edecektir. Gözün aydın olsun; sevin, rahat ol. Çünkü insanlığa hidâyet rehberi olacak müstesnâ hususiyetlere sahip bir evlat dünyaya getirdin.”

Burada doğum yapan hanımların yiyecekleri en faydalı gıdanın taze hurma olduğuna bir işaret vardır. Eğer ondan daha faydalı bir yiyecek olsaydı Allah Teâlâ Meryem’e onu ikram ederdi. (bk. Deylemî, el-Müsned, no: 1320) Bu sebeple ta o zamandan günümüze kadar lohusalara hurma yedirmek âdet olmuştur.

“Kimseyle konuşma. Bu meseleyle ilgili olsun veya olmasın seninle konuşmak isteyen olursa: «Ben Rahman olan Rabbim için susma orucu tutacağıma dair adakta bulundum. Bu sebeple hiçbir insan ile konuşmayacağım» diye işaret et.”

Bunun sebebi; meydana gelen hâdise hakkında konuşmaktan onu uzak tutmak, böylece utanmasının ve zor durumda kalmasının önüne geçmekti. Nitekim aşağıda geleceği üzere Hz. Meryem susmuş, konuşma işini henüz beşikte bebek olan oğluna havale etmiş, onun konuşmasıyla mûcize açıkça ortaya çıkmış ve Hz. Meryem’in mazur ve masum olduğu kesinlik kazanmıştır.

Hz. Meryem’in nâdanlar karşısında konuşturulmaması ile alakalı olarak şöyle bir nükteye dikkat çekilebilir: “Susmak ve yüz çevirmek kadar akılsızı, ahmağı, câhili küçük düşüren başka bir şey yoktur. Onun yularını, ancak ona aldırış etmemek çözer. Onun şiddetini ancak yumuşak huylular kırar. Nitekim alevlenmiş, yanmakta olan ateşi de su söndürür. Bir bakıma câhilin şiddeti alevli ateş gibidir. Ateşi ancak suyun söndürmesi gibi, onun şiddetini de ancak yumuşak huy söndürür. Ateş ise, yiyecek bir şey bulamayınca kendi kendini yemeğe mecbur kalır.” (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 7; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 391) Bu sebeple Hz. Mevlâna: “Cahil karşısında sessiz kitap gibi ol!” tavsiyesinde bulunur.

Bakalım, çocuğun doğumuyla beraber neler oldu, hangi fırtınalar koptu:

27. Meryem, çocuğu kucağında taşıyarak halkın içine çıktı. Şaşırdılar ve şöyle dediler: “Meryem! Gerçekten de sen görülmedik pek çirkin bir iş yaptın!”

28. “Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi; annen de iffetsiz bir kadın değildi!”

29. Bunun üzerine Meryem bebeğe konuşması için işaret etti. Fakat onlar: “Henüz beşikteki bir bebekle nasıl konuşabiliriz” dediler.


Hz. Meryem çocuğunu doğurunca onu kucağına alıp akrabalarının yanına getirdi. Tahmin ettiği gibi onlar, bu durum karşısında fenâ halde şaşırdılar. Bunun daha önce hiç görülmemiş, çok çirkin, çok tuhaf bir şey olduğunu söylediler. O toplumda iyilik ve iffetle maruf Hz. Hârûn’un neslinden gelen, ana ve babası iffetli kişiler olan Meryem’in böyle bir iş yapmasını son derece yadırgadılar; tariz yoluyla onu zinayla itham edip ayıpladılar. Hz. Meryem, daha önce almış olduğu ilâhî talimat gereğince, hiç heyecanlanmadan ve bozuntuya vermeden konuşması için eliyle bebeğe işarette bulundu. Oradakiler, Meryem’in susup, kendilerini beşikteki bebekle konuşmaya, ona sormaya ve gerçeği ondan öğrenmeye yönlendirdiğini anlayınca, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu dile getirdiler. Fakat Allah için imkânsız bir şey yoktu, O istediğini yapmaya kadirdi. Derken bebek konuşmaya başladı:

30. Şunları söyledi: “ Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. “Nerede olursam olayım beni hayır ve bereket sebebi kıldı. Hayatta kaldığım müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti”.

32. “Beni, anneme karşı çok iyi davranan bir evlat kıldı. Beni bir zorba, hayırsız bir bedbaht yapmadı.”

33. “Doğduğum gün, öleceğim gün ve yeniden dirileceğim günde bana selâm olsun!”


Bu bebek Hz. İsa idi. Konuşmasında daha ziyade kendisinin Allah’ın yarattığı ve O’nun emirlerini yerine getirmekle vazifeli; doğmuş olan, ölecek ve hesap vermek üzere yeniden diriltilecek olan bir kul olduğu üzerinde durmuştur. Âdeta o, daha ilk günden, sonraları kendisini ilâh edinecek olan Hıristiyanlara açık mesajlar vermiştir. Burada Hz. İsa’nın bizzat kendi ifadeleriyle dile getirdiği güzel hasletlerini kısaca şöyle izah edebiliriz:

Kulluk: عَبْدُ اللّٰهِ (Abdullâh) ismiyle önce onun Allah’a kulluk vasfına dikkat çekilir. Allah Teâlâ, İsa’ya öncelikle bunu söylemesini emretmiştir. Çünkü Allah, ileride Hıristiyanların ona “Allah’ın oğlu” diyeceklerini bilmektedir.

اَلْكِتَابُ (kitap): Kitaptan maksat, Hz. İsa’nın tatbikle vazifeli olduğu şeriattir. Değiştirilmekten ve bozulmaktan korunması için yazılması gerektiğinden dolayı ona bu isim verilmiştir. Bu şeriatin kitabı tabiatıyla İncil’dir. Fakat bundan Tevrat’ın kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü Hz. İsa’ya Tevrat’ta bulunan bütün ahkam ve kaidelerin ilmi de verilmişti. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XVI, 98)

اَلْمُبَارَكُ (mübârek): Allah Teâlâ Hz. İsa’yı bulunduğu her yerde mübârek kılmıştır. “Mübârek”, bütün hallerinde, amellerinde, davranışlarında ve konuşmalarında hayır ve bereket bulunan, bereketli kimse demektir. Hz. İsa gerçekten bereketli bir peygamberdir. Allah onu İsrâiloğulları’na göndermiş, onlara daha önce haram olan bir kısım şeyleri helâl kılmış ve onları güzel ahlâka davet etmiştir. Bu onda bulunan bereketin en bariz tezahürüdür. O bir yere vardığı zaman, o bölge halkının iyiliğine ve hidâyete ermelerine ve hayırlı işler yapmalarına vesile olurdu. Onunla cahiller, kasvetli kimseler ve bozguncular karşılaşsa bir anda sâlih kimseler haline gelir, kalpleri iman ve hikmetle dolardı. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XVI, 99)

اَلْبَرُّ (berr): Berr, iyilik yapan kimse demektir. Hz. İsa kavmi arasında en çok iyilikle maruf kişiydi. O anasına karşı da son derece müşfik ve merhametli bir evlattı. Bu vasfın belirtilmesindeki hikmet şudur: O dönemler İsrâiloğulları arasında ana babaya iyilik zayıflamış ve neredeyse yok derecesine gelmişti. Burada sadece “anne” kaydının olması, Hz. İsa’nın babasının olmaması sebebiyledir. Ayrıca anne daha zayıf yapılı olması sebebiyle iyiliğe daha çok muhtaçtır. Bir de annenin evladına olan şefkati ve onun meşakkatine katlanması, çocuğun kendisine iyilik yapmasını kolaylaştırmaktadır.

Cebbâr ve şakî olmaması: اَلْجَبَّارُ (cebbâr), insanlara karşı olan davranışlarında kaba ve kibirli kimse demektir. اَلشَّقِيُّ (şakî) ise zarara uğramış, davranışları kendisi için bir leke ve elem kaynağı olan kişi demektir. Cebbarın şaki ile sıfatlanması, böyle kişinin dünya ve âhiretteki acı akıbetini bildirmek içindir. Yani cebbâr vasfı onun dünyasının, şakî vasfı da âhiretinin berbat olduğunu bildirmektedir. Hz. İsa ve diğer bütün peygamberler böyle olumsuz vasıflardan uzaktırlar.

Sayılan bu güzel vasıflar Meryem oğlu İsa’nın kimliğini tam olarak haber verir:

34. İşte yahudilerin ve hıristiyanların hakkında şüpheye düşüp tartışageldikleri Meryem oğlu İsa’yla ilgili gerçek söz budur.

35. Allah’ın bir çocuk edinmesi olacak şey değildir; O, yaratılmışlara ait bu tür özelliklerden mutlak mânada pak ve uzaktır! Bir işin olmasını istediği zaman ona sadece “Ol!” der, o da derhal oluverir.

36. İsa de ki: “Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; o halde yalnız O’na kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur!”

37. Sonra yahudi ve hıristiyan fırkalar, İsa hakkında kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Artık gerçeğin ortaya çıkacağı o büyük gününün duruşmasında vay o kâfirlerin hâline!


Hakkında yahudi ve hıristiyanların şüphe ettikleri Îsâ (a.s.), gerçek söze, Hakk’ın beyânına göre: “Hz. Meryem’den babasız ve tertemiz bir şekilde dünyaya gelmiş, peygamber olmuş, kendisine kitap verilmiş, Allah’a kullukla mesul, ölümlü bir insandır.” O, ne yahudilerin iddia ettikleri gibi gayr-i meşrû yolla doğmuş biridir. Ne de hıristiyanların iddia ettikleri gibi Allah’ın oğlu veya üçün üçüncüsü yahut Allah’tır. Zira Allah Teâlâ çocuk edinmekten çok yücedir. Hz. İsa’nın niçin mûcizevî bir şekilde babasız yaratıldığı sorulacak olursa, bunun cevabı basittir: Allah istediğini istediği şekilde yaratır. Buna engel olacak hiçbir güç yoktur. O (c.c), bir işin olmasını istediğinde ona sadece “Ol” demesi yeterlidir; böyle buyurmasıyla o işin olması aynı anda gerçekleşir. O halde ister Allah, ister Hz. İsa hakkında kendiliğimizden uydurduğumuz kuruntuları, yanlış düşünce ve innaçları terk ederek Hz. İsa’nın çağları aşan şu mesajına kulak verelim:

“Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; o halde yalnız O’na kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur!” (Meryem 19/36)

Nitekim Zuhruf sûresinde de Hz. İsa’nın şöyle dediği haber verilir:

“…Ben size hikmeti getirdim ve anlaşmazlığa düştüğünüz bazı hususları size açıklayayım diye geldim. Öyleyse Allah’a gönülden saygı duyup O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin! Şüphesiz benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz yalnız Allah’tır. O halde yalnızca O’na kulluk edin. Dosdoğru yol işte budur.” (Zuhruf 43/63-64)

Bu mesaja kulak vermeyip Hz. İsa hakkında ileri geri konuşanlar, anlaşmazlığa düşenler, yanlış inançlara saplananlar, yarın gerçeğin bütün açıklığıyla ortaya çıkacağı; meleklerin, peygamberlerin ve insandaki tüm azaların şâhitlik yapacağı; hesabın görülüp cezanın verileceği kıyâmet gününde acınacak duruma düşeceklerdir:

38. Onlar, huzurumuza çıkacakları o gün öyle güzel işitecek, öyle güzel görecekler ki! Gerçeği çok iyi anlayacaklarsa da bunun bir faydası olmayacaktır. Ne var ki, zâlimler bu gün apaçık bir sapıklık içinde diretiyorlar.

39. Rasûlüm! Onları, artık her işin hükme bağlanıp bitirilmiş olacağı o onulmaz pişmanlık günüyle korkut. Çünkü onlar, hâlâ bundan büyük bir gaflet içerisindeler ve hâlâ o güne inanmıyorlar.

40. Hiç şüphesiz, yeryüzüne ve orada bulunan herkese sonunda biz, elbette biz vâris olacağız. Onların hepsi neticede bizim huzurumuza getirileceklerdir.


Onlar, Allah’ın huzuruna çıkacakları o gün her şeyi çok iyi işitecekler, çok iyi görecekler. Allah’ın haber verdiği gerçekleri bütün açıklığıyla görüp anlayacaklar. Fakat bu, onlara bir fayda sağlamayacaktır. Hakkın yerine bâtılı, doğrunun yerine yanlışı koymaya çalışmakla zâlim olanlar, dünyada apaçık bir sapıklık içinde bulunmaktadırlar. Ancak fırsat eldeyken kendilerini bu sapıklıktan kurtarmalıdırlar. Bu sebeple, her türlü işin karara bağlanıp bitirilmiş olacağı, bir daha geri dönüş imkânının bulunmayacağı o “Onulmaz Pişmanlık Günü”nün dehşetiyle onları korkut da intibâha gelsinler; içinde bulundukları derin gafletten uyansınlar, imansızlıktan kurtulup hidâyete erişsinler. Zira o gün öyle bir gündür ki, günahkâr günahına, iyilik sahipleri iyiliklerinin azlığına pişman olacaklardır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), biz ümmetini gaflet uykusundan uyandırmak için:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur” buyurmuştu.
“–O pişmanlık nedir yâ Resûlallah?” diye soruldu. Efendimiz:
“–Ölen, iyilik ve ihsan sahibi, sâlih bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır” cevâbını verdi. (Tirmizî, Zühd 59/2403)

Cenâb-ı Hak bu hususta kullarını şöyle îkâz buyurur:

“Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız Allah’ı anmaktan sizi alıkoymasın. Böyle yapanlar, en büyük zarara uğrayanların tâ kendileridir. Sizden birine ölüm gelip de: «Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!» diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.” (Münafıkûn 63/9-11)

Şu da bir gerçek ki, bu dünyada kimse bâki kalmayacak, buraya her konan mutlaka göçecek, herkes kesinlikle Allah’a dönecektir. Hem yeryüzüne hem de orada bulunan herkese sadece ve sadece Ebedî, Ezelî ve Bâki sıfatlarının tek sahibi Allah Teâlâ vâris olacaktır!

Şâir, şu sade beytiyle bu mânayı ne güzel hülâsa eder:

“Gelir bir bir, gider bir bir, kalır Bir,
Giden gelmez, gelen bilmez acep sirr.”


Şimdi ise hem Allah’a kullukta, hem de Allah’a davette mü’minlere yol gösterecek model bir şahsiyet olarak Hz. İbrâhim’in kıssası anlatılır:

41. Rasûlüm! Kitapta İbrâhim’in kıssasını da anlat. Gerçekten o, özü sözü doğru bir peygamberdi.

42. Babasına şunları söylemişti: “Babacığım! Hiçbir şey işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan putlara niçin tapıyorsun?”

43. “Babacığım! İnan ki, sana ulaşmayan bir bilgi bana gelmiştir. Öyleyse bana uy da seni dosdoğru bir yola eriştireyim.”

44. “Babacığım! Sakın şeytana tapma! Çünkü şeytan Rahmân’a âsi olmuştur.”

45. “Babacığım! Doğrusu ben, bu gidişle o Rahmân’dan sana bir cezanın gelip dokunmasından ve neticede şeytana tam bir dost olmandan korkuyorum.”


Hz. İbrâhim ulu’l-azm peygamberlerdendir. Sıddîktır; özü sözü doğru, sadâkat ehli, son derece dürüst bir insandır. Kur’ân-ı Kerîm, İbrâhim (a.s.)’ın babasına olan nasihatlerine, onu şirk batağından kurtarmak için gösterdiği gayretlerine, onun için yaptığı dua ve istiğfarlarına zaman zaman yer verir. (bk. En‘âm 6/74; Tevbe 9/114; Şuarâ 26/86) Burada da bu nasihatlerin mühim bir kısmı beyân edilir. İbrâhim (a.s.)’ın daveti gayet açıktır. Öncelikle babasının gönlüne tesir edecek bir üslup kullanarak her defasında ona “Babacığım!” diye hitap eder. Ondan putlara tapmayı terk etmesini, doğru yola ulaşabilmek için, Allah’tan vahiy alan bir peygamber olarak kendine uymasını ister. Böyle yapmayıp şeytana uyduğu takdirde, sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın gazabını celbedip azabına uğrayacağını hatırlatır.

Babasına gelmeyip Hz. İbrâhim’e gelen ilimden maksat; Allah’a iman, O’nu tanıma, O’na kulluk etme, ölümden sonra vuku bulacak hâdiseler ve Allah’tan başkasına tapanların karşılaşacakları azaplara dair ancak vahiyle bilinebilecek bilgilerdir. İbrâhim (a.s.), her ne kadar babası cehâletin zirvesinde olsa da onu aşırı cahillikle vasfetmemiştir. Kendisini de, engin bir bilgiye sahip olduğu halde, üstün bir ilimle anmamıştır. Aksine çok iyi bildiği bir hususta kendini babasının arkadaşı gibi göstermiştir. Bu ifadeler hep Hz. İbrâhim’deki rıfk, mülâyemet ve lutuf tezâhürleridir.

İbrâhim (a.s.)’ın babasını şeytana tapmaktan menetmesinin illeti, şeytanın Rahman’a âsi olmasıdır. Bundan, Allah’a isyan eden kimselere hiçbir durumda, hiçbir zaman ve zeminde itaat etmemek lazım geldiği anlaşılmaktadır. Zira âsiye itaat etmek, cezayı gerektirir ve nimetin elden gitmesine sebep olur.

İbrâhim (a.s.)’ın böylesine yumuşak ve tatlı bir dille tebliğine babasının tepkisi çok sert oldu:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. Babası şöyle karşılık verdi: “Ey İbrâhim! Ne o, yoksa sen benim putlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vazgeçmezsen yemin ederim ki seni taşa tutup öldürürüm. Şöyle uzun bir müddet benden uzak dur. Gözüm görmesin seni!”

Babası, Hz. İbrâhim’in nasihatlerini dikkate almaz. Hatta onu kendi inancına çekmeye çalışır. Putlara sataşmaktan vazgeçmediği takdirde onu taşlayıp öldürmekle tehdit eder. Oradan uzaklaşmasını ister. Âdeta “Elimden bir kaza çıkmadan yanımdan çekil, git. Uzun bir zaman seni gözüm görmesin” der.

Babasının bu kaba ve sert davranışına rağmen:

47. İbrâhim dedi ki: “Sana selâm olsun! Rabbimden seni bağışlamasını dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lutufkârdır.”

48. “İşte ben sizden de, Allah’ı bırakıp taptığınız putlardan da uzaklaşıyor, yalnızca Rabbime el açıp yalvarıyorum. Umuyorum ki, Rabbime dua etmekle ümitlerim boşa çıkmayacak, mahrum ve perişan olmayacağım.”


Çok merhametli ve içli bir peygamber olan İbrâhim (a.s.), babasının bu inadına “Sana selâm olsun” diye karşılık vererek tam mânasıyla, “Rahman’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ve vakar ile yürürler; kendini bilmez kimseler onlara laf attığında incitmeksizin «Selâmetle!» derler, geçerler” (Furkân 25/63) âyetine uygun tarzda örnek bir davranış sergiler. Onun için istiğfara devam edeceğini söyler. Bu konuda, kendine çok lütûfkâr olan Rabbine güvendiğini belirtir.[1] Sonra da putperestlerden ve putlardan uzaklaşarak Rabbine dua edeceğini, O’nun duasına icâbet edip kendisini yalnız ve yardımcısız bırakmayacağını söyler.
Netice itibariyle:

İbrâhim (a.s.), babasının küfür üzere öleceği kendine bildirilinceye kadar istiğfara devam etmiştir. Bu ikaz geldikten sonra bunu bırakmıştır. (bk. Tevbe 9/114)

49. İbrâhim, onlardan ve onların Allah’ı bırakıp taptıklarından uzaklaşınca, ona İshâk’ı ve Yâkub’u armağan ettik; her birini de peygamber yaptık.

50. Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk. Bütün dillerde onlar için ulvî ve güzel bir nâm bıraktık.


İbrâhim (a.s.), bahsettiği gibi putperestleri ve onların taptıkları putları terk edince, yani bulunduğu yerden Beyt-i Makdis diyarına hicret edince Allah Teâlâ onu yalnız, yardımcısız ve kimsesiz bırakmaz; ona İshâk’ı, ondan da torunu Yâkub’u ihsan eder. Onların her birine peygamberlik verir. Onlara rahmetinden bol bol bahşeder; mal, evlat, dünya ve âhiret hayırlarını ikram eder. Hepsine dinî gerçekleri tebliğ edecek güzel diller verir. Yine her birine gelecek nesiller içinde, bütün diller ve dinlerde doğrulukla ve hayırla yâd edilme bahtiyarlığını lütfeder. Nitekim İbrâhim (a.s.), daha önce Rabbinden bunu istemiş ve şöyle dua etmişti:

“Bana gelecek nesiller arasında doğrulukla ve hayırla anılmayı nasip et!” (Şuarâ 26/84)

Şâir Bâkî şu öğüdü verir:

“Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.”


“Ey Bâkî! Sen de Dâvûd peygamber gibi sesini bütün âleme yay; sesinin şöhreti her yeri kaplasın. İnsanoğlu ölüp gittikten sonra, şu gökkubbenin altında ancak hoş bir sadâdan, bir iyi nâmdan başka bir şey kalmıyormuş.”

Burada anlatıldığı kadarıyla Hz. İbrâhim kıssasında şu işaretlere ve inceliklere dikkat çekilir:

Birincisi; yumuşaklık ve güzel ahlâk. Hakk’a çağıran kimsenin yumuşak olması gerekir. Sertlik ve kabalık insanların yüz çevirmelerine sebep olur. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmran 3/159)

İkincisi; İslâm’da doğruya davet eden kişiye ve doğru yola uymak esastır. Bu sebeple nefsi Kur’an ve sünnetin tâlimatlarına tâbi kılmak gerekir. Peygamberler başta olmak üzere Allah’a yönelmiş sâlih kulların yoluna uymak da Kur’an’ın emridir: “Sen, her işinde bütün gönlüyle bana yönelmiş, sürekli benim rızâmı arayan seçkin kulların yolunu izle!” (Lokmân 31/15)

Sehl b. Abdullah (k.s.) der ki: “Nefse en ağır gelen şey başkasına uymaktır. Çünkü başkasına uymakta nefse bir nefes rahatlık yoktur.”

Üçüncüsü; Hakk’a yakınlık için uzletin yani masivadan uzak durmanın önemi büyüktür. Dünya ve âhirette maddi-manevî selamet isteyen kimse kötü yakınlarından ve kötü dostlarından uzak durmalıdır. Bunu başarabilmesi için de Allah’a sığınması, O’na yalvarması ve bu konuda kendini başarılı kılması için O’na yalvarması lazımdır.

Dördüncüsü; sırf dünyevi dostluk ve akrabalık sebebiyle sevdiği insanları Allah’ın rızâsını arzulayarak terk eden kimseye, Allah ondan daha sevimli ve daha hayırlı olanı verir. Nitekim İbrâhim (a.s.), en yakını bile olsa babasını ve babasının dininde olanları terk edince Allah ona onlardan daha hayırlı olan İshâk ve Yâkub gibi peygamber namzedi evlatlar ve torunlar lütfetmiştir.

Şimdi de ilâhî rahmetten kendisine büyük bir nasip erişen Hz. Mûsâ’nın pek ibretli kıssasından küçük bir kesit sunulur:

51. Rasûlüm! Kitapta Mûsâ’nın kıssasını da zikret. Şüphesiz o, Allah tarafından seçilip ihlâsa erdirilmiş bir kuldu; büyük bir rasûl, bir nebî idi.

اَلْمُخْلِصُ (muhlis), ihlaslı yani ibâdetinde riyâkarlık yapmayan, kulluğunu sırf Allah için yapan samimi ve gönüllü kimsedir. Allah Teâlâ tarafından bu manevî rütbeye erdirilen kişiye de اَلْمُخْلَصُ (muhlas) denilir. Diğer bir ifadeyle “muhlis”, nefsini zararlı arzu ve isteklerden temizleyip arındıran ve kullukta samimi hale getiren kimsedir. “Muhlas” ise nefsini Cenâb-ı Hakk’ın rabbânî ve ruhânî vasıflarla tezyin edip arındırdığı ve samimi kıldığı kimsedir. İşte Mûsâ (a.s.), Cenab-ı Hak tarafından ihlâsa erdirilmiş ve seçkin bir kul kılınmıştı. “İhlâs”, ibâdetlerin kabulü için Rabbimizin talep ettiği çok mühim bir şarttır. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Onlara ancak, taat ve ibâdeti yalnızca Allah’a has kılıp sadece O’nun rızâsını hedef alarak Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti.” (Beyyine 98/5)

“Rasûlüm! De ki: «Bana, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup taat ve ibâdeti yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmem emredildi.»” (Zümer 39/11)

Hz. Mûsâ aynı zamanda bir resûldü; kitap ve şeriat getirmişti. Nebî idi; insanlara Allah’ı anlatıyor ve Allah’tan haber veriyordu. Onlara dini tebliğ ediyordu. Cenâb-ı Hak onu Tur dağında mülâkata çağırdı. O da Rabbinin davetine icâbet edip geldi. Ona dağın, Mûsâ’nın duruşuna nispetle sağına tekâbül eden tarafından bir ağaçtan seslendi. Çünkü dağın sağı solu olmaz, ancak insanın sağı solu olur. Yine Allah Teâlâ onu, kendisiyle hususi konuşmak için mâhiyetini kavrayamayacağımız bir şekilde huzuruna yaklaştırdı. Onun bu durumu, âdeta padişahın özel konuşmak için kendisine yaklaştırdığı kimsenin durumuna benzetilmiştir. Gerçekten de Allah onu kendisine öyle yaklaştırmıştır ki, bir meleğin aracılığı olmaksızın onunla konuşmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, Mûsâ (a.s.)’ın: “Ailemden birini bana yardımcı kıl. Kardeşim Hârûn’u.” (Tâhâ 20/29-30) duasına icâbetle, Hz. Hârûn’u peygamber olarak ona yardımcı yapmıştır.

Hz. İsmâil’e gelince:

52. Biz ona Tûr’un sağ tarafından seslenmiş ve kendisiyle husûsî konuşmak üzere onu huzurumuza yaklaştırmıştık.

53. Ona olan rahmetimizden dolayı, kardeşi Hârûn’u bir peygamber olarak kendisine yardımcı vermiştik.


اَلْمُخْلِصُ (muhlis), ihlaslı yani ibâdetinde riyâkarlık yapmayan, kulluğunu sırf Allah için yapan samimi ve gönüllü kimsedir. Allah Teâlâ tarafından bu manevî rütbeye erdirilen kişiye de اَلْمُخْلَصُ (muhlas) denilir. Diğer bir ifadeyle “muhlis”, nefsini zararlı arzu ve isteklerden temizleyip arındıran ve kullukta samimi hale getiren kimsedir. “Muhlas” ise nefsini Cenâb-ı Hakk’ın rabbânî ve ruhânî vasıflarla tezyin edip arındırdığı ve samimi kıldığı kimsedir. İşte Mûsâ (a.s.), Cenab-ı Hak tarafından ihlâsa erdirilmiş ve seçkin bir kul kılınmıştı. “İhlâs”, ibâdetlerin kabulü için Rabbimizin talep ettiği çok mühim bir şarttır. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Onlara ancak, taat ve ibâdeti yalnızca Allah’a has kılıp sadece O’nun rızâsını hedef alarak Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti.” (Beyyine 98/5)

“Rasûlüm! De ki: «Bana, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup taat ve ibâdeti yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmem emredildi.»” (Zümer 39/11)

Hz. Mûsâ aynı zamanda bir resûldü; kitap ve şeriat getirmişti. Nebî idi; insanlara Allah’ı anlatıyor ve Allah’tan haber veriyordu. Onlara dini tebliğ ediyordu. Cenâb-ı Hak onu Tur dağında mülâkata çağırdı. O da Rabbinin davetine icâbet edip geldi. Ona dağın, Mûsâ’nın duruşuna nispetle sağına tekâbül eden tarafından bir ağaçtan seslendi. Çünkü dağın sağı solu olmaz, ancak insanın sağı solu olur. Yine Allah Teâlâ onu, kendisiyle hususi konuşmak için mâhiyetini kavrayamayacağımız bir şekilde huzuruna yaklaştırdı. Onun bu durumu, âdeta padişahın özel konuşmak için kendisine yaklaştırdığı kimsenin durumuna benzetilmiştir. Gerçekten de Allah onu kendisine öyle yaklaştırmıştır ki, bir meleğin aracılığı olmaksızın onunla konuşmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, Mûsâ (a.s.)’ın: “Ailemden birini bana yardımcı kıl. Kardeşim Hârûn’u.” (Tâhâ 20/29-30) duasına icâbetle, Hz. Hârûn’u peygamber olarak ona yardımcı yapmıştır.

Hz. İsmâil’e gelince:

54. Rasûlüm! Kitapta İsmâil’in kıssasını da an. Şüphesiz ki o sözüne sâdık bir insandı; bir rasûl, bir nebî idi.

Bir resûl ve bir nebî olan Hz. İsmâil, verdiği sözde durmakla temâyüz etmişti. Verdiği her sözü mutlaka yerine getirir, bu hususta fevkalade bir hassasiyet ve titizlik gösterirdi. Meselâ o, kurban edileceği zaman babasına: “İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” (Saffât 37/102) diye söz vermiş ve yerine kurbanlık bir koç gelinceye kadar sabretmiştir. Dolayısıyla Hz. İsmâil’in bu önemli özelliğinin burada zikredilmesi, bunu işiten herkesi sözünde doğru olmaya ve vaadini yerine getirmeye teşvik etmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), henüz peygamber olmadan önce kendisiyle alış-veriş yaptığı bir kişiyi, buluşmak üzere sözleştikleri yerde tam üç gün beklemişti. Üç gün sonra verdiği sözü hatırlayıp oraya gelen o kişi Efendimiz’in hala sözleştikleri yerde durmakta olduğunu görünce şaşırmıştı. Efendimiz ona: “Ey genç! Gerçekten beni zora koştun. Üç günden beri seni burada bekliyorum” (Ebû Dâvûd, Edeb 82) buyurmuştu

Hz. İsmâil, ailesi başta olmak üzere halkına devamlı sûrette namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi. Aslında namaz ve zekât, nerede ve ne şekilde olursa olsun Allah’ın onlara emrettiği bütün bedenî ve mâli ibâdetleri şumûlüne alır.

Allah Teâlâ, hususiyle ailemizden ve yakınlarımızdan başlayarak dinin tebliğ edilmesini istemekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Rasûlüm! Önce en yakın akrabanı uyar.” (Şuarâ 26/214)

“Ailene ve ümmetine namazı emret. Kendin de onu kılmaya sabırla devam et.” (Tâhâ 20/132)

“Ey iman edenler! Hem kendinizi hem de ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan o müthiş cehennem ateşinden koruyun!” (Tahrîm 66/6)

Çünkü bir tebliğcinin ailesi ve yakın akrabası düzelince diğer insanların onlara uyarak hallerini ıslah etmeleri daha kolay olur.

Hz. İsmâil, Allah’ın kendisinden râzı olduğu mümtâz bir şahsiyetti. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın razı olacağı bir kulluk yapıyor; O’nun rızâsına halel getirecek her türlü hal ve hareketten uzak duruyordu. Her taatinde en yüksek dereceyi tutturuyordu. Bu onun sahip olduğu güzel vasıfların en şereflisi ve en yücesi idi. Zira Allah’ın bir kuldan çok çok râzı olmasından daha üstün bir makam yoktur. Bu sebeple Yüce Rabbimize: “Allahım! Bizi râzı olduğun her türlü söz, amel, fiil ve düşüncelere muvaffak kıl. Bizi râzı olmadığın her türlü söz, amel, fiil ve düşüncelerden de muhafaza buyur” diye dua etmeliyiz.

Bu sûrede bahsi geçen peygamberlerin son halkası olarak da Hz. İdris’in ibret dolu hayatına kısaca temas edilir:

55. Ailesi başta olmak üzere halkına namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi. O, Rabbinin rızâsına ermiş seçkin bir kuldu.


Bir resûl ve bir nebî olan Hz. İsmâil, verdiği sözde durmakla temâyüz etmişti. Verdiği her sözü mutlaka yerine getirir, bu hususta fevkalade bir hassasiyet ve titizlik gösterirdi. Meselâ o, kurban edileceği zaman babasına: “İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” (Saffât 37/102) diye söz vermiş ve yerine kurbanlık bir koç gelinceye kadar sabretmiştir. Dolayısıyla Hz. İsmâil’in bu önemli özelliğinin burada zikredilmesi, bunu işiten herkesi sözünde doğru olmaya ve vaadini yerine getirmeye teşvik etmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), henüz peygamber olmadan önce kendisiyle alış-veriş yaptığı bir kişiyi, buluşmak üzere sözleştikleri yerde tam üç gün beklemişti. Üç gün sonra verdiği sözü hatırlayıp oraya gelen o kişi Efendimiz’in hala sözleştikleri yerde durmakta olduğunu görünce şaşırmıştı. Efendimiz ona: “Ey genç! Gerçekten beni zora koştun. Üç günden beri seni burada bekliyorum” (Ebû Dâvûd, Edeb 82) buyurmuştu

Hz. İsmâil, ailesi başta olmak üzere halkına devamlı sûrette namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi. Aslında namaz ve zekât, nerede ve ne şekilde olursa olsun Allah’ın onlara emrettiği bütün bedenî ve mâli ibâdetleri şumûlüne alır.

Allah Teâlâ, hususiyle ailemizden ve yakınlarımızdan başlayarak dinin tebliğ edilmesini istemekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Rasûlüm! Önce en yakın akrabanı uyar.” (Şuarâ 26/214)

“Ailene ve ümmetine namazı emret. Kendin de onu kılmaya sabırla devam et.” (Tâhâ 20/132)

“Ey iman edenler! Hem kendinizi hem de ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan o müthiş cehennem ateşinden koruyun!” (Tahrîm 66/6)

Çünkü bir tebliğcinin ailesi ve yakın akrabası düzelince diğer insanların onlara uyarak hallerini ıslah etmeleri daha kolay olur.

Hz. İsmâil, Allah’ın kendisinden râzı olduğu mümtâz bir şahsiyetti. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın razı olacağı bir kulluk yapıyor; O’nun rızâsına halel getirecek her türlü hal ve hareketten uzak duruyordu. Her taatinde en yüksek dereceyi tutturuyordu. Bu onun sahip olduğu güzel vasıfların en şereflisi ve en yücesi idi. Zira Allah’ın bir kuldan çok çok râzı olmasından daha üstün bir makam yoktur. Bu sebeple Yüce Rabbimize: “Allahım! Bizi râzı olduğun her türlü söz, amel, fiil ve düşüncelere muvaffak kıl. Bizi râzı olmadığın her türlü söz, amel, fiil ve düşüncelerden de muhafaza buyur” diye dua etmeliyiz.

Bu sûrede bahsi geçen peygamberlerin son halkası olarak da Hz. İdris’in ibret dolu hayatına kısaca temas edilir:

56. Rasûlüm! Kitapta İdrîs’in kıssasını da anlat. Şüphesiz o özü sözü doğru bir peygamberdi.

57. Biz, onu çok yüce bir mekâna yücelttik.


Hz. İdrîs, Hz. Âdem’in altıncı kuşaktan torunudur. İdrîs (a.s.) kendisine peygamberlik verilmeden önce de ibâdetle meşgûl olurdu. Sâlih kimselerle beraber bulunur, geçimini el emeğiyle bizzât te’mîn ederdi. İnsanlık târihinde ilk defa dikiş dikme, yâni terzilik mesleği İdrîs (a.s.) ile başlamıştır. İçinde yaşadığı toplum, Kâbil soyundan gelen bir cemâat idi. Maddeten ve mânen çok bozulmuş, kulluk vazîfelerini terk etmişlerdi. Her türlü haram ve kötülüğü, helâl sayarak işliyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara Hz. İdris’i peygamber gönderdi. Kendisine otuz sahife indirdi. Buradaki ilâhî emir ve yasakları kavmine teblîğ etti. O çok doğru sözlü, özü sözü dürüst bir peygamberdi. Aynı zamanda sabırlı ve sâlih bir insandı. (bk. Enbiyâ 21/85-86)

Bu âyetlerde Hz. İdris’in yüce bir mekâna yükseltildiği haber verilmektedir. Bu yüce mekândan maksat, Allah Teâlâ’ya yakın bir mertebeye veya cennete yahut da dördüncü kat semâya kaldırılmasıdır. Nitekim bu konuyla alâkalı şöyle bir hadîs-i şerîf vardır:

“Ben Mîrâc’da dördüncü kat semâya çıktığımda, İdrîs peygamber ile karşılaştım. Cibrîl bana:
«–Bu gördüğün İdrîs’tir. Ona selâm ver!» dedi.
Ben de ona selâm verdim. O da benim selâmıma cevap verdi. Sonra:
«–Merhabâ sâlih kardeş, sâlih peygamber!» dedi.”
(Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, İmân 259-264)

Bâzı âlimler, İdrîs (a.s.)’ın hâlen gökte ve hayatta olduğunu söylemektedirler. Mevlânâ (k.s.), her ikisi de semâya kaldırılan Hz. İdrîs ile Hz. İsa’nın hâllerini şöyle anlatır:

“Hz. İdrîs ve Hz. İsa, fevkalâde riyâzât ve mücâhede ile melekler gibi oldular. Neredeyse, yemez, içmez hâle geldiler. Âdeta meleklerle hemcins olduklarından göğe kaldırıldılar…”

Onların sabır, şükür ve riyâzâtla rûhlarının büyük bir olgunluk kazanıp kemâle ermesi neticesinde, letâfete bürünüp melekler gibi göğe kaldırılması, kulun da nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi ile birçok ulvî makamlara ulaşabileceğini göstermektedir.
Hz. İdrîs, kavmine hikmetli sözlerle nasîhatlerde bulunurdu. Bunlardan bazıları şunlardır:

“Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe tevâzûu artar.”
“Akıllı kimse, başkasının ayıbına bakmaz! Kişinin ayıbını yüzüne vurmaz! Malı çoğaldıkça, mağrûr olup ahlâkını bozmaz!”
“Âhiret ile dünya sevgisi aslâ bir arada bulunmaz!”


Burada ismi geçen ve geçmeyen bütün peygamberler çok yüksek bir seviyede kulluk sergilemişler, Allah Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanabilmek için büyük gayretler göstermişlerdir. Fakat onların vefatlarından sonra gelen bir takım nesiller, aynı kulluk heyecanını taşıyamayıp ciddi bir kısım sapmalar yaşanmıştır:

58. İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerden olup, Âdem’in zürriyetinden, Nûh ile birlikte gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrâhim ve İsrâil’in zürriyetinden, kendilerine hidâyet yolunu gösterip seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.

Buraya kadar isimleri zikredilen şahıslar, Hz. Meryem dışında, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, hidâyete erdirdiği ve seçkin kıldığı peygamberlerdir. Umumi olarak hepsi Hz. Âdem’in neslinden olmakla beraber hususi olarak:

Hz. Âdem’in zürriyetinden olan İdrîs (a.s.)’dır.
Hz. Nûh ile taşıdıklarının neslinden olan Nûh’un oğlu Sâm’ın oğlu İbrâhim (a.s.)’dır.
Hz. İbrâhim’in zürriyetinden olanlar, İsmâil, İshâk ve Yâkub (a.s.)’dır.
Hz. İsrâil yani Yâkub’un zürriyetinden olanlar da Mûsâ, Hârûn, Zekeriyâ, Yahyâ ve Îsâ (a.s.)’dır.

Bunlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman sessizce, içli içli ağlarlar, Allah’ın haşyetinden secdelere kapanırlardı. Nitekim Resûlullah (s.a.s.):

“Kur’an’ı okuyun ve ağlayın. Eğer ağlayamazsanız ağlamaya çalışın” (İbn Mâce, Zühd 19/4196) buyurmuştur.

Âyet-i kerîmeden, Kur’an okunduğu zaman o peygamberlere ittibâen Allah’ı tâzim için secde etmenin uygun olacağı anlaşılır. Bu örnek şahsiyetler, Allah’ın âyetlerini işitince secde ettiklerine göre, bunun güzel bir davranış olduğunu kabul edip biz de secde etmeliyiz. Bu secdeden maksat namaz olabileceği gibi, tilâvet secdesi veya Allah’ı tâzim için yapılan secde de olabilir. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’de bu âyet “secde âyetlerinden biri” kabul edilmiş ve okunduğu veya işitildiğinde secde edilmesi vâcip görülmüştür.

Secde âyetini okuyan kimsenin orada o secde âyetine uygun bir duada bulunması gerekir. Meselâ, bu âyeti okuduğunda şu duayı yapar:

“Allahım! Beni kendilerine nimet ihsan ettiğin, hidâyete erdirdiğin, senin için secde eden, âyetlerinin okunması esnasında ağlayan kullarından eyle!”

Secde sûresindeki secde âyetini (15. âyet) okuduğu vakit şöyle dua eder:

“Allahım! Beni zatın için secde edenlerden, sana hamdedenlerden, seni tesbih edenlerden kıl. Senin emrine karşı büyüklük taslayanlardan olmaktan sana sığınırım!”

İsrâ sûresindeki secde âyetini (107. âyet) okuduğunda da şu duayı yapabilir:

“Allahım, beni senin için ağlayanlardan ve senin önünde zilletle eğilenlerden kıl!” (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 121)

Allah’ın âyetlerini dinlediği zaman ağlayarak secdelere kapanan, O’nun zikriyle gönülleri titreyen ve gözlerinden yaşlar boşananların mukabilinde, bu manevî güzelliklerden hiç nasibi olmayan gafiller de bulunmaktadır:

59. Ama onlardan sonra öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler ve şehvetlerinin ardına düştüler. Bunlar, helâk çukuruna düşerek yaptıkları bu azgınlıkların cezasını göreceklerdir.

خَلْفٌ (half), arka demektir. Kişinin ardından gelen kimselere “half” denir. Kelime lâmın fethasıyla خَلَفٌ (halef) diye okunduğunda, kişinin ardından gelen kimselerin hayırlı insanlar olduğunu; burada olduğu gibi lâmın sukûnuyla خَلْفٌ “half” diye okunduğunda ardından gelenlerin kötü insanlar olduğunu belirtir. İşte yüksek bir ahlâkî kemâle ve şerefe sahip peygamberlerin ardından böyle hayırsız nesiller gelmiş, bunlar namazı terk etmişlerdir. Bundan maksat onların dinin emirlerine uymayı ve yasaklarından kaçınmayı terk etmiş olmalarıdır. Kulluğun en önemli alameti ve şiarı olması itibariyle burada özellikle namaz söz konusu edilmiştir. Dolayısıyla onlar namaz başta olmak üzere dinî buyrukları hiçe sayınca bütünüyle şehvetlerinin, nefsânî arzularının peşine düşmüşlerdir. Zaten hakkın ve doğrunun dışındaki her şeyin bâtıl olduğunda şüphe yoktur.

Âyette geçen اَلْغَيُّ(gayy), kelime olarak “hüsran ve şer” mânasına gelir. İşte bu kişiler, dünyadaki kötülük ve azgınlıklarına mukâbil büyük bir cezaya çarptırılacaklardır. Abdullah b. Mesûd (r.a.) “gayy”ın, cehennemde yiyecekleri son derece pis çok derin bir vâdi olduğunu söyler. Bir başka rivayette de orada kan ve irin aktığı haber verilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 126-127)

Bu âyeti ve izahını okuyan her insan, elbetteki böyle kötü bir sonuca uğramamak için Rabbinden bir kurtuluş yolu isteme ihtiyacı duyacaktır. Sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz, istenilen bu kurtuluş yolunu göstermek üzere buyuruyor ki:

60. Ancak günahlarından vazgeçip Allah’a yönelen, iman eden ve sâlih amel işleyenler, işte bunlar, cennete girecek ve hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır.

Küfür, şirk, azgınlık ve her türlü günahı bırakıp Allah’a yönelerek imanını kemâle erdirenler ve kâmil bir imanın alameti olarak sâlih ameller, hayırlı ve güzel işler yapanlar Adn cennetleriyle mükâfatlandırılacaklardır. Akla hayale gelmeyen nimetlerle dolu o cennetlerin burada şu özelliklerine dikkat çekilir:

Allah o cennetleri mü’minlere görmedikleri halde va’detmektedir. Yani dünyada iken onların görülmesi imkânsızdır. Ancak insanlar, bunların varlığına iman etmekle mesuldür. Fakat, madem ki Allah va’dediyor, o şüphesiz gerçekleşecektir.
Cennete girenler orada asla boş, faydasız, mânasız sözler işitmeyeceklerdir. Cennette sadece “Selâm” sözünü işiteceklerdir. Orada Allah’ın ve meleklerin cennetliklere selâmı olacak; mü’minler de birbirlerine hep selâmla mukâbele edeceklerdir. Cennet tam bir huzur, barış, selâmet ve emniyet diyârı olacaktır. Zaten cennetin bir ismi de دَارُ السَّلَامِ (Dâru’s-Selâm)dır. (bk. Yûnus 10/25)
Cennetliklere yiyecekleri bir sabah bir de akşam olmak üzere iki öğün ikram edilecektir. Orada dünyada olduğu gibi sabah ve akşam olmayacağına göre, yani bu iki zaman arasındaki süre kadar fasılalarla yiyecekleri verilecektir. Bu ifade cennetliklerin hallerinin oldukça mûtedil olduğunu haber vermektedir. Ancak, “sabah akşam” ifadesiyle “devamlılık” kastedilmiş olması da mümkündür. Buna göre onların orada devamlı olarak rızıklandırılacakları anlaşılır. Nitekim bir âyet-i kerîmede cennet nimetleri: “Eksilip tükenmeyen ve onlardan aslâ esirgenmeyen” (Vâkıa 56/33) olarak tavsif edilir.

- Cennete ancak takvâ sahibi olanlar; Allah’tan korkan, günahlardan sakınan, temiz ve günahsız insanlar girecektir. Bu sebeple, cennet taliplerinin dünyada günahlardan uzak bir hayat yaşamaları, günahları varsa onların affı için Yüce Allah’a istiğfar etmeleri lazımdır.

Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.) der ki:

“Lâ ilâhe illallah cennetin anahtarıdır. Fakat şu bir gerçektir ki dişleri olmayan anahtar kapıyı açmaz. Bu bakımdan cennetin anahtarı olan kelime-i tevhidin dişleri şunlardır:

Yalandan ve gıybetten arınmış bir dil,
Hîle ve hainlikten arınmış bir kalp,
Haram ve şüpheli şeylerden temizlenmiş bir mide,
Bid‘at ve nefsânî arzulardan arındırılmış bir amel.” (el-Hadâiku’l Verdiyye, s. 431)

Müslüman, kendini cennete ulaştıracak bu yollarda ilerlerken tüm zorluklara sabırla göğüs germeli, Allah’tan beklediği bir yardım istediği zaman ulaşmayınca aceleci davranmamalı, hemen ilâhî yardımı getirecek meleklerin yolunu gözlememelidir. Çünkü meleklerin kime, ne zaman ve nerede yardıma geleceğine karar verecek olan sadece Allah Teâlâ’dır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Orası Adn cennetleridir ki, Rahmân o cennetleri kullarına, o kullar onları görmeden ve akıl ve idraklerinin ötesinde olarak va‘detmiştir. Hiç şüphesiz Allah’ın va‘di gerçekleşecektir.

62. Onlar orada boş ve anlamsız sözler işitmeyecek, sadece selâmet, emniyet ve huzur sözleri duyacaklardır. Orada sabah akşam kendilerine sunulacak ziyafetler de hazırdır.

63. Kullarımız içinde bize karşı kalpleri saygıyla dopdolu olan, günahlardan kaçınan ve tertemiz kalabilenlere vereceğimiz cennet işte budur!


Küfür, şirk, azgınlık ve her türlü günahı bırakıp Allah’a yönelerek imanını kemâle erdirenler ve kâmil bir imanın alameti olarak sâlih ameller, hayırlı ve güzel işler yapanlar Adn cennetleriyle mükâfatlandırılacaklardır. Akla hayale gelmeyen nimetlerle dolu o cennetlerin burada şu özelliklerine dikkat çekilir:

Allah o cennetleri mü’minlere görmedikleri halde va’detmektedir. Yani dünyada iken onların görülmesi imkânsızdır. Ancak insanlar, bunların varlığına iman etmekle mesuldür. Fakat, madem ki Allah va’dediyor, o şüphesiz gerçekleşecektir.
Cennete girenler orada asla boş, faydasız, mânasız sözler işitmeyeceklerdir. Cennette sadece “Selâm” sözünü işiteceklerdir. Orada Allah’ın ve meleklerin cennetliklere selâmı olacak; mü’minler de birbirlerine hep selâmla mukâbele edeceklerdir. Cennet tam bir huzur, barış, selâmet ve emniyet diyârı olacaktır. Zaten cennetin bir ismi de دَارُ السَّلَامِ (Dâru’s-Selâm)dır. (bk. Yûnus 10/25)
Cennetliklere yiyecekleri bir sabah bir de akşam olmak üzere iki öğün ikram edilecektir. Orada dünyada olduğu gibi sabah ve akşam olmayacağına göre, yani bu iki zaman arasındaki süre kadar fasılalarla yiyecekleri verilecektir. Bu ifade cennetliklerin hallerinin oldukça mûtedil olduğunu haber vermektedir. Ancak, “sabah akşam” ifadesiyle “devamlılık” kastedilmiş olması da mümkündür. Buna göre onların orada devamlı olarak rızıklandırılacakları anlaşılır. Nitekim bir âyet-i kerîmede cennet nimetleri: “Eksilip tükenmeyen ve onlardan aslâ esirgenmeyen” (Vâkıa 56/33) olarak tavsif edilir.
- Cennete ancak takvâ sahibi olanlar; Allah’tan korkan, günahlardan sakınan, temiz ve günahsız insanlar girecektir. Bu sebeple, cennet taliplerinin dünyada günahlardan uzak bir hayat yaşamaları, günahları varsa onların affı için Yüce Allah’a istiğfar etmeleri lazımdır.

Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.) der ki:

“Lâ ilâhe illallah cennetin anahtarıdır. Fakat şu bir gerçektir ki dişleri olmayan anahtar kapıyı açmaz. Bu bakımdan cennetin anahtarı olan kelime-i tevhidin dişleri şunlardır:

Yalandan ve gıybetten arınmış bir dil,
Hîle ve hainlikten arınmış bir kalp,
Haram ve şüpheli şeylerden temizlenmiş bir mide,
Bid‘at ve nefsânî arzulardan arındırılmış bir amel.” (el-Hadâiku’l Verdiyye, s. 431)

Müslüman, kendini cennete ulaştıracak bu yollarda ilerlerken tüm zorluklara sabırla göğüs germeli, Allah’tan beklediği bir yardım istediği zaman ulaşmayınca aceleci davranmamalı, hemen ilâhî yardımı getirecek meleklerin yolunu gözlememelidir. Çünkü meleklerin kime, ne zaman ve nerede yardıma geleceğine karar verecek olan sadece Allah Teâlâ’dır:

64. Cebrâil dedi ki: “Biz melekler, ancak Rabbinin emriyle ineriz. Çünkü geleceğimiz, geçmişimiz ve bu ikisi arasındaki her şeyin bilgisi ve tedbiri On’a aittir. Senin Rabbin asla unutkan değildir.”

Resûlullah (s.a.s.), oldukça ağır risâlet yükünü omuzlarında taşıdığı için, Rabbinden gelen vahiyler onun için bir huzur ve emniyet kaynağı oluyor; dostu Cebrâil (a.s.)’la buluşması onu rahatlatıyor ve surûra garkediyordu. Bu sebeple zaman zaman vahiy kesintiye uğradığında onu hasretle bekliyor; Cebrâil (a.s.)’ın gelmesi geciktiğinde de onun yollarını gözlüyordu. İşte Abdullah b. Abbas (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (s.a.s.), Cebrâil’in kendisini daha çok ziyaret etmesini istemiş ve bunun üzerine bu âyetler inmiştir. (Buhârî, Tefsir 19)

Âyetlerin inişiyle ile alakalı diğer bir rivayet ise şöyledir:

Müşrikler, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e bazı hususlarda süaller sordular. Peygamberimiz (s.a.s.) de kendilerine yakında bilgi vereceğini söyledi. Fakat Cebrâil (a.s.) onun beklediği zamanda gelmediği için onların istediği cevapları hemen veremedi. Arayıp da bulamadıkları fırsatı kaçırmayan müşrikler bu kez: “Muhammed’in Rabbi onu unuttu!” demeye başladılar. Efendimiz (s.a.s.) buna çok üzülünce bu âyetler nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXI, 203)

Bu âyetler, Cebrâil dâhil bütün meleklerin yalnız Allah’ın emriyle hareket ettiklerini, O’nun izni ve emri olmadan inip çıkmak, gelip gitmek dâhil hiçbir şey yapamadıklarını, vazifelerinin sadece Allah’a kayıtsız şartsız itaat olduğunu haber verir. Her şeyi bilen Allah Teâlâ, hiçbir şeyi unutmaz, ihmal etmez. İstediğini dilediği şekilde ve istediği zaman yapar. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi olduğu için, hiç kimsenin O’nun işine karışması da mümkün değildir. Başta Peygamberimiz olmak üzere insanlara düşen sadece O’na kulluk etmek; O’na kullukta ölüm gelinceye kadar sabır ve sebat göstermektir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Gözlerden perdeyi kaldırıp her gerçeği ortaya çıkaracak ölüm sana gelip çatıncaya kadar da Rabbine kulluğa devam et!” (Hicr 15/99) buyrulur.

65. âyette yer alan اَلسَّمِيُّ (semiyy) kelimesinin “adaş, denk ve benzer” mânalarına geldiği daha önce geçmişti. (bk. Meryem 19/7) Allah Teâlâ’ya hiçbir varlığın denk ve benzer olması mümkün değildir. Çünkü O yaratandır; O’nun dışındaki her şey yaratılmıştır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Hiçbir şey O’na denk değildir.” (İhlâs 112/4)
“O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ 42/11)

Dikkat çeken hallerden biri de şudur ki, Allah Teâlâ’nın bir kudret ve azamet tecellisi olarak, puta tapanlardan bile hiç kimse kendi mabudlarına “Allah” ismini vermemiştir. Firavun bile kavmine: “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” (Nâziât 79/24) demiş, fakat “Ben Allahım” demeye güç yetirememiştir. Hâsılı ahadiyet izzeti ve ulûhiyet gayreti[1], bu yüce ismi kâfirlerin rastgele kullanmalarından korumuş; putlarını “Allah” ismiyle çağırmalarına mâni olmuştur. Ayrıca her zaman nimet ve mihnette, zahmet ve meşakkatte, zorluk ve kolaylıkta iman ehlinin lisânını o şerefli ismin zikriyle dâim kılmıştır. O halde sadece O’nun emrine teslim olmak; canı, malı, hayatı O’nun yoluna adamak lazımdır.

Bu kadar açık gerçeklere rağmen insanın şu gafletine ne demeli:

Ahadiyet izzeti: Allah’ın birliğinden doğan izzet, kuvvet ve şeref.
Uluhiyet gayreti: Allah’ın tek ilah olmasının gerektirdiği tabii sonuç.

65. “O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Öyleyse yalnız O’na kulluk et; O’na olan kulluğunda sabır ve sebât göster! Hiç O’na denk ve adaş olacak başka birini biliyor musun? Hayır, yoktur!”

Resûlullah (s.a.s.), oldukça ağır risâlet yükünü omuzlarında taşıdığı için, Rabbinden gelen vahiyler onun için bir huzur ve emniyet kaynağı oluyor; dostu Cebrâil (a.s.)’la buluşması onu rahatlatıyor ve surûra garkediyordu. Bu sebeple zaman zaman vahiy kesintiye uğradığında onu hasretle bekliyor; Cebrâil (a.s.)’ın gelmesi geciktiğinde de onun yollarını gözlüyordu. İşte Abdullah b. Abbas (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (s.a.s.), Cebrâil’in kendisini daha çok ziyaret etmesini istemiş ve bunun üzerine bu âyetler inmiştir. (Buhârî, Tefsir 19)

Âyetlerin inişiyle ile alakalı diğer bir rivayet ise şöyledir:

Müşrikler, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e bazı hususlarda süaller sordular. Peygamberimiz (s.a.s.) de kendilerine yakında bilgi vereceğini söyledi. Fakat Cebrâil (a.s.) onun beklediği zamanda gelmediği için onların istediği cevapları hemen veremedi. Arayıp da bulamadıkları fırsatı kaçırmayan müşrikler bu kez: “Muhammed’in Rabbi onu unuttu!” demeye başladılar. Efendimiz (s.a.s.) buna çok üzülünce bu âyetler nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXI, 203)

Bu âyetler, Cebrâil dâhil bütün meleklerin yalnız Allah’ın emriyle hareket ettiklerini, O’nun izni ve emri olmadan inip çıkmak, gelip gitmek dâhil hiçbir şey yapamadıklarını, vazifelerinin sadece Allah’a kayıtsız şartsız itaat olduğunu haber verir. Her şeyi bilen Allah Teâlâ, hiçbir şeyi unutmaz, ihmal etmez. İstediğini dilediği şekilde ve istediği zaman yapar. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi olduğu için, hiç kimsenin O’nun işine karışması da mümkün değildir. Başta Peygamberimiz olmak üzere insanlara düşen sadece O’na kulluk etmek; O’na kullukta ölüm gelinceye kadar sabır ve sebat göstermektir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Gözlerden perdeyi kaldırıp her gerçeği ortaya çıkaracak ölüm sana gelip çatıncaya kadar da Rabbine kulluğa devam et!” (Hicr 15/99) buyrulur.

65. âyette yer alan اَلسَّمِيُّ (semiyy) kelimesinin “adaş, denk ve benzer” mânalarına geldiği daha önce geçmişti. (bk. Meryem 19/7) Allah Teâlâ’ya hiçbir varlığın denk ve benzer olması mümkün değildir. Çünkü O yaratandır; O’nun dışındaki her şey yaratılmıştır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Hiçbir şey O’na denk değildir.” (İhlâs 112/4)
“O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ 42/11)

Dikkat çeken hallerden biri de şudur ki, Allah Teâlâ’nın bir kudret ve azamet tecellisi olarak, puta tapanlardan bile hiç kimse kendi mabudlarına “Allah” ismini vermemiştir. Firavun bile kavmine: “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” (Nâziât 79/24) demiş, fakat “Ben Allahım” demeye güç yetirememiştir. Hâsılı ahadiyet izzeti ve ulûhiyet gayreti[1], bu yüce ismi kâfirlerin rastgele kullanmalarından korumuş; putlarını “Allah” ismiyle çağırmalarına mâni olmuştur. Ayrıca her zaman nimet ve mihnette, zahmet ve meşakkatte, zorluk ve kolaylıkta iman ehlinin lisânını o şerefli ismin zikriyle dâim kılmıştır. O halde sadece O’nun emrine teslim olmak; canı, malı, hayatı O’nun yoluna adamak lazımdır.
Bu kadar açık gerçeklere rağmen insanın şu gafletine ne demeli:

Ahadiyet izzeti: Allah’ın birliğinden doğan izzet, kuvvet ve şeref.
Uluhiyet gayreti: Allah’ın tek ilah olmasının gerektirdiği tabii sonuç.

66. Böyle iken o nankör ve inançsız insan: “Ne yani, ben öldükten sonra yeniden diriltilip kabrimden çıkarılacak mıyım?!” der.

67. O insan, daha önce hiçbir şey değilken bizim kendisini yarattığımızı hiç düşünmez mi?


Kâfirler âhireti inkâr ediyorlar; ellerine çürümüş kemikleri alıp uflayarak, Allah’ın bunları yeniden dirilteceğini imkânsız görüyorlar. Cenâb-ı Hak onlara ilk yaratılışı delil getirmektedir. Allah onları başlangıçta hiçbir şey değilken, yokken, topraktan alıp babalarının sulplerinde gözle görülmez derecede küçük ve zayıf nutfeler haline getiriyor, sonra onları analarının rahimlerinde insan olarak yaratıyor, onlara dilediği sûreti veriyor, istediği zaman da onları analarının karnından çıkarıyor. Buna güç yetiren Allah Teâlâ’nın, onları yeniden diriltmeye elbette gücü yeter. Demek ki insan kendi yaratılışı üzerinde tefekkür edecek olsa gerçeği anlamkta güçlük çekmeyecektir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözü bu açıdan da ne kadar mânidardır.

Eğer insan, kendi yaratlışı başta olmak üzere kâinattaki varlıkların yaratılışı üzerinde düşünüp bunları yaratanı tanımazsa, elbette bunun vebaline katlanacaktır:

68. Rabbine yemin olsun ki, onları da, peşlerinden gittikleri insan ve cin şeytanlarını da diriltip huzurumuzda toplayacak, sonra da hepsini cehennemin etrafında topluluklar halinde diz çökertip yığacağız.

69. Ardından her topluluktan, Rahmân’a karşı isyanda en fazla direten ve en ileri gidenleri çekip ayıracağız.

70. Çünkü biz, içlerinde hangilerinin cehennemi daha önce ve hangi azap şiddetine göre boylamaya müstahak olduklarını elbette çok iyi biliriz.


Cenâb-ı Hak, âhirette herkesi diriltecek ve mahşer yerinde toplayacaktır. Bunlar içinde kâfirler ve dünyada onları Allah’ın yolundan saptıran şeytanlar da elbette olacaktır. Dolayısıyla buradaki “şeytanlar”dan maksat; hem cin şeytanları, hem de bir gün Allah’ın huzuruna çıkıp dünyada yaptıklarından hesaba çekilecekleri bir âhiret günü olmadığını, hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret olduğunu iddia ederek insanları aldatıp saptıran inkârcı kimselerdir. Özellikle şeytanlaşmış önderlerdir. Çünkü insanları saptırmada onların etkisi daha fazladır. İşte Allah, bunların hepsini cehennemin etrafında diz üstü çökmüş halde toplayacak, hesaplarını görüp cezalarını verecektir. Ancak cezalandırırken hepsine aynı muameleyi yapmayacak; öncelikle kendisine karşı günah, isyan ve azgınlıkta en şiddetli olanları, ileri gidenleri, hatta kötülüklere öncülük edenleri kalabalık arasından söküp ayıracak ve cehenneme ilk olarak onları atacaktır. Yani en azgınlarını en büyük azaba çarptıracak, sonra derece itibariyle onlardan sonra gelenlere geçecektir. Çünkü hem kendisi sapıklık içinde olup, hem de başkalarını sapıklığa sevk edenlerin azabının, sadece kendisi sapık olan kimsenin azabından daha şiddetli olacağı âşikârdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Kendileri küfür içinde yüzdükleri gibi, başkalarını da Allah’ın yolundan alıkoyanlara, bu şekilde toplumu ifsat edip bozgunculuğa sürükledikleri için azap üstüne azap edeceğiz.” (Nahl 16/88)

Rabbimiz böyle yapacaktır; çünkü O, kimin hangi günahı işlediğini, bunun cezasının ne olacağını, kimin cehennemin neresini boylayacağını çok iyi bilmektedir. O’nun ilminden hiçbir şeyin gizli kalması düşünülemez.

Dolayısıyla mü’minler de bu ilâhî ikazlardan sarsılmalı, iman ve amellerine güvenerek işi gevşek tutmamalı, son nefesi imanla verip sıratı geçinceye kadar kendini güvende hissetmemelidir. Bu gerçeği hatırlatmak üzere buyruluyor ki:

71. Ey insanlar! Sizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.

72. Şu kadar var ki biz, kalpleri Allah saygısıyla dolu olup O’na karşı gelmekten sakınanları cehenneme düşmekten kurtaracak, zâlimleri ise cehennemin içinde diz üstü çökmüş halde bırakacağız.


Mü’min, kâfir herkes cehennemin yanına varacak ve onu görecektir. Bu ya hesap için cehennemin kenarında toplandıkları zaman olacak veya cehennemin üzerine konulmuş sırat köprüsünden geçerken olacaktır. Ancak Yüce Rabbimiz, dünyada küfür, şirk ve diğer günahlardan temiz bir hayat yaşayan takvâ sahiplerini cehenneme düşmekten koruyacak; sırattan geçerken de ateşi onlara serin ve selâmet edecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Kendilerine tarafımızdan ebedî mutluluk takdir edilmiş olanlara gelince, onlar cehennemden uzak tutulacaklardır. Onlar cehennemin hışırtısını bile duymayacak; cennette canlarının çektiği nimetler içinde ebedî kalacaklardır.” (Enbiyâ’ 21/101-102)

Buna karşılık imanın yerine küfrü, kulluğun yerine isyanı koyarak büyük bir haksızlık yapmış olan zâlimleri ise cehennemde diz üstü, yüzüstü çökmüş halde bırakacaktır.

Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.):

“Sırat köprüsü cehennem üzerine kurulur, şefaat gerçekleşir, insanlar: «Allahım selâmet ver, Allahım selâmet ver» derler” buyurdu. Ashâb-ı kirâm: “Ey Allah’ın Rasülü, köprü nedir?” diye sorulunca şu cevabı verdi: “O çok kaygan ve üzerinde durulması zor bir yerdir. Onda kancalar ve Necid taraflarında üzerinde de dikencikler bulunup Sa‘dân diye bilinen dikenler vardır. Mü’minler manevî duurmlarına göre göz açıp kaparcasına şimşek gibi, rüzgar gibi, kuş gibi, en asil atlar gibi ve develer gibi köprünün üzerinden geçerler. Kimisi tamamıyla yarasız beresiz kurtulur, kimisi yara bere almış olarak serbest bırakılır. Kimisi de cehennem ateşine atılır.” (Buhârî, Tevhid 24; Müslim, İman 302)

Kâfirlerin cehenneme atılıp orada diz üstü, yüzüstü çökmüş halde kalmalarının sebebine gelince:

73. Kendilerine apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman kâfirler mü’minlere: “Sizin ve bizim, evet hangimizin dünyevî yönden mevki ve makamı daha üstün, meclis ve topluluğu daha güzeldir?” diye sorarlar.

74. Halbuki biz, onlardan önce hem eşyası ve malları daha çok, hem de topluluk olarak daha gösterişli nice nesilleri helâk ettik.

75. Rasûlüm! De ki: “Kim sapıklık içinde boğulup gitmişse, Rahmân öylelerinin dünyalığını artırıp kendilerine ömür de verse ne değişir! Nasıl olsa sonunda tehdit edildikleri dünyevî azabı veya kıyâmeti gördükleri zaman, kimin mevkice daha berbat ve taraftarca daha zayıf olduğunu bileceklerdir.”


Resûlullah (s.a.s.)’e ilk olarak iman edenler, umûmiyetle fakir ve garibân kimselerdi. Bu sebeple kâfirler, Allah’ın âyetleri kendilerine açık açık okunduğu ve bunların ne demek istediğini de çok iyi anladıkları halde, müslümanların maddeten zayıf hallerine bakarak kendilerini üstün görüyor, onlara şöyle diyorlardı: “Şayet siz hak, biz bâtıl üzere bulunsaydık, o zaman sizin dünyadaki haliniz, bizimkinden daha iyi ve daha güzel olurdu. Çünkü, kendisinin samimi dostlarını zillet ve sıkıntılara düşürmesi, kendisine kulluktan yüz çevirmiş düşmanlarına ise nimet bolluğu, refah ve rahatlık vermesi, Hakîm olan zâta yakışmaz. Şimdi söyleyin bakalım:

Kimin daha güzel ve büyük evleri var?
Kimin hayat standartları daha yüksek?
Kimin daha muhteşem ve şaşaalı meclisleri var?
Kimin meclisine daha zengin ve daha çok sayıda insan geliyor?

Şüphesiz ki bizim. Biz kâfirler her türlü nimet, rahatlık ve şa’şaa içindeyiz. Siz müminler ise fakirlik, korku ve zillet içindesiniz. İşte bu durum, sizin değil, aksine bizim doğru yol üzere olduğumuzu gösterir.”

Başka bir âyet-i kerîmede onların bu şüpheleri şöyle haber verilir:

“Küfre saplananlar, bir de mü’minler hakkında şöyle diyorlar: «Eğer Kur’an iyi ve faydalı bir şey olsaydı, şu ayak takımı kimseler ona inanmakta bizi geçemezlerdi»…” (Ahkâf 46/11)

Rivayet olunduğuna göre kâfirler, saçlarını tarıyor, yağlanıyor güzel koku sürünüyor ve övünebilecekleri zînetlerle süsleniyor; sonra da müslümanlann fakirlerine karşı böbürlenerek kendilerinin Allah katında, müminlerden daha değerli olduklarını iddia ediyorlardı. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 18)

Halbuki Allah Teâlâ, onlardan önce Âd ve Semûd kavimleri, Firavun ve Karun gibi, mal ve mülkleri bunlardan daha çok; zâhirî ihtişam, şa’şaa ve gösterişleri bunlardan daha üstün nice nesilleri helak etmiştir. Dünyevi imkânları onları helak olmaktan kurtaramamıştır. Dolayısıyla bu kâfirler de sahip oldukları fâni nimetlerle boşuna böbürlenmesinler, vakti gelince yok olup gideceklerdir. Aslında derin bir sapıklık içinde bulunan o kâfirlere, Allah Teâlâ’nın dünyada biraz mühlet vermesinin fazla bir önemi yoktur. Bu mühlet kısa bir sürede bitecektir. Onlar, ya Bedir savaşı gibi dünyada başlarına inecek helak edici musibeti veya her şeyin sonu demek olan kıyâmeti gördükleri zaman gerçeği tam olarak anlayacaklar: Kimin varacağı mekan itibariyle daha kötü, daha berbat olacağını; kimin orduca, askerce ve taraftarca daha güçsüz ve zayıf olduğunu çok net bir şekilde göreceklerdir. Dünyadaki ordu ve cemaatlerinin kendilerine fayda sağlayacağını sanan o bedbahtlar, âhirette hiçbir yardımcılarının olmadığını görünce, dünyada büyük bir yanılgı ve gafletin içinde olduklarını fark edeceklerdir.

Tüm varlığı ve içtenliğiyle Allah’ın yoluna bağlanan ve bütün gayreti bu yolda ilerlemek olan mü’minlere gelince:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
76. Allah, doğru yolda yürüyenlerin bu yola olan bağlılık ve teslimiyetlerini daha da artırır. Kalıcı olan sâlih ameller, Rabbinin yanında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha iyidir!

Cenâb-ı Hak böyle kullarını hep bağlandıkları o doğru yolda yürütür. O yola olan bağlılık ve teslimiyetlerini artırır. Onları yanlış kararlardan, kötülük ve günahlardan korur. Her işlerinde doğru kararlar verip güzel işler yapmada onları başarılı kılar. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Uğrumuzda cihad edip gerekli gayreti gösterenleri biz, elbette bize varan yollarımıza eriştireceğiz. Şüphesiz Allah, iyi davranan ve yaptığı işi güzel yapanlarla beraberdir.” (Ankebût 29/69)

Bu hayırlı işler, ebediyen kalacak ve hiçbir zaman zayi olmayacaktır. Onlara karşılık Cenâb-ı Hak büyük mükâfatlar verecektir. Bu amelleri yapanlar, çok güzel neticeler elde edeceklerdir. Bu amellerden maksat, farz, vacip ve nafile ibâdetler başta olmak üzere Allah Teâlâ’nın râzı olacağı her türlü söz, fiil ve davranışlardır. (bk. Kehf 18/46)

Hal böyleyken kâfirler aslı olmayan kuruntularla kendilerini oyalarlar:

77. Âyetlerimizi inkâr edip de: “Bana elbette bol bol mal ve evlat verilecektir” diyeni gördün mü?

Burada âhirete inanmayan kâfirlerin psikolojik yapılarını ortaya koyan canlı bir tablo dikkatlere sunulur. Âyetlerin iniş sebebi hakkında rivayet edilen şu hâdise de bu tabloyu daha net hâle getirir:

Fakir müslümanlardan olan Habbab b. Eret (r.a.) Mekke’de demircilik yapıyordu. Kendisine yaptığı bir işten dolayı müşriklerin ileri gelenlerinden Âs b. Vâil’de alacağı vardı. Habbâb alacağını isteyince Âs, Hz. Muhammed’i inkâr etmedikçe ona olan borcunu ödemeyeceğini söyledi. Habbâb da: “Allah’a yemin ederim ki sen ölüp tekrar dirilinceye kadar onu asla inkâr etmem” dedi. Âs: “Gerçekten ben ölüp tekrar dirilecek miyim?” diye sordu. Habbâb, “Evet” deyince Âs: “Öyleyse benim orada mutlaka malım ve evlâdım olacaktır; sana olan borcumu o zaman öderim!” dedi. (Buhârî, Tefsir 19/3, 4, 6)

O ve onun gibi olan kâfirler, kendilerine dünyada mal ve evlat verilse de bunların bir hayrını göremeyecekler, öldüklerinde hepsini dünyada bırakacaklar ve tek başlarına çırılçıplak Rablerinin huzuruna varacaklardır. Fakat şefaatlarını umup taptıkları putlardan bir fayda göremeyeceklerdir:

78. Acaba bu adam gaybın bilgisine mi vâkıf oldu? Yoksa her arzusunun yerine getirileceğine dair Rahmân’ın katından kesin bir söz mü aldı?

79. Hayır! Biz onun dediklerini yazacağız ve onun cehennemde çekeceği azâbı uzattıkça uzatacağız.

80. O sözünü ettiği mal ve evlatlarına biz vâris olacağız, nesi var nesi yok hepsi bize kalacak ve o huzurumuza tek başına gelecektir.


Burada âhirete inanmayan kâfirlerin psikolojik yapılarını ortaya koyan canlı bir tablo dikkatlere sunulur. Âyetlerin iniş sebebi hakkında rivayet edilen şu hâdise de bu tabloyu daha net hâle getirir:

Fakir müslümanlardan olan Habbab b. Eret (r.a.) Mekke’de demircilik yapıyordu. Kendisine yaptığı bir işten dolayı müşriklerin ileri gelenlerinden Âs b. Vâil’de alacağı vardı. Habbâb alacağını isteyince Âs, Hz. Muhammed’i inkâr etmedikçe ona olan borcunu ödemeyeceğini söyledi. Habbâb da: “Allah’a yemin ederim ki sen ölüp tekrar dirilinceye kadar onu asla inkâr etmem” dedi. Âs: “Gerçekten ben ölüp tekrar dirilecek miyim?” diye sordu. Habbâb, “Evet” deyince Âs: “Öyleyse benim orada mutlaka malım ve evlâdım olacaktır; sana olan borcumu o zaman öderim!” dedi. (Buhârî, Tefsir 19/3, 4, 6)

O ve onun gibi olan kâfirler, kendilerine dünyada mal ve evlat verilse de bunların bir hayrını göremeyecekler, öldüklerinde hepsini dünyada bırakacaklar ve tek başlarına çırılçıplak Rablerinin huzuruna varacaklardır. Fakat şefaatlarını umup taptıkları putlardan bir fayda göremeyeceklerdir:

81. Onun gibiler, kendileri için izzet ve kuvvet kaynağı olsun diye Allah’tan başka bir takım ilâhlar edindiler.

82. Hayır, hayır! Gün gelecek taptıkları o putlar, onların kendilerine tapınmalarını reddedecek ve onlara düşman olacaklardır.


Müşrikler, kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olması, Allah’ın yanında kendilerine yardımcı ve şefaatçi olmaları, böylece azaptan kurtulabilmeleri için bir kısım nesneleri put ediniyor, onlara tapıyorlardı. Fakat pek çok âyette haber verildiği gibi mahşer yerinde o putlar, kendilerine yapılan ibâdetleri reddedecekler, böyle bir şeyden haberleri bile olmadığını söyleyeceklerdir. Yardım etmek şöyle dursun tam aksine kendilerine tapanlara da düşman olacaklardır. Allah Teâlâ o putları hasredecek; onlara akıl verip konuşturacaktır. Onlar: “Ya Rabbi! Onlar seni bırakıp bize taptılar, onlara azab et” diyeceklerdir. İşte şu âyet-i kerîmeler bize bu manzarayı olduğu gibi seyrettirmektedir:

“Müşrikler, Allah’a ortak koştukları varlıkları görünce: «Rabbimiz! Seni bırakıp da kendilerine taptığımız ortaklarımız işte bunlar» derler. Onlar da derhal şu sözü bunların suratlarına çarparlar: «Siz, hiç şüphe yok ki birer yalancısınız!»” (Nahl 16/86)

“O gün onların hepsini huzurumuzda bir araya toplayacağız; sonra da Allah’a şirk koşanlara: «Siz de, ortak koştuklarınız da haydin yerlerinize!» diyeceğiz. Böylece, her birini lâyık olduğu yere koyarak aralarını tam olarak ayıracağız. Kendilerine tanrı diye taptıkları şeyler onlara şöyle diyecek: «Aslında siz bize tapmıyordunuz. Allah da aramızda şâhittir ki, sizin bize taptığınızdan hiç mi hiç haberimiz yoktu.»” (Yûnus 10/28-29)

İşte bunlar, şeytanlar kendileriyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan, onların tahriklerine alet olan olan zavallı ahmaklardır:

83. Görmedin mi, biz şeytanları kâfirlerin üzerine musallat ettik; onları durmadan günaha tahrik ediyor, kaynatıyor, oynatıp kıvrandırıyorlar.

84. Öyleyse sen onların bir an önce ceza görmelerini isteme! Çünkü biz onların günlerini ve nefeslerini sayıp durmaktayız.


Allah Teâlâ imtihan maksadıyla şeytanları serbest bırakmış ve: “Gücünün yettiği kimseleri o kandırıcı sesinle yerinden oynat, baştan çıkar…” (İsrâ 17/64) buyurmuştur. “Gerçekte şeytanın iman edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur” (Nahl 16/99) düstûru gereğince Allah’a iman eden ve O’na sığınanlar onların şerlerinden korunurlar. “Şeytanın zorlayıcı gücü, ancak onu dost edinenlerin ve onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir” (Nahl 16/100) düstûru gereğince de Allah’ı inkâr edenler, şeytanların her yönden saldırısına maruz kalırlar. Bu sebeple şeytanlar, tamamen hâkimiyetleri altına aldıkları kâfirleri, itaatten uzaklaştırıp isyana doğru sürüklerler. Devamlı kötülük yapmaya tahrik ederler. Onları alabildiğine azdırır, kaynatır, galeyâna getirirler. Onlar da şeytanların bu azdırmaları ve ayartmaları yönünde her türlü kötülüğü pervasızca işlerler. Âyet-i kerîmede onların bu hâli şöyle haber verilir: “Şeytanların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürükler, bir daha da yakalarını bırakmazlar.” (A‘râf 7/202)

Dolayısıyla onların bir an önce helak olmaları için acele etmeye gerek yoktur. Onlar, işledikleri fenalıklarla birlikte tabii seyri içinde peyderpey helâke doğru sürüklenmektedirler. Cenâb-ı Hak onlar için belli bir müddet tayin etmiştir. Yaşayacakları seneler, aylar, günler, saatler, hatta nefesler bellidir. Atacakları adımlar, yapacakları işler, yiyecekleri lokmalar bellidir. Rabbimiz bunları teker teker saymaktadır. Bunlar bitince, onlar için takdir edilen azap, hazin son gerçekleşecektir.

Aziz Mahmud Hüdâyi (k.s.) ne güzel söyler:

Günler gelip geçmektedir
Kuşlar gibi uçmaktadır
Ehl-i fesâdın yeri ateş
Ehl-i iman cennettedir.

Rivayete göre halife Me’mun bu sûreyi okumuş, yanında âlimlerden bir grup da olduğu halde bu âyet-i kerîmeye (84. âyet) kadar gelmiş, başıyla kendisine öğüt versin diye İbn Simâk’a işaret edince, o da şöyle demiş: “Nefesler sayılı olduğuna, bunların uzamaları söz konusu olmadığına göre; bunların tükenişi ne kadar çabuk olacaktır.”

Bu mânada şâir ne güzel söylemiştir:
“Hayatın belli nefeslerden ibarettir, sayılır; geçtikçe her bir nefesin,
Onunla hayatın bir parça eksilir.
Her gece sana hayat veren aslında seni öldürmekte,
Sana ninni söyler gibi görünenin maksadı aslında alay etmektir.” (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 150)

Bir hak dostu şöyle der: “Sana verilen müddet içinde alıp verdiğin nefesi ve amel yapma imkânını ganimet bil. Mazeretleri ve bahaneleri anlatmayı bırak. Çünkü sen sınırlı bir süre ve belirli bir ömür içindesin!”

Belirlenen bu süre göz açıp kapayıncaya kadar geçiverecek ve o büyük gün âniden insanların karşısına çıkacaktır:

85. Biz, kalpleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olup günahlardan sakınanları kıyâmet günü seçkin misafirler olarak Rahmân’ın huzurunda toplayacağız.

86. İnkârcı günahkârları da suya götürülen susuz bir sürü gibi cehenneme süreceğiz.


Dünya hayatında kalpleri Allah korkusu ve saygısıyla dopdolu olup günahlardan sakınan bahtiyarlar, mahşer günü seçkin misafirler halinde Rahman’ın huzuruna toplanacaklardır. Yani onlar, gelen heyetlerin padişahların ikram ve ihsanına erişmek için onlara doğru akın ettikleri gibi, Rablerine doğru topluca akın edeceklerdir. Allah Teâlâ da onları cennetlere yerleştirecek, nihâyetsiz rahmetinin bir tezâhürü olarak onlara sayısız nimetlerle ikram ve ihsanda bulunacaktır.

85. âyetteki اَلْوَفْدُ (vefd) kelimesinin “binekli” mânası da vardır. Buna göre müttakîler, cennet bineklerine binerek Allah’ın huzuruna gideceklerdir. Nitekim İmam Kuşeyrî (r.h.), bu mânayı dikkate alarak âyetle alakalı şu işârî izahı yapar:

“Bunlardan kimi ibâdet ve taatlerinin üstüne biner gelir. Kimi dünyada eyledikleri himmetleri ve hâlis niyetleri üzerine binip gelir. İbadet bineklerine binenler cennet isterler ve binekleri onları cennete ulaştırır. Himmet bineklerine binenler ise Cenâb-ı Hakk’ı talep ederler. Onların arzuları Allah’ın rızâsı ve cemâlullahtır. Bu himmetleri onları, Rahman’ın rahmetinin yakınına çeker, götürür. Şu halde cennet isteyen başkadır, Rahman’ı isteyen başkadır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 249)

Günaha dalmış inkârcı suçlular ise, susamış hayvan sürülerinin suvarılmak üzere suya sevk edildikleri gibi, hor ve hakir kılınarak, itilip kakılarak cehenneme sürüleceklerdir.

Peki o gün hiç şefaat olmayacak mı, kimsenin bir söz hakkı bulunmayacak mı:

87. O gün Rahmân’ın katında, kendisine söz ve izin verilenler dışında hiç kimse şefaat etme yetkisine sahip olamayacaktır.


Burada iki hususa temas edilir. Birincisi; şefaat ancak bu maksatla Rahman’dan izin alabilen, yani dünyadayken Allah’a inanıp, O’nun af ve mağfiretine layık bir hale gelen kimse için geçerli olacaktır. Kıyâmet günü sadece böyle kimseler için şefaat edilecektir. İkincisi ise, sadece Rahman’ın izin verdiği kimseler başkaları için şefaat edebilecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “O gün hiç kimsenin şefaati fayda vermeyecek; ancak Rahmân’ın izin verdiği ve konuşmasına râzı olduğu kimseninki müstesnâ.” (Tâhâ 20/109; ayrıca bk. Bakara 2/255)

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ben şefaat edip duracağım. Nihayet, Rabbim «Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah, diyen kimseler hakkında da şefaatimi kabul buyur» diyeceğim. Rabbim şöyle cevap verecek: «Ey Muhammed! O sana değil, bana aittir.»” (Müslim, İman 326)

Şunu belirtmek gerekir ki, kişinin “lâ ilâhe illallah” demesi, onun bütün şirk şaibelerinden gönlünü temizlemesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla şirk günahı içinde ölenler, hele Allah’a çocuk isnat etmek gibi en büyük şirki işleyenler kurtluş ihtimallerini tamamen kaybetmişlerdir:

88. Bazıları: “Rahmân çocuk edindi” dediler.

89. Ey, böyle söyleyenler! Gerçekten siz çok çirkin ve korkunç bir iddia ortaya attınız!

90. Neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı;
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. Rahmân’a çocuk isnat ettiler diye!

92. Halbuki çocuk edinmek asla Rahmân’ın şânına yakışmaz!

93. Çünkü göklerde ve yerde bulunan herkes, istisnâsı olmaksızın, ancak Rahmân’a kul olarak gelecektir.

94. Şüphesiz Allah onları ilmiyle ve kudretiyle her yönden kuşatmış; onları ve amellerini birer birer saymıştır.

95. Onların hepsi kıyâmet günü O’nun huzuruna tek başına gelecektir.


Allah’a çocuk isnat etmek gerçekten çok büyük bir günahtır. Müşrikler, yahudiler ve hıristiyanlar bu suçu işlemişler; müşrikler meleklerin Allah’ın kızları olduğunu; yahudiler Uzeyr’in, hıristiyanlar da Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylemişlerdir. Bu çirkin iddia, Cenâb-ı Hakk’ın son derece gazap buyurduğu bir sapıklıktır. Öyle ki, eğer Allah merhamet buyurmasa, sırf bu günahları sebebiyle gökler çatlayabilir, yer yarılıp paramparça olabilir, dağlar yıkılıp darmadağın kesilebilir! Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyetine, azamet ve vahdaniyetine çocuk edinmek asla uygun düşecek bir durum değildir. Ayrıca ister melek, ister cin, ister insan olsun veya başka kim olursa olsun, göklerde ve yerde bulunan herkes Allah’ın yarattığı kullardır.

Allah Teâlâ, onların her halini bilmektedir. Onları her yönden kuşatmakta; ömürlerini, amellerini, hatta nefeslerini saymaktadır. Sayıları çok olmasına rağmen onlardan hiç kimse O’nun ilminin kuşatmasından, kudret ve hâkimiyetinin yakalamasından hariç değildir. Allah onların hepsini öldürecek, tekrar diriltecek ve kıyamet günü her biri tek tek Rabbinin huzuruna gelip hesap verecektir. O halde bunlardan herhangi birinin –hâşâ- ilâh veya Allah’ın çocuğu olduğu nasıl düşünülebilir?

Sonuçta, hem Allah’ın hem de kulların sevgisini kazanmanın ve ebedi kurtuluşa ermenin yolu olarak Kur’an’ın öğrettiği şekilde inanıp sâlih ameller işlemek gösterilir:

96. İman edip sâlih ameller işleyenler için Rahmân, gönüllerde bir sevgi meydana getirecektir.

Kulun Allah tarafından ve insanlar tarafından sevilmesine vesile olan en mühim vesileler “iman ve sâlih ameller”dir. Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Yüce Allah bir kulu sevdi mi, Cebrâil’e: «Allah filânı seviyor, onu sen de sev» diye emreder. Bunun üzerine Cebrâil de o kulu sever, sonra gök halkına: «Allah filanı gerçekten seviyor; onu siz de sevin» diye hitap eder. Göktekiler de o kimseyi severler. Sonra da yeryüzündekilerin gönlünde o kimseye karşı bir sevgi uyanır. İşle Yüce Allah’ın: «Onlar için Rahman gönüllerde bir sevgi meydana getirecektir» (Meryem 19/96) buyruğu bunu anlatır.” (Buhârî, Edeb 41; Tevhid 33; Müslim, Birr 157)

Görüldüğü üzere iman tohumu kalp toprağına düşüp sâlih ameller suyuyla sulanınca artar ve meyve verinceye kadar gelişir. Onun meyvesi; Allah’ın, peygamberlerin, meleklerin ve bütün mü’minlerin sevgisidir. Nitekim Allah Teâlâ: “O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir durur” (İbrâhim 14/25) buyurur.

Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Üç şey kardeşinin kalbine sevgiyi yerleştirir:
Ona önce senin selam vermen,
Mecliste ona yer vermen,
Onu en sevdiği isimlerle çağırman.”

İşte Kur’ân-ı Kerîm’in iniş gayesi, insanlara Allah’ı sevmenin ve hem Allah hem de kulları tarafından sevilmenin yollarını tüm ihtişamıyla göstermektir:

97. Biz bu Kur’an’ı senin dilinde indirip anlaşılmasını kolaylaştırdık ki, kalpleri Allah korkusu ve saygısıyla dopdolu olup günahlardan sakınanları onunla müjdeleyesin; boş bir inatla küfürde direnenleri de yine onunla uyarasın.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamberimiz (s.a.s.)’e Arap diliyle indirmiş, onu hem lafız hem de mâna itibariyle onun lisânına kolaylaştırmıştır. Bu vesileyle Allah Resûlü (s.a.s.), aldığı Kur’an vahiylerini kolaylıkla ezberliyor, mânasını anlıyor, çevresindekilere okuyup izah ediyordu. Kur’an’ın indirilmesinin en mühim gayesi ise şudur:
Mü’minleri, dünyada gönül huzuruyla yaşanacak bir hayat ile, âhirette de ebedî cennet ve nimetlerle müjdelemek.
Küfür ve isyanda inat edip hakikate sağır davrananları ise dünyada kötü bir âkıbet ile, âhirette de ebedî cehennem ve oradaki muhtelif azaplarla korkutmak.

O halde ey insanlar, anlatılan bu gerçekleri cidiiye alarak uyanın ve düşünün:

98. Onlardan önce biz nice nesilleri helâk ettik. Şimdi sen onlardan geriye kalan bir tek kişi görebiliyor, yahut onlara ait cılız da olsa bir ses duyabiliyor musun?

Bu âyetle tekrar kâfirler ikaz edilmekte ve Peygamberimiz (s.a.s.) teselli buyrulmaktadır. İslâm düşmanlarının inanmamalarına aşırı üzülmeye gerek yoktur. Bu bir ilâhî sır ve nasip meselesidir. Önceden helak edilmiş olan nice toplumlardan, şu an yaşayan hiç kimse kalmadığı, onlara ait cılız bile olsa en küçük bir ses duyulmadığı gibi, bunlar da bir gün helak edilecek, yok olup gidecekler; içlerinden ne bir kimse kalacak, ne de bunlara ait bir ses işitilecektir!

Meryem suresinde birçok peygamberin kıssası zikrolunmuştur. Bunlardan Hz. Zekeriyâ, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa hakkında çok geniş; İbrâhim (a.s.) hakkında biraz geniş, Mûsâ (a.s.)’dan kısa bir cümleyle, diğer peygamberlerden de icmâlen bahsedildi. Tâhâ sûresinde ise bu sûrede kendisinden özetle bahsedilen Mûsâ (a.s.)’ın kıssası geniş bir şekilde anlatılacaktır. Yine bu sûrede sadece ismi geçen Âdem (a.s.)’ın kıssasının bir miktar tafsilatı da Tâhâ sûresinde verilecektir:
 
Üst Alt