T İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik

ceylannur

Yeni Üyemiz
TEKFİR

Bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek
Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek küfre girebilir Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini tarih boyunca mezhepler arasında ihtilaf konusu olmuştur Hatta bir mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir Bu konudaki tartışma, Haricîlerin ortaya çıkışıyla, yani Hz Ali'nin döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir
Hz Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz Ali ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan bir gurup başkaldırmış ve Hz Ali'yi, Allah'ın hükmünü bırakarak beşerin hükmüne başvurmakla itham etmiş ve Hz Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi Haricî olarak adlandırılan bu gurubun bu davranışlarıyla İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilahare çeşitli nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların gündemini işgal etmeye devam etmiştir
Bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler olduklarını ortaya koymaktadır
Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
a) Haricîler
Değişik fırkalara bölünmüş olan Haricîler, büyük günah işleyen ve tövbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde kalacağına dair ittifak etmişlerdir Ancak böyle bir günah işleyen kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda aralarında ihtilaf vardır Bazılarına göre ise, mümin değildir ama muvahhiddir Küfre girmiştir ama onun küfrü, küfran-ı nimet kabılinden bir küfürdür Tövbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde ebedî olarak kalacaktır
Haricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın, Hz Âdem'e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren şu ayeti delil olarak zikrederler; "Bir zamanlar biz, meleklere (ve cinlere); "Adem'e secde ediniz " dedik İblis hariç hepsi secde ettiler O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu" (el-Bakara, 2/34) Onlara göre şeytan Allah'a itaatkâr ve O'nu bilen biriydi Hz Âdem'e secde etmekten kaçınarak büyük günah işlemiştir Bu nedenle kâfir olarak lanetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur (Şehristânî, Nihayetu'l-İkdam fî İlmi'l-Kelâm, Bağdat ty 471)
Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi, Allah'a başkaldırma ve O'na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir ve bu nedenle de imandan çıkmış küfre girmiştir
b) Mutezile
Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez ama bu kimse mümin de değildir İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır Tövbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır
Mümin, övgüye lâyık bir kimsedir Oysa büyük günah işleyen kişi, Kur'an'da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır Bu durumda olan kişi kâfir de değildir (Kadî Abdulcebbar, Şerhu Usûli'l-Hamse, Kahire, 1965, 712)
Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri âyetler: "Mümin olan hiç fasık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar" (Secde, 32/18)
"Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir Onlar orada devamlı kalırlar" (el-Bakara, 2/81)
"Kim bir mümini kasten öldürürse cezası ebedî kalmak üzere cehennemdir" (en-Nisâ, 4/93)
Mutezile, bu ve benzeri ayetlere dayanarak büyük günah işleyenin mümin olmaktan çıktığı ve fasık olduğunu, cehennemde de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir
Hadislerden getirdikleri deliller ise; "Emanete riayet etmeyen kimsenin imanı yoktur" hadisiyle benzeri hadislerdir (bk Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, çev: S Uludağ, İstanbul 1980, 265)
Mutezile'nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah işleyen biridir veya hep iyilik Yahut iyiliğin yanında kötülük de işlemektedir Sadece iyilik işliyorsa mümindir ve kurtuluşa ermiştir Sırf kötülük işliyorsa, o zaman taatı yok demektir ve kâfirdir Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez Ya iyiliği, yani taatı fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır Hangisi fazla ise, kişi ona nisbet edilir iyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine hükmolunur (Kadî Abdulcebbar, age, 624)
c) Mürcie
Haricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak davranan fırka Mürcie'dir Onlara göre amelin iman üzerinde herhangi bir etkisi yoktur İman, Allah ve Resulunu bilmektir Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaktır (Eş'arî, Makalâtu'l-İslâmiyyîn, Wıesbaden 1980, 132) Büyük günah işlemenin de ona bir yararı yoktur
d) Ehl-i Sünnet
İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî arzular da olabilir Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler İşlediği günah büyük de olabilir Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez Ama sırf Allah'ın emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri mümin değil, kâfirdir
Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını söylemek mümkün değildir Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı imanın temel direği, taatleri (Allah'ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınmayı) da dalları olarak değerlendirmişlerdir iman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana gelir Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemeyeceği gibi, birkaç dalı eksik olan ağaç da ağaç olmaktan çıkmaz Eksik bir ağaçtır sadece Selef, iman eksilir ve artar derken dallar mesabesinde olan taatlerin eksilip artabileceğini kastederler Böylece taatleri de imandan sayarlar Yani amel imanın bir cüz'üdür Ancak bu cüz'den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz imam Eş'arî (ö 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve artmayı kabul ettiği görüşünde oldukları belirtir (Risaletu Ehli's-Sağr, Mısır-1987, 93; Ayrıca bk Enfal, 8/2; Tevbe, 9/124; Fetih, 48/4)
Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine sokar Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil bir iman değildir Kâmil iman, Allah'ın emirlerine riayet ve yasaklarından sakınmakla gerçekleşir Küfür nasıl kademe kademe ise, iman da öyledir Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında; iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden farklıdır
Günah işleyen kimsenin küfre girmeyeceği ayetlerle de sabittir Adam öldürmek büyük günahlardandır Bununla birlikte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, adam öldürmek hadiselerinde üzerinize kısas farz kılındı" (el-Bakara, 2/178) Ayetin devamında da şöyle buyurulmaktadır: Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman kısas düşer" Görüldüğü gibi ayet katili, öldürülenin velisinin kardeşi olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin kastedildiği apaçıktır Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır:
Müminlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz" (Hucurat, 49/9) Bu ayette de, birbirleriyle savaşan iki gurubu da mümin olarak nitelemektedir
Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak bilinen kimselerin tövbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı, onlar için dua edilerek affedilmelerinin istenebileceği konusunda, Peygamber (sas)'in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmet'in kesintisiz icmaı vardır Halbuki bu gibi şeylerin müminden başkası için caiz olmadığı meselesinde ümmet yine ittifak halindedir (Taftazânî, age, 264)
Ehl-i Sünnet, Mutezile tarafından delil olarak ileri sürülen ayetlerde kastedilenlerin, mümin oldukları halde o günahları işleyen ve böylece küfre girenler olmayıp daha önce de kâfir olanlar olduklarını söylemektedir
Tekfire sebep olan hususlar:
Allah'ın varlığını inkâr etmek, Ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O'na ortak koşmak, Kur'an'da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr etmek insanı küfre düşürür Mutezile ve müteahhir Ehl-i Sünnet kelamcılarının, bazı sıfatları te'vil etmeleri her ne kadar sağlıklı bir yol değilse de küfre sebep değildir Allah'a, sıfatlarının zıddını isnad etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade eden sıfatlarla O'nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek yine küfürdür
Peygamber ve peygamberlik müessesesi konusunda küfre götüren hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini inkâr etmek, Kur'an'da ismi geçen peygamberlerden birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine uluhiyet isnad etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek onlarla alay etmek, evliyanın peygamberlerden üstün olduklarını iddia etmek küfürdür
Kur'an-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, Kur'an'da zikredilen şeylerin varlığına inanmak, Kur'an'dan olmayan bir şeyi Kur'an'a ilave etmek veya Kur'an'ın mahluk olup olmadığı meselesi Ehl-i Sünnet ve Mutelize arasında tartışma konusu olmuş ve bundan dolayı taraflardan bazıları birbirlerini tekfir etmiş iseler de böyle bir meseleden dolayı tekfir doğru değildir
Allah'ın indirdiğinden başkasını ona üstün tutan ya da başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerinin devrinin geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur Ehl-i Sünnet'in mutemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen "Şerhu'l-Akaidi't-Tahaviyye" isimli eserde hükümle ilgili olarak şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun ister idare edilen halktan herhangi biri olsun her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah'ın emirlerini küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur Ama Allah'ın emirlerinin üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde ahirette cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirlere muhalefet ediyorsa küfre girmez (İbnu Ebi'l-İzz el-Hanefî, Şerhu'l-Akideti't- Tahâviyye, Beyrut 1988, 323-324)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TEKFIR MES'ELESI Fıkıh kitaplarımızın "Elfâz-i Küfür" başlığı altında verdikleri ve çok basit fiilleri dahi küfür sayan ifadelerle; "bir kimsenin doksan dokuz işi kâfirce, biri müslümanca olsa onu yine müslüman saymalıyız" kanaatini nasıl bağdaştıracağız? Bir kimseyi kâfir sayabilmemiz için ne yapmış olması gerekir?
Bir çok yönü olan ve pek çok izahlar gerektiren bu meselenin bazı yönlerini belirtip, bir-iki ölçü vermeye çalışacağız: Öncelikle insan için en büyük olayın ve varlığın "iman" en korkunç şeyin de "imansızlık" olduğunu bilmek gerekir "Bir kişinin imanına vesile olabilmek, insan,için üzerine Güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır" buyurulmuştur Müslümanlar, olabildiğince çok kişinin iman nimetine kavuşmasını ve küfür karanlıklarından kurtulmasını arzu ederler Esasen o bunun için yaşar, bunun için yaşamalıdır
"Her günahta küfre açılan bir kapı vardır" denmiştir Küfür ise insanın bütün iyi amellerini götürür Bu kadar korkunç bir uçuruma düsülmemesi için âlimlerimiz âdeta titremişler ve küfre açılan her kapıyi küfür diyerek kapamak istemişlerdir "Elfâz-i küfür" denilen sözlerin çoğu bununla beraber aynı zamanda "uluhiyyet" dairesine tecavüz sayılabilecek anlamlar taşırlar Meselâ: Ben onunla Cennet'e dahi girmem" ifadesinde dolaylı olarak Allah'ı reddetme anlamı vardır Eğer o Cennet'e girerse, onu oraya koyacak olan Allah'tır ve yaptığını bilerek yapmıştır (Alîm'dir), yaptığı yerli yerindedir (Hakîm'dir) Bu sözü söyleyen adam sanki: "Bu, Cennet'e girmeye layık değildir, oraya konulursa isabetsizlik yapılmış olur" demiş gibidir Bu da Allah'â hata nisbet etmektir ki küfürdür Bu söz de dolayısı ile küfür olmuş olur Ancak -Allah'u a'lem- bunu şöyle anlamak gerekir: Bu söz, dolaylı olarak ifade ettiği mânâ ile küfür anlamı taşır O dolaylı mânâyı ancak kâfirler öyle düşünebilirler Müslüman öyle düşünemez, düşünmemelidir Yoksa; "Bu sözü söyleyen hüküm bakımından kâfir olmuştur Yani, bütün amelleri boşa gitmiştir, karısı boş olmuştur, katli gerekmiştir, mirastan mahrum olmuştur vb" demek doğru değildir Belki; "Böyle tehlikeli bir zemine götürecek bir adım atmıştır, Islâm bağına küfür ormanının dikenini dikmiştir Derhal tevbe etmeli ve papatyaları kurutacak bu dikeni oradan söküp atmalıdır biçiminde anlamalıdır Bu ifadenin sahibi bununla bizzat küfrü (Allah'ı kabullenmemeyi) kastetmiş olmadıkça kâfir sayılmaz (Karafi, el-Furuk, IV/295) "Elfaz-i küfür" denilen bu sözlerin pek çoğu ile de "küfür" fetvası verilemez denilmiştir( Tekmiletül-Furuk, 22)
Diğer söze gelince: Halk arasında böyle söyleniyorsa bu yanlıştır Çünkü "yüz amelinden birisi müslümanca olmayan" hiç kimse düşünülemez En katmerli kâfirlerde bile, merhamet, cömertlik, iyilik severlik, büyüge saygı vb müslümanca bir davranış mutlaka bulunur Bu takdirde kimseye kâfir denilememesi gerekir Oysa bu söylentinin aslı şudur: "Bir kimsenin küfür mü, değil mi, diye tereddüt edilen bir işi, ya da sözü, doksan dokuz ihtimalle küfre yorulsa (hamledilse), bir ihtimalle de imana hamletme imkânı bulunsa biz onu imana hamleder ve o iş ya da sözüyle ona kâfir denilemeyeceğini söyleriz" Bu gerçeği ÖN Bilmen merhum şöyle anlatır: "Herhangi bir müslümanın sözünü güzel bir vecihle tefsir ve tevil kâbil oldukça fena bir cihete hamletmek, ona göre fetva vermek câiz değildir Hatta bir hususta küfrü müstelzim (gerektiren) bir çok vecihler bulunduğu halde küfre münafi (zıt) yalnız bir vecih bulunsa, bu bir veche göre fetva verilmesi muvafık olur Hakikat-i halin (işin gerçeğinin) neden ibaret olduğu ise ilm-i ilahîye havale olunur(Bilmen, IV/8 (ed-Durru'1-Muhtâr, Hindiye ve Kâdihândan))
Yoksa Islâm'dan olduğu açıkça (bedihî olarak) bilinen bir esası inkâr eden birisi, yüz işinin doksandokuzu müslümanca olsa dahi maalesef, kâfirdir
"Müslümanın her fiili müslümanca olmayabilir Müslüman kâfire ait fiiller de işleyebilir Kâfirin de her fiili kâfirce olmayabilir Onda da müslümana ait meziyetler bulunabilir" mealinde bir söz vardır Fıkıh, ya da akâid kitaplarında zikredilen "Elfaz-i küfür" (küfür sözler)'in anlaşılmasına bu söz de yardımcı olur Yani bu sözler kâfire ait fiillerdendir Bunu müslüman yaparsa, kâfire ait bir vasfı üzerinde taşımış olur Ama sırf bununla zahiren onun kâfir olduğuna hükmedilemez Içini ise ancak Allah bilir Tıpkı: "Münafıkın alameti üçtür: Konuştugunda yalan söyler, vadettiğinde cayar, emanet edildiğinde hiyanet eder" hadis-i şerifinde olduğu gibi Yalan, hulf ve hiyanet münafık işidir Ama bir müslüman bunları sırf yapmakla münafik olmuş olmaz, bir münafik işi yapmış olur Bu konuda Ibn Nüceym der ki: Küfür sözlerin çoğu ihtilâflıdır Böyle ihtilafli sözlerle insanlar tekfir edilemez Ben böyle bir fetva vermemeye kesin kararlıyım"(Ibn Abidîn, NI/285 (Amira)) Bizim ilk imamlarımızın koyduğu ölçü şudur: "Kişiyi imandan çıkaran şeyler ancak onu imana sokan şeyleri inkâr etmektir" Ibn Âbidîn "Câmiul-Fusûleyn"de bunun bir ölçü olarak kaydedildiğini söyler(agk) Ayrıca: "Müslümandan küfür ithamini kaldıran her söz, zayıf olsa bile tercihe daha layıktır"(Ibn Abidîn, Resmü'l-Müfti, 34)
Mes'elenin fıkıh usulü kitaplarımızı ilgilendiren yönü de vardır Meselâ farzları inkâr etmenin küfr olduğu söylenir ama hemen şu ölçüye dikkat çekilir: "Farzların bedihi (apaçık) olanları vardır ki, bunları her kim inkâr ederse kâfir olur Iman, namaz, hac, zekât gibi Buna göre meselâ, namaz, dua demektir, böyle yatıp kalkmak diye bir şey yoktur diye te'vil eden dahi kâfir olur Ya da meselâ, erkek kardeşim babamın mirasından iki alırken ben bir almayı kabul etmem; böyle şey olmaz diyen kadın kâfir olur Çünkü bu bedihidir Ama arkada kızını ve oğlunun kızını bırakan varisin kızı mirasın yarısını değil de tamamını istese ve diğerinin hakkını reddetse kâfir olmaz Çünkü bu bedihi değildir Bunu çoğu hocalar bile bilemezler Böyle bedihi olmayan farzları inkâr eden te'vil ederek inkâr ediyorsa kâfir olmaz Kesin delillerle sabit olmuş böyle bir farzı tutarsız te'villerle dahi te'vil eden ve farzıyetini kabul etmeyen kâfir olmaz, fasık olur (Mevlana Muhammed Emin el-Lüknevî, Kamerul-Ekmâr, I/293) Ayrıca bir de ictihâdi farzlar vardır Meselâ Hanefilere göre erkeğin diz kapağı ile göbeği arasını kapatması, gusülde ağzına-burnuna su vermesi farzdır Birincisi Malıkî, diğeri Şafiî mezhebinde farz değildir Bunlardan birisini benimseyenin, diğerinin farz dediğini inkâr etmesi küfür de değildir, fisk da değildir Bunun gibi, zannî delillerle sabit olan vacipleri (amelî farzları) zannî oldukları için inkâr edenler de kâfir olmazlar Meselâ, kurban kesme hakkında dalaleti kesin bir delil yoktur, onun için ben kurban diye bir şey kabul etmiyorum ve kesmiyorum, diyen birisi kâfir olmaz, ama fasık olur Ancak bunu böyle değil de, "kurban kesme, caniyâne bir şey Ben öyle bir ibadet kabul etmiyorum" diye delilinin zanîliğine bakmaksızın küçümsemek küfürdür
Bir de İslam'ın duyurulmadığı bir ülkede herhangi bir farzı bilmediği için reddeden, ama Islâm'dan olduğu söylendiğinde kabul eden birisi de (Allah'u-a'lem) kâfir olmaz Hatta İslam'ın duyurulmuş olduğu yerlerde bile bedihî (apaçık) olmayan farzlar için de aynı şey söylenebilir
Görüldüğü gibi, küçük bir söz ya da fiilden dolayı müslümanları tekfir etmek, müslümanca bir davranış değildir Rasulüllah (sav) hiç böyle yapmamıştır Ashabı arasına giren ve kimliklerini tanıdığı münafıkları dahi ifşa etmemiştir Onun ashabı, tabiîn ve tebe-i tabiîn de tekfirden siddetle kaçınmışlardır Bu işi daha çok H 8 asırdan sonra, yaygın bir hastalık haline gelmiştir(Cemaleddin Kâsimî, el-Cerh vet-Tâdil, 39 vd) Imam Ebu Hanife oğlu Hammâd'ı itikadî konuları tartışmaktan yasaklarken, oğlunun, kendisinin de konuştuğunu hatırlatması üzerine: "Biz tartışırken, aman karşı tarafı küfre nispet ederiz endişesiyle, kafamızda kuş varmış da uçacakmış gibi konuşuyoruz, oysa siz, pervasız davranıyorsunuz" cevabını vermiştir
Aliyyu'1-Kâri der ki: "Bid'at ehlinin kötü taraflarından biri, birbirlerini tekfir etmeleridir Ehli sünnetin güzel yönlerinden biri ise tekfir etmeyip, hatalı saymalarıdır"(Serhii 1-Fıkhı 1-Ekber, 243) Onun için ehli sünnet olarak bizler itikaden bozuk mezhepleri bile kâfir değil, batıl mezhepler olarak vasıflandırırız Bu yüzden: "Bir kâfiri müslüman sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir" denmiştir
Böyle hassas ve tehlikeli bir konuda Rasûlullah'ın şu öğütlerini göz önünde bulundurmak gerekir: "Bir mü'mini küfr ile itham eden onu öldürmüş gibi olur" (Buharî, Iman 7; Tirmizî, Iman 16)
"Bir kimse müslüman kardeşini tekfir ederse, küfür ikisinden biri üzerine döner"(Müslim, Iman 26; Müsned, N/142)
"Her hangi bir müslüman diğer bir müslümanı tekfir ettiğinde o kâfirse kâfirdir, değilse kendisi kâfir olur"(Ebu Davûd, Sünnet 15)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TELBİYE

İcabet etmek Hac sırasında lebbeyk demek anlamında kullanılır
Hac veya umreye niyetlenen kimse ihrama girdiği zaman ve daha sonra hac veya umrenin bir takım vecibelerini tamamlayıncaya kadar "lebbeyk zikri"ni okur
Telbiye Şekli
Abdullah b Ömer (ra)'dan naklen gelen bir hadis telbiyenin şeklini şöyle belirler:
Abdullah b Ömer (ra)'dan; şöyle demiştir:
Ben telbiyeyi Rasûlüllah (sav)'in (mübarek ağzından) aldım (öğrendim) O şöyle buyuruyordu:
"Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk İnne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'lmülke lâ şerike leke"
"Tekrar tekrar icabet sana Ya Rabbi, tekrar icabet sana, tekrar icabet sana Senin ortağın yoktur Her emrini ifaya hazırım Hiç şüphe yok ki, hamd ve nimet sana mahsustur Mülk (kâinatın mutlak hükümranlığı) senindir (Bunların hiç birinde) senin ortağın (ve benzerin) yoktur" (Müslim, Sahih, Kitabü'l-Hacc, 3; İbn Mâce, Sünen, Menasik, 15; Ebû Dâvud, Menasik, 26)
Telbiyede Allah'ın davetine icabet edilmekten söz edilmektedir Nitekim ihrama giren bir kimse Allah'ın davetine icabet etmiş olmaktadır
Kadı İyaz'ın beyanına göre bu icabet Hz İbrahim (as)'den kalmıştır İbn Abbas'tan rivayet olunan bir hadis-i şerifte buyurulur:
İbrahim (as), Kâbe'yi bina edip tamamladıktan sonra kendisine "Hac için insanları davet et" emri verildi İbrahim (as):
-Benim sesim onlara ulaşmaz, dedi Allah Teâlâ;
-Sen davet et, sesini duyurmak bana aittir, buyurdu Bunun üzerine İbrahim (as):
-Ey insanlar, Beyt-i Atik'i haccetmeniz size farz kılınmıştır, diye nida etti Bu sözü yerle gök arasında bulunanların hepsi işitti "Görmüyor musunuz? İnsanlar en uzak yerlerden icabet edip geliyorlar” (İbn Hacer, Fethü'l-Bârî, 4/152)
Telbiyenin hikmeti
İnsanların Kâbe'ye misafir olarak gelmelerinin Allah'ın kendilerine büyük bir lütuf ve ihsanı olduğuna; zira buraya ancak Allah'ın kendilerini davet etmesiyle gelebildiklerine dikkatlerini çekmektir (Ebû Dâvud, Sünen, terc heyet, Kitabü'l-Menasik, 7/110)
Bu sebeple telbiye eden bu lütuf ve ihsana karşı sanki, "Hamd ancak sana mahsustur, çünkü nimet ancak senden gelir" demiş gibi olur
Telbiyenin yapılışı
Telbiye dille ve erkeklerde yüksek sesle yapılır
Zeyd b Halid'ten rivayet edildiğine göre; Resulullah (sav) şöyle buyurdu, demiştir:
"Cebrail bana geldi ve "Ya Muhammed, ashabına telbiyeyi yüksek sesle yapmalarını emret, çünkü telbiye haccın alâmetlerindendir" dedi (İbn Mâce, Sünen, Menâsik, 16; Tirmizî, Sünen, Hac, 15; Mâlik, Muvatta, Hac, 34) (Abdurrahman el-Benna, el-Fethu'r-Rabbanî, XI, 180)
Ulema, kadının ancak kendi duyacağı kadar kısık bir sesle telbiye getireceğinde ittifak etmişlerdir Zira, İbn Ebî Şeybe'nin rivayetine göre Hz Abbas, "Kadın yüksek sesle telbiye getiremez"demiştir (Aynî, Umdetü'l Kâri, IX, 171)
İbn Ömer hadisi de şöyledir: "Telbiye esnasında kadınların seslerini yükseltmeleri gerekmez" (Beyhâkî, es-Sünenü'l-Kübra, V, 46)
Telbiyenin şartı
Telbiyenin şartı dille yapılmasıdır Kalp ile telbiye getirmek telbiye sayılmaz
Telbiyenin hükmü
Telbiyenin hükmü konusunda başlıca üç görüş vardır:
1) Hanefilere göre telbiye, ihrama girmenin şartlarındandır Telbiyesiz ihram sahih olamaz
Ümmü Seleme (ra)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle deniyor:
"Ben Resulullah (sav)'i; -Ey Muhammed ailesi, sizden kim hac yapacak olursa kesinlikle telbiye getirsin!" derken işittim (Abdurrahman el-Benna, el-Fethu'r-Rabbanî, XI, 178)
İhrama girildiğinde telbiyeyi bir kez okumak farzdır Bundan fazlası (hal ve hareketlerin değişikliğinde tekrarlamak) sünnettir Her sabah ve her akşam, telbiyeyi sık sık okumak müstehabtır
2) Mâlikîlere göre telbiye vacibtir Terk edilirse kurban kesmek icâb eder Mâlikîler telbiyeyi ihramın rüknü kabul ederler Telbiyesiz ihram olmaz (İbn Mâce, Sünen, terc Haydar Hatiboğlu, Menasik, VIII, 107)
İmam Şafiî ile İmam Ahmed'e göre telbiye sünnettir Bu imamlara göre Resul-u Ekrem (sav)'in bir işi sadece yapmış olması, o işi yapmanın farziyyetine delâlet etmez
Telbiyede ilave
1) İmam Ebû Hanife ve İmam Ahmed'e göre Resulullah (sav)'in öğretmiş olduğu telbiyeye başka kelimeler ilave etmekte bir sakınca yoktur
Nitekim Resulullah (sav)'den şöyle rivayet edilir:
Cabir b Abdillah'dan; şöyle demiştir:
Resulullah telbiye getirerek sesini yükseltti (Hz Câbir, Resulullah (sav)'in okuduğu) telbiyeyi İbn Ömer hadisinde anlatıldığı gibi anlattı Dedi ki: Halk, "Yüksek dereceler sahibi (Allah'ım)" gibi kelimeler ilave ediyorlardı Peygamber de (söylenenleri) işittiği halde ses çıkarmıyordu" (İbn Mâce, Sünen, Kitabü'l-Menasik, 5; Ahmed b Hanbel, III, 320; Ebû Davud, Sünen, Menasik 26)
2) Hanefi imamlarından Ebû Yusuf'a göre Resulullah (sav)'in öğrettiği telbiyeye başka kelimeler ilave etmek mekruhtur İmam Şafiî de eklenmemesi görüşündedir (Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, II, 74)
Hanefî ulemasından Tahavî de Amir bin Said bin Ebî Vakkas'ın rivayet ettiği şu hadise dayanarak bu görüşü tercih etmiştir:
"Sa'id b Ebî Vakkas (ra), "Ey yüksek dereceler sahibi (olan Allah'ım), emrine tekrar tekrar icabet ediyorum, emret" şeklinde telbiye getirmekte olan bir adamı görünce, "Biz Resul-u Ekrem zamanında telbiyeyi böyle getirmezdik" demiştir" (Tahavî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, II, 125)
Ancak şu hadîs-i şerifler telbiyeye ta'zim ifade eden başka kelimeler ilave etmekte bir sakınca bulunmadığını gösteriyorlar:
Peygamber (sav) Arafat'ta iken telbiye getirdiği zaman, "Hayır, ancak ahiret hayrıdır" sözlerini de ekledi (Hâkim, Müstedrek, I, 465)
Peygamber (sav)'in telbiyesi; "Gerçekten hac yaparak ve kulluk ederek tekrar emrine icâbet ediyorum" şeklinde idi (Mecmaü'z-Zevâid, III, 223)
Ebû Hureyre (ra)'den rivayet olunmuştur Dedi ki: Resulullah (sav)'in telbiyesi: "Ey Ma 'bud-u Hakiki olan Allah'ım! Emrine tekrar tekrar icâbet ediyorum " şeklinde idi (Dârekutnî, Sünen, II, 225; Beyhâkî, Sünenü'l Kübra, V, 145)
Telbiyeye son vermek
Hacı adayının Akabe Cemresini taşlayıncaya kadar telbiyeye devam etmesi gerekir
"Fadl b Abbâs'tan rivayet edildiğine göre Resulullah (sav), Cemre-i Akabe'de taşları atıncaya kadar telbiyeye devam etmiştir (Buharî, Sahih, Hac, 101; Müslim, Sahih, Hac, 267)
Nesâî'nin rivayetinde de, "(Taşları) atıncaya kadar telbiyeyi devam etti Taşları atınca telbiyeyi de kesti" deniliyor (İbn Hacer, Telhîsü'l-Hâbîr, 218)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TELIF, TERCÜME VE TELIF HAKKI NE DEMEKTIR? Telif, herhangi bir yazarın kendi görüşlerini yazmak veya başkalarından iktibaslar etmek ve kendinden de bir şeyler eklemek suretiyle bir eser meydana getirmesidir Burada eserden kastettiğimiz, uzun veya kısa, geniş ya da dar hacimli bir metin veya ibaredir
Tercüme ise, herhangi bir eseri bir lisandan başka bir lisana çevirmek, aktarmak manalarına gelmektedir Tercüme edilen eserde, sadece lafız mütercime mana ile müellifine, yazarına aittir Telif edilen eserdeyse, lafız ve mana müellife aittir, ancak müellef eserini meydana getirirken başka kimselerin eserlerinden iktibaslar etmek yoluyla yararlanmış da olabilir
Ancak ben, diğer sorulara geçmeden önce İslam'da telif Hakkıvar mıdır, yok mudur; bu konuda İslam hukukçularının görüşleri nelerdir, onu kısaca bir mukaddime şekllinde vermek isterim
İslam hukukuna göre alışverişin rükünleri beştir:

1- Bayı, yanı satıcı,
2- Müşteri, yani alıcı,
3- Müsmen, yani satılık mal,
4- Semen, yani satılan malın bedeli,
5- Siga, yani icab ve kabul

Bu beş rüknün veya bunlardan birkaçının ya da birinin eksik olması halinde yapılan bir alış veriş, İslam hukukuna göre sahih değildir
Bu rükünlerden her birinin de kendine has birtakım şartları vardır Burada bu şartları tek tek açıklamaya kalkışacak olursak söz çok uzar Bunun için sadece sorunuzu gayet yakından ilgilendiren üçüncü rüknün, yani müsmen dediğimiz satılık malın üzerinde birazcık durmak istiyorumSatılık mal demek fıkıh kitaplarımıza göre elle tutulan, gözle görülen yararlı bir meta demektir Şayet bir şey elle tutulup gözle görülmüyorsa, faydalı da değilse fıkhen buna mal denilmez Ed-Durru'l-Munteka, İbnu Abidin ve diğer Hanefi fıkıh kitaplarının tümü bunu böylece ifade etmektedirler
Şufa Hakkıbunlardan birisidir Mesela birinin bir arsada sizinle ortaklığı veya komşuluğu vardır, sizin kendi hissenizi yada arsanızı satmaya kalkışmanız halinde o ortağınızın veya komşunuzun müdahele edip sattığınız arsanın bedelini vererek onu satın alma hakkıvardır ki buna Şufa Hakkı denirİslam'a göre Şufa hakkı satılmaz Yani Şufa Hakkına sahip olanbir kimse, bu hakkını bir başkasına satamaz Çünkü hukuki mücerrededendir, elle tutulup gözle görülmeyen bir haktır
İşte telif hakkı da bu kabil haklardandır Elle tutulup gözle görülmeyen bir haktır Bir kitap, satılabilir Ben başkasının yazdığı bir kitabı veya kendi yazdığım bir kitabı, elle yazmak suretiyle kopye etsem, istinsah etsem; o kopyeyi, o nüshayı başkasına satabilirim Burada satış sözkonusudur Çünkü orada elle tutulan gözle görülen bir mal vardır Ama telif hakkı dediğimiz şey, yukarıda tarifi geçen hukuku mücerrededendir ve onun satışı olamaz Çünkü bu, mal tarifi içine giren birşey değildir
Buna göre ben, elimde bulunan herhangi bir eserin fotokopisini çektirebilir veya tab ettirebilirim Çünkü benim elimde bir kitap vardır ve ben o kitabın malıki olduğum için kendi malım olan bu kitabı istediğim usulle çoğaltıp satabilirim Yalnız zamanın alimleri malın tarifini genişleterek elle tutulmayan ve gözle görülmeyen şey faydalı olduktan sonra malın şümulüne almışlar, tercüme ve icad gibi şeylerin haklarının satışını caiz görüyorlar
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TELIF ÜCRETI VE TELIF ANLAŞMALARI Yayınlanmış telif ve tercümelerim var Kitap piyasasının genellikle ticarî olduğunu biliyorsunuz Kitabevleriyle anlaşmamız sonucu bunların her baskısından belli bir yüzde oranında ücret alıyorum Kendim öğretmenim Aldığım telif ücretlerinden % 20 oranında infakta bulunuyorum Bu telif ve tercümelerden alınan para caiz ve helâl mıdır?
Telif hakkı meselesi günümüzden önceki fıkıhçılar tarafından tartışılıp hükmü bağlanmış bir konu değildir Ilk benzer mes'eleler Karafi'ye (684/1280) kadar götürülür Bu yüzden konu hakkında söylenenler henüz son söz sayılmayabilir
Ancak ilk Hanefiler dışındaki cumhura göre mes'elenin hükmü bellidir Onlara göre bir şeyin "mal" sayılmasında, dolayısı ile satılıp, karşılığında bedel alınmasındaki ölçü, o şeyde insan için menfaat bulunması ve örfen kabul görmesidir Fikir ürünlerinde de bu özellikler vardır, öyleyse onları da satmak caizdir Yani onlarda "ayn" gibi "mütekavvim" maldırlar
Ilk Hanefilerde ise bir şeyin "mal" olabilmesi için "mütekavvim" olması, "mütekavvim" olabilmesi için de "ayn" olması yani maddi varlığının bulunması esastır Ama bundan da "istihsan"a ve zarurete bağlı olan; icrare ve imamlık, müezzinlik, Kur'an öğretme gibi şeyleri istisna ederler Yani bunlarda da karşılığında para alınan şey bir madde değildir, menfaattır Daha sonraki hanefiler ise, Cumhurun tarifi doğultusunda malı mücerred "değer" diye açıklarlar(Ibn Abidîri, I/N) Yani değerli itibar edilen herşey maldır ve satılabilir
Ayrıca hakkında nas bulunmayan konularda "örf muhakemdir" Günümüz örfünde ise telife ücret almak tabiî ve gerekli bir şey olarak görülmektedir Öyleyse bu bir ölçüdür Sonra ilk fıkıh eserlerinde telif ücretinden söz edilmemiş olsa bile ilk hadisçilerden rivayet ettiği hadisler karşılığında ücret alan, rivayet konusunda bazılarına izin verip bazılarına venneyenler vardır(bk Dihlevî, Bustânü'1-Muhaddisin, 35)
Diğer yönden, telife ücret alınmaması, her isteyenin istediği kitabı rahatlıkla basması demektir Ilmî bir esere ömrünü ve göz nurunu vermiş bir müellifin hiç bir şey almaması, ama bunu basan yayınevinin yüksek oranlarda kâr sağlaması İslam'ın kabul etmeyeceği bir mantıksızlıktır Bu aynı zamanda ilme ve ilmî araştırmalara rağbeti öldürür Basılan kitap vb şeylerde keşmekeşliğe, yanlış aktarmalara, eksik basmalara; çeşitli suistimallere sebep olur
Ancak müellifle yayıncı arasında yapılan telif anlaşmalarının da Islâmî olması, akdin batıl ya da fasit olmasını gerektirecek şartlardan ve bilinmezliklerden uzak olması gerekir Meselâ: "Ilk baskıda üzeri fiyatının % 10'u, sonraki baskıda % 7'si, yayıncı tarafından müellife telif hakkıolarak verilir Buna göre müellife verilecek meblağin ¼'ü kitap piyasaya çıktıktan iki ay sonra,1/4'ü, basılan kitabın üçte biri satıldığında, kalan 2/4'ü ise kitabın yarısı satıldığında ödenir" gibi anlaşma maddelerinin her biri akdi fasit kılmaya yeterli bilinmezlik ve "garar" ihtiva eden maddelerdir Böyle maddeler ihtiva eden bir akdin henüz uygulanmamışken şer'an hiç bir hukukî bağlayıcılığı yoktur Bunlara şu şekilde meşruluk kazandırılabilir: "Müellif x adlı, şu kadar sayfadan oluşan kitabını 10000 adet basma yetkisiyle, şu kadar liraya falancaya satmıştır Söz konusu meblağ altı ay içerisinde müellife eşit taksitlerle ödenir" Artık müellifin alacağı miktar ve bunu tashil edeceği zaman, nizaa yer bırakmayacak şekilde bellidir Yayıncı üzeri fiyatını istediği miktarda koyabilir
Günümüz fıkıhçılarından Dr Fethî ed-Düraynî, Ebu'1- Nassen en-Nedevî, Dr Imadüddin Halil, Vehbî Süleyman Gavci, Abdülhamid Tohmaz; Dr Vehbe ez-Zuhaylî gibi zevat telif ücreti konusunda bu özetlediğimiz görüşe sahiptirler(bk: Hakku'1-Ibtikâr fi'l-Fıkhı'1-Islâmî, Beyrnt 1404 (1984)) Ama Takiyyüddin en-Nebhanî gibi telife ücret almanın caiz olmadığını söyleyeriler de vardır(bk Adı geçen müel1ifin "Mukaddimatü'd-Düstûri'1-lslâmî" adlı eseri)
Aldığınız teliften % 20 oranında infakta bulunmanıza gelince, bu mecbur olmadığınız bir tatavvu'dan, bir hayırseverlikten ibarettir Aldığınız telif nisaba ulaşır ve üzerinden bir yıl geçerse zekata tabi olur ve o zaman onun zorunlu olarak zekâtının verilmesi gerekir (Allah'u a'lem)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TELIF HAKKI OLARAK MÜELLIFE YÜZDE ÜZERINDEN PARA VERILIYOR BU İSLAMI MIDIR?
Bu bir alış veriş olduğundan anlaşmaya bağlıdır Yeter ki gabn-i fahiş (çok yüksek fiat) meydana gelmesin
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TELIFTE YANLIŞLIK Yayınlanmış eserlerimizde bazı hatalar olabiliyor Temele taalluk etmese de bu hatalar oluyor Bazan dergilerde yazdığım açıklamalarla bunları duyuruyorum Ama yine de acaba bu tür kitaplarımızı geri çekmek mi gerekir?
Keşke herkes bu hassasiyeti yaşıyor olsa Beşer hatadan masum olmayacağına göre piyasaya yanlışsız kitap sürmek mümkün değil demektir Bu da hiç yazmamayı gerektirir diyecek olursak bu da binlerce kütüphanelik Islâm tarihini reddetme anlamına gelir Öyleyse müellif olarak birinci görevimiz yazdıklarımızda çok iyi tebeyyün etmek ve lügat anlamı ile ictihadımızda kusur etmememizdir Buna rağmen fıtratımız gereğiolacak olan hatalarımızı, hatırlatıldığında sizin de yaptığınız gibi, tashih etmek, doğrusunu yazmak, bunu imkânımız dahilinde olan en geniş neşir aracıyla duyurmak ve daha da önemlisi, yazdıklarımızı, istisarı mahiyette bilenlere okutup ya da özetleyip tenkidlerini almak şeklinde çalışmalıyız Bilmem, başka ne yapabiliriz?
Hadis diye rivayet edilen, fakat aslı bulunâmayan bir sözde: "Allah sadece kendi kitabının doğru olmasında kararlıdır" denir Imam Sahavî, bunun aslını bulamadım ama, "(Kur'ân) eğer Alah (cc)'tan başkasının katından olsaydı onda çok çelişkiler bulurlardı" (Nisa: 4/82) ayetinin bu anlamda olduğunu söyler Imam Şafiî de: "Şu kadar kitap yazdım ve elimden gelen tüm gayreti gösterdim Ama onlarda hata- nın bulunması kaçınılmazdır Çünkü Allah: Eğer Allah (cc)'tan başkasının katından olsaydı" buyurmuştur" (Sahavî, el-Makasidu'l-Hasene, 39) Şairin biri de:

"Nice kitaplar yazdım, sayfa sayfa tarayarak
Ve çok iyi olmuş dedim, kendi kendime
Ama ikinci kez karıştırınca
Hatalar buldum ve düzelttim" (agk) demiştir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TEMIZ IKEN PAMUK KULLANMAK Abdestini uzun süre korumak için kadınların pamuk kullanması doğru mudur? Değilse ne yapmalıdırlar?
Kadının ön uzvundan beş türlü akıntı gelir Idrar, âdet kanı, nifâs (lohusalık) kanı, istihâza (hastalık) kanı ve kan karışık olmayan beyaz ya da renksiz akıntı Bunlardan ilk dördü için pamuk (tampon ya da kürsüf) bir şey ifade etmez: Meselâ hastalık kanı akıntısı bulunan bir kadın pamuk (tampon) kullanıp bu özür kanını bir süre kesmekle özürlü olmaktan çıkmaz( Hindiyye I/41) Beyaz ya da renksiz akıntıya gelince; bu hemen hemen bütün kadınlarda bulunan normal bir durumdur Ancak bulunması halinde abdesti de bozar Evlenmiş olanlarda bekârlara oranla çok daha fazla bulunur Işte diğer dördünün hilafına bu akıntı tamponla önlenirse, özürlü sayılmadan kişi abdestini korumuş olur ve diledigi vakit, diledigi kadar namaz kılabilir Bu konuda fıkıh kitaplarımızda, şu bilgiler vardır: "Kürsüf kadının uzvunun (ferç) ağzına koyduğu pamuk vb dir Bâkirenin sâdece âdet günlerinde, evlilik geçirmiş olanın ise hem âdet, hem de temizlik günlerinde kullanması müstehap anlamında sünnettir Evlilik geçiren için âdet günlerinde sünnet, diğer günlerinde ise müstehaptır da denmiştir Âdet günlerinde kullanılması halinde misk gibi güzel bir koku ile kokulandırılıp böylece ağır kokuların gizlenmesi de sünnettir Uzvun iç kısmına kadar sokulması mekruhtur Böyle bir şeye ihtiyaç duymayanın kullanma zorunluğu yoktur Akıntı olmadığından emin ise onsuz da namaz olur"( Îbn Âbidin; Menhelül-vâridin'(Resân) I/84; Tahtavî 111)
Kullanılışına gelince: Kadın abdest almaya hazır hale geldiğinde bir parça sterilize hidrofil pamuğu iç ferce ulaşmayacak şekilde yerleştirir Yıkanacağı zaman ise önce küçük bir parça koyup akıntıyı kesmiş ve küçük olduğu için pamuğu kullandığı su ile ıslanmaktan da korumuş olur Yıkanması tamamlanınca koyduğu pamuğun üzerine bir parça daha ilâve eder Abdestli iken çıkarılan pamuğun üzerinde akacak kadar akıntı birikmişse, pamuğun çıkması ile abdesti de bozulmuş olur Bu durumda pamuk olmasaydı dışarı çıkmayacak kadar çok az bir ıslaklık olursa, Allahu a'lem, abdesti bozulmaz
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TEMIZLIK Gusül (Boy abdesti) abdesti alan kadının, parmağını tenasul uzvuna sokması gerekli değildir (D işiniyıkaması kâfidir)
Cinsel ilişkide bulunulan kadının hamam ücreti kocasına, hayızdan dolayı gerekli olan yıkanma ücreti ise kendisine aittir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TEMIZLIK - AKAN SUYUN TEMIZLIĞI
"Akan su pislik tutmaz'; "Su kırk taşı geçince temiz sayılır'; "Dibi görünen su temizdir" deniliyor Bu sözler doğru mudur? Böyle sularla abdest alınır mı?
Rengi, tadı ve kokusundan ibaret olan üç özelliği pis bir şeyle değişmeyen su; akıcı ya da büyük havuz şeklinde olduğu sürece pis olmaz Akıcı olmaz, ya da küçük bir yerde bulunursa, içine pis bir madde düştükten sonra bu üç özelliğinden biri değişmese bile pis olur, yani abdestte ve yemekte kullanılmaz Küçüklüğün ya da büyüklüğün ölçüsü, 10 x 10 zirâ (Yaklaşık 8x8 m2) ebadındaki havuzdur "Akan suyun pislik tutmaması", taşa toprağa sürekli değmekle süzülüp, üç özelliğinden birini bozan pisliği bırakacağındandır Diğer iki sözün de bu açıdan doğruluk payı vardır Ancak suyun tam temiz olduğu, verdiğimiz bu kaideye uymasıyla anlaşılır Üç özelliği, pis olmayan bir şeyle, meselâ toprakla değişen su; pis değildir, uygunsa her iş için kullanılabilir
 
Üst Alt