A.B > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
BELEDİYE MEMURU TARAFINDAN KIYILAN NİKAH DİNEN MU'TEBER MİDİR? Şafii mezhebine göre nikahın sahih olabilmesi için akidde kadının velisi bulunması gerekir Yani icab'ın veli veya vekili tarafından olması lazımdır
Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Veli ve iki şahidi bulunan nikahtan başka nikah yoktur" (Yani muteber değildir) Belediye nikahında ise veliye yer verilmiyor Çünkü belediye memuru önce geline, sonra damada hitaben der ki: Filan adamı veya hanımı eş olarak kabul ediyor musun? Onların da "evet" şeklindeki cevaplarını aldıktan sonra nikahı ilan ediyor Görüldüğü gibi Belediye nikahında velinin hiç rolü yoktur Bunun için Şafii olan kimsenin Belediye tarafından nikahı kıyıldıktan sonra İslam'a uygun bir şekilde yeni bir nikah kıydırması tavsiye edilir Yoksa dinen nikahı vardır, denilmez Hanefi mezhebine gelince nikahın sahih olabilmesi için velinin bulunması şart değildir Fakat akit, siğanın her iki tarafı –icab ve kabul- maziyi (geçmişi) ifade veya birisi mazi, diğer hali –şimdiki zamanı- veya istikbali ifade etmesi gerekir Yani nikah memuru; sen falan adamı veya hanımı eş olarak kabul ediyormusun şeklinde değil; sen falan adamı veya hanımı eş olarak kabul ettinmi? Dediği, onların da cevabı "evet" olduğu takdirde nikah sahih olur, yoksa sahih değildir Dinen naikahın kıyılması hususunda ne imamın, ne Belediye memurunun rolü yoktur Hanefi mezhebine göre kadın, iki şahid huzurunda koca olacak kimseye: ben seninle evlendim Koca da: ben de seninle evlenmeyi kabul ettim deseler nikah kıyılmış olur Şafii mezhebine ise zevce yerine veli, nikahı kıyacaktır Yalnız her önemli iş için başında besmele, hamdele ve salvele getirmek sünnettir Yoksa o iş bereketsiz olur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BELEDİYE NIKÂHI, YA DA RESMÎ NİKÂH: Belediyenin evlendirme dairelerinde kıyılan nikâh Islâmî açıdan da nikâh sayılır mı? Bu sorunun cevabını verebilmek için Islâmî nikâhın nasıl olduğunu bilmemiz gerekir
Fıkıh usulünde insanın fiilleri hissî ve şer'î olmak üzere ikiye ayrılır: Şer'î fiiller, şeriat gelmeden önce bulunsa dahi, şeriatin müdahale ettiği ve yeni bir şekle soktugu fiillerdir Islâmî nikâh da; niteliklerini şeriat belirlediği için şer'î, yani dinî bir fiildir Dinî bir fiilin nasıl olacağı, dîni kabul etmeyen bir sistem tarafından değil bizzat din tarafından belirlenir
Islâmî nikâh, tarafların müslüman olması halinde; "îcâb" ve "kabul" ün bulunmasıyla gerçekleşmiş olur "Icâb"; birinin diğeriyle evlenme isteğini bildirmesi, "kabul" de; diğerinin bu teklifi kabul etmesi demektir Bu karşılıklı sözleşmenin hiçbir şüpheye yer bırakmaması gerekir Çünkü nikâh önemli bir müessesedir Taraflar bütün varlıklarıyla birbirinin olmakta ve ömür boyu sürmesi gereken bir müessese bu temel üzerine oturmaktadır Onun için nikâhtaki anlaşma kelimeleri, ya açıkça nikâhı ve evlenmeyi anlatan kelimeler olmalıdır, ya da o anda başka anlama gelme ihtimalı olmayan ve kendileriyle evlenme kastedildiği kesin olan kelimeler olmalıdır Meselâ:
Kadın: - "Beni eşliğe (ya da zevceliğe) kabul ettin mi?"
Erkek: - "Ettim (Ya da seni zevce olarak aldım, eşliğe kabul ettim)" gibi
Veya:
Erkek: - "Seninle evlenmek istiyorum, bana zevceliği kabul eder misin?"
Kadın: - "Ettim"
Görüldüğü gibi birinci örnekte "îcâb" kadından, "kabûl" erkekten, ikinci örnekte de "îcâb" erkekten, "kabûl" kadındandır Bu birşey değiştirmez, önemli olan:
1 Icâb ve kabulün başka anlama ihtimal olmayan sözlerle olması,
2 En azından birinin geçmiş zaman kipiyle bulunmasıdır Ancak bu Arapça'nın özelliğinden dolayı böyledir Türkçe'de ise nikâh yapılan mecliste taraflar "ediyorum" deseler dahi bu, istikbalde kabul edebileceği ihtimalı taşımadığından bununla da nikâh gerçekleşmiş olur
Ama "ettim" yerine, "ederim" demesi, şüpheye yer vermiş olabilir Çünkü bu ifade o anda kabul ettiğini kesinkes göstermez, "mümkündür edebilirim" ve "ileride ederim" anlamlarına da gelebilir Nikâhta bunları üçüncü bir kimsenin, meselâ nikâh memurunun sorması şart değildir Hattâ bu, nikâhı papazın nikâh kıymasına benzettiği için bid'at ve mekruhtur diyenler de vardır Ancak karıkoca adayları onun sormasıyla cevap vermiş olsalar da nikâh yine gerçekleşmiş olur Ikinci olarak; karıkoca adaylarının "îcâb" ve "kabûl"lerini duyarak şahitlik eden hür ve müslüman iki erkek, ya da bir erkek iki kadın şahit gerekir Onların hiçbir şey söylemelerine gerek yoktur
Islâmî nikâhta ayrıca "mehir" vardır Mehir nikâhın geçerli olmasının şartı değildir ama, nikâhın gereğidir Yani mehir söz konusu edilmeden de nikâh geçerlidir Nikâhın bulunması, kocanın karıya mehir vermesini şart kılar
Şimdi tekrar başa dönersek; eğer belediyede kıyılan nikâhta bu şartlar varsa, Islâmî yönden o da geçerli bir nikâhtır, yoksa değildir diyebiliriz
Fakat itiraf etmeliyiz ki, belediye nikâhının Islâmî nikâhtan ayrıldığı birçok yönü vardır:
l Her şeyden önce nikâh Islâm'da bir ibadettir, dinî kabul etmeyen, lâik sistemlerde ise sosyal bir mukaveledir
2 Islâm'da kendisiyle evlenilebilen, ya da evlenilemeyen kimseler, lâik sistemler tarafından, olduğu gibi kabul edilmemektedir Meselâ bu sistemde süt kardeşler birbirleriyle evlenebilirler Evlenenlerin müslim, gayrı müslim, ehli kitap olması ya da olmaması hiçbir şey değiştirmez Halbuki Islâm'da süt kardeşler birbirleriyle evlenemeyeceği gibi, müslüman bir kadın gayrı müslim bir erkekle, müslüman bir erkek dinsiz ya da putperest bir kadınla evlenemez
3 Lâik sistemde sahitlerde aranan nitelik meselâ, TC vatandaşı olmaktan ibarettir Halbuki Islâmî nikâhta sahidin müslüman olma şartı vardır ve iki sahitten en az birinin erkek olması gerekir
4 Islâmî nikâhta "îcâb" ve "kabul" ifadelerinden en az birinin geçmiş zaman kipi olması ya da o anda kabul ettiğini gösteren bir ifade bulunması gerekir, halbuki, lâik sistemin nikâhında "ederim" gibi ifadelerle de nikâh kıyılmaktadır
Aslında nikâhın dinî bir iş olmaktan çıkarılamayacağını Batılılar anlamışlar ve nikâh işini, kiliseye ve papazlara bırakmışlardır Çünkü kudsîlik vermeden bu müessesenin yürümesi zordur Kudsîlik de ancak dînî olmakla olur
Öyleyse Islâmî yönden de nikâhlı olmak isteyenler resmî nikâh behemehal yapılacağına göre resmî nikâhtan önce ya da sonra (Günümüz şartlarında, resmî nikâhtan önce dini nikahın yapılmaması tavsiye olunur Çünkü Islâmî hükümlerin yaptırımı (müeyyidesi)- yaşadığımız ortam itibariyle- bulunmadığından, bazı insanlar mâdur edilebiliyorlar ve resmî nikâhtan önceki ayrılmalarda erkek ve genellikle de kız zarar görebiliyor) dinî nikâh da yaptırmak zorundadırlar denmektedir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BELEDİYE OTOBÜSLERİNE PARASIZ BİNME: Içinde yaşadığımız bozuk düzenin hakkını yemek caiz olur mu? Meselâ otobüse 200 liralık yerine 100 liralık bilet atmak gibi Caiz değilse şimdiye kadar yaptığımız haksızlıkları kime helâl ettirecegiz?
Düzen ne kadar bozuk olursa olsun devlet, hakiki değil hükmî bir şahsiyettir ve yaptığı harcamaları ve hizmetleri kendi parasından değil yine halkın parasından yapmaktadır Dolayısı ile devletindir denilip aşırılan paralar, ya da elektrik, su, ulaşım vasıtaları vBulletin şeylerden yararlanıldığı halde verilmeyen bedelleri aslında milletin fertlerinden aşırılmış olur Onun için buna caizdir diyebilmek, millet fertlerinin fırsat bulabilenleri, bulamayanlarını soyabilir demek olur Öyleyse bunu inananların yapmaması gerekir En zayıf düşünenlere göre bile, bu şüpheli bir konudur Halbuki, Rasûlüllah Efendimiz (sav), "Şüpheli şeylerden kaçınan dinini ve ırzını korumuş olur"(Buhari, Iman 39, Buyû' 2; Müslim, Musakât 107,108; Ebu Davûd, Buyû' 3) buyurmuştur Kendileri de, somut bir küfür düzeni olan Mekke toplumunda bulunmuş olmasına rağmen her konudaki güvenirliği ile "Muhammedü'1-Emîn=Güvenilir Muhammed" ünvanını almışlardı Bu noktayı inananların çok iyi düşünüp değerlendirmesi gerekir Çünkü öyle bir yönteme iki düşünceden biriyle başvurulmuş olabilir: l Mevcut sistemlerin ekonomik tercihleri "vahşi kapitalizm" olduğu, zengin fakir demeden halktan topladıkları paraların çok büyük bir yekününü ya mutlu azınlığın israf harcamalarına, ya da kazandıklarının çoğunu Isviçre'de, Amerika'da, Israil'de bloke eden oralarda harcayan, milletini düşünmeyen zenginlere, gerçek anlamda karşılıksız denebilecek kredilerle verdiği için devletten aşırmak, aslında bu tür israflara engel olmak, dolayısı ile "Hakça Düzen"in kurulmasını kolaylaştırmak demektir diye düşünülmüş olabilir 2 Biz de devletin vatandaşlarıyız Devlet, vatandaşlarına bakmak zorundadır Öyleyse bu hizmetlerden bedava yararlanmalıyız, denebilir Bu mülâhazaları şöyle cevaplandırabiliriz:1 Islâm, sadece gayenin değil, gayeye götüren vasıtanın da meşru olmasını emreder Eğer gaye, "Hakça" denen düzene kavuşmaksa en kestirme yolun haklara riayet etme olduğu bilinmelidir 2 Devlet (bizim anlayışımızda) herkese değil, muhtaç olan vatandaşına bakmak zorundadır Malı olana, malı olmasa dahi iş bulup çalışabilene, o da yoksa yakınlarından nafaka alma durumunda olana bakmak zorunda değildir Bunların hiçbirine sahip olmayana bakmak zorundadır Eğer siz de öyle iseniz, ihtiyacınız kadarını verilmese dahi alabilirsiniz, değilseniz alamazsınız Şimdiye kadar aldıklarınızı ise millete (hayır kurumlarına) iade edeceksiniz
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BERÂET GECESİ Şaban ayının ondördüncü gününü onbeşinci gününe bağlayan gece
Bu gece, değişik adlarla da anılmaktadır:
Bu geceye, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle ‚Mübârek'; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle ‚Beraet'; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle ‚Rahmet', geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle ‚Berae veya Sakk' adı da verilir
Bu gecenin beş özelliği vardır:

1) Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır

2) Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması amacıyla Allah tarafından melekler gönderilir
3) Bu gece bağışlanma ve af gecesidir
4) Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür
5) Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir Bu yetkinin üçte biri Şaban'ın onüçüncü günü, üçte biri Şaban'ın ondördüncü günü, geri kalan üçte biri de Şaban'ın onbeşinci günü verilmiştir

Anne ve babasını incitenler, büyücüler, başkalarına kin besleyenler içki düşkünleri bu gecenin faziletinden yararlanamazlar
Bu konuyla ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmektedir:
Peygamber Efendimiz (sas) bu geceyi Hz Âişe validemize tanıtırken şöyle buyurmuştur:
"Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir Allah Teâlâ bu gecede Benü Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca insanları Cehennem'den kurtarır Ancak kendisine şirk koşanların, müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına asî olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz " (Buhârî, et-Tergîb ve't-Terhib, II, 118)
Insanların bir sene içerisindeki rızıkları, zengin veya fakir olacakları ve ecelleri gibi mühim hususlar o gece içerisinde meleklere bildirilir O geceyi ibâdet ve tâatla geçirmek ve nafile namaz kılmak sevaptır Fakat o geceye mahsus belirli bir namaz şekli yoktur Nitekim Peygamber Efendimiz bu geceyi ibadetle geçirmiş ve Allah'a şöyle dua etmiştir: "Azabından affına, gazabından rızana sığınır, senden yine sana iltica ederim Sana gereği gibi hamdetmekten âcizim Sen seni senâ ettiğin gibi yticesin " (et-Tergib, II, 119, 120)
Peygamber Efendimiz (sas) bizlere de şöyle buyurmuştur:
"Şaban ayının yarısı (Berâet gecesi) gelince: gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz Cenâb-ı Allah o gece güneşin batmasıyla dünya göğüne iner ve şöyle der: Benden af dileyen yok mu; onu affedeyim Rızık isteyen yok mu; rızık vereyim Şifaâ dileyen yok mu; şifâ vereyim "
"Allah Teâlâ Şaban'ın onbeşinci geresi (Berâet gecesi) tecelli eder ve ana-babaya asi olanlarla Allah'a ortak koşanlar dışında bütün kullarını bağışlar " (Ibn Mace, Ikametü's-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BEY'AT Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek anlamında kullanılan bir ıstılah Bey'at "Bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu'l-hall ve'l-akd) tarafından tesbit edilen Halîfe'ye (Imam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir" Bu bir anlamda mükellefin Islâmî olan (meşrû) her emirde hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir Zira Resul-u Ekrem (sas)'in: "Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler Bununla yükümlüdürler Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buhârî, Ahkâm, 4) buyurduğu bilinmektedir Yine diğer bir hadîs-i şerif'te: "Âllahu Teâlâ'ya isyan olan yer ve konuda mahlûka itaat yoktur Itaat ancak ma'ruftadır" (Müslim, Imâre, 39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesâî, Bey'at, 34; Ibn Mâce, Cihad, 40) buyurulmuştur Dolayısıyla bey'at sonucunda ortaya çıkan itaat Islâmî hükümlerle sınırlıdır Allahû Teâlâ (cc)'nın indirdiği hükümlerin hakkıile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, bey'at zaruridir Islâm ûleması "bey'at ile ilgili ilimlerin, mükellef olan her erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn olduğu" hususunda müttefiktir Nitekim Ibn Hümâm: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, Islâmî emirleri hakkıile edâ etmek içindir" (Ibn Hûmam, Kitâbu'l-Musâyere, Istanbul 1979, s 265) diyerek, meselenin hassasiyetine işaret eder
Dolayısıyla bey'at, müslüman kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur'an'da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir
Bey'at, cemaatın selâmeti ve muhafazası, hudûdullah'ın tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayını ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir
Hududullah'ın tatbiki, mutlaka organıze edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır
Kur'an merkezî bir itaatı gündeme getirmiştir Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür Herkes o imamın işareti ile hareket eder
Imama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirayetli olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir ayırım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir
Kendisine bey'at edilen, müminlerden bey'at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur'an ve sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, Râşid hâlifelerin yollarını takip edip edemeyeceğini düşünmelidir Eğer Islâmî hükümler ve selef-i salihini izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey'at almalıdır Çünkü bey'at alması, inananların düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zalimlerden intikam alacaklarına kısaca hududullahı muhafaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dahilinde musafahalaşırlar
Bey'at; kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan sâlih bir ameldir
Kur'an-ı Kerîm'de, Resul-u Ekrem (sas)'e hitâben: "Sana bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olur Allah'ın eşi onların (Bey'at edenlerin elleri üstündedir Şu halde kim (bu bey'at bağını, ahdini) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse (Allah) ona büyük bir ecir verecektir" (el-Feth, 48/10) hükmû beyan buyurulmuştur Bey'at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslam'ın hükümlerine razı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir Bilindiği gibi müminlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû'l-emr'e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat'î nasslarla farz kılınmıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm' de: " Ey iman edenler! Allah'a itaat edin Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (Ulû'l-emr'e) de (itaat edin) " (en-Nisa, 4/59) emri verilmiştir İslam'ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıf taki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir Bu sebeple fukahâ bey'at edilecek kimsede aranan vasıf lar hususunda titizlik göstermiştir Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû'l-emr), müminlerin irade beyanı ve rızaları sonucu ortaya çıkabılir Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at geçerli değildir Zira Hz Ömer (ra): "Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmak, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği tadırde) onu öldürmelisiniz"demiştir (Muhammed Ravvas Ka'l-acı, Mevsûatu fıkh Ömer b el-Hattâb, 1401/1981, 103) Öldürülmeye müstehak olan tiplerin "meşru bir ûlû'lemr" olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır Fûkahâ'dan bazıları "Zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat Islâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir Nitekim Ibn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir Ancak Imam'da bulunması gereken vasıf lar kendisinde mevcut olmalıdır Hilâfete tayınde asıl olan, müminlerin seçmesidir Imamlık akdi ya halîfenin kendi yerine birini seçmeşiyle olur -nitekim Hz Ebû Bekir (ra) böyle yapmıştır- yahut ûlemâdan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur Imam Eş'arî'ye göre şahitler huzurunda olmak şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'atı yeterlidir Şâhidler huzurunda olması, şayet inkâr vâki olursa, onu defetmek içindir Mûtezile ise, beş kişinin bey'atını, hanefilerden bazıları da, bir cemaatın bey'atını şart koşmuş, belli bir sayıya itibar etmemişlerdir Zarûretten maksad fitneyi önlemektir Bir de Peygamber (sas): "Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin! " buyurmuştur (Buhârî, Ahkam, 4) diyerek konunun mahiyetini izah eder Ileriyi görebilen Islâm âlimleri, "Zarûret" mefhumunun sınırlarının bir hayli nazık olduğunu bilir Zalimlerin, fâsıkların, delilerin ve çocukların halîfeliğine; "fitne çıkmasın" gerekçesiyle razı olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir Islâm topraklarındaki tağutî iktidarların oluşmasında, farz olan "emaneti ehline verme" fiilının terkedilmesinin büyük payı vardır Resul-u Ekrem (sas)'in:
"Iş, ehil olmayanın eline geçti mi, kıyameti gözetleyiniz" (Buhârî, Ilim, 2) mealindeki tesbiti üzerinde iyi düşünülmelidir Kaldı ki sadece müminlerin emirının (Halife'nin) muttakî olması kâfi değildir Bu muttakî olan halîfe'nin her sahada, müminlerin en ehliyetli olanına görev vermesi zarûrîdir Nitekim bir hadîs-i şerifte:
"Idaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Resulüne ve Islâm milletine ihanet (hâinlik) etmiş olur" (Ibn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457) hükmü beyan buyurulmuştur Bey'at ile ilgili ilimler mükellef olan her mümin erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn'dır
Günümüzde "bir kimseye, bey'atın farz olabilmesi için Islâmî bir yönetimin (devletin) bulunması şarttır" tezini ileri süren anlayışlar vardır Halbuki Resul-u Ekrem (sas) ile müminlerin yaptığı ilk bey'at, Akabe'de gerçekleşmiştir Bu tevâtür derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur Aksini iddia eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez Bu bey'at'ın Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da bilinmektedir Mekke dönemi*yle ilgili olarak Imam Serahsî: "O dönemde Mekke Islâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir darû'ş-şirkti" (Imam Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57) tesbitini gündeme getirmektedir Ibn Abbâs (ra)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'te, Medine'nin de aynı dönemde "darû'ş-şirk" özelliği taşıdığı kaydedilmektedir (Nesâî, el-Bey'a, 13) Dolayısıyla ilk bey'atın gerçekleştiği dönemde, Islâmî bir devlet mevcut değildi O şartlar altında, Resul-u Ekrem (sas)'in bey'at alması, müminlerin her halûkârda, kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zaruretini ortaya koymaktadır Günümüzde emperyalist kâfirlerin istilâsı altında yaşayan milyonlarca müslüman vardır Bu müslümanlardan bazıları kendi içlerinden bir cihat emirine bey'at ederek istilâyı ortadan kaldırma hususunda gayret sarfederken, bazıları kâfirlerin kültürlerine boyun eğmiş ve tağûtî iktidarları kabullenerek zilleti seçmiştir Halbuki müminlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat'i naslarla sabittir Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, "Cahiliye ölümüyle ölmeleri" kaçınılmalıdır Resul-uEkrem (sas)'in:
"Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-Imâre, 58,1851) buyurduğu sabittir Müminler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ûlû'l-emr mevcut ise, O'na bey'at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır Yok eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi içlerinden bir ûlû'l-emr seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihat etmek zorundadırlar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BEYNE'L-HAVF VE'R-RECÂ(KORKU İLE ÜMİT ARASI YAŞAMAK)

Korku ile ümit arasında bulunmak Havf korku, recâ ise ümit demektir

Kur'an-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflerde korku ve ümit arasında bulunmaya teşvik eden hükümler vardır Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz Şüphesiz ki Allah bütün günahları affeder Çünkü o çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir " (ez-Zümer, 39/53)
"Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine dua ederler " (es-Secde, 32/16)
Peygamber Efendimiz (sas) de şöyle buyurur:
"Müminler Allah'ın azap ve azabının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümit kesmezdi" (Müslim, Tevbe 23)
Bu ve benzeri ayet ve hadisler gözönünde bulundurularak denilmiştir ki;
"kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır" (Nevevî, Riyazü's-Salihîn Tercümesi, I, 479)
Havf (korku) gelecekle ilgilidir Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin gelmesinden, ya da arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar Kulun Allah'tan korkması, Allah'ın kendisini dünya ve ahirette cezalandırmasından korkması şeklinde olur (Kuşeyrî, Risale (çev S Uludağ) s 263)
Recâ da "ileride meydana gelmesi umulan arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu ilgidir"
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BİD'AT

Daha önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan amel ve inançlar
Hz Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlar
Bid'at'ın kapsamı konusunda farklı bakış açılarının olmasından dolayı İslâm bilginleri tarafından farklı tarifler yapılmıştır
Kimi âlimlere göre bid'at, Hz Peygamber (sas)'den sonra meydana gelen her şeydir Bu tarifi yapan âlimler bid'ate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve Sünnet'e muhâlif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan şey(ere bid'at-i hasene (güzel bid'at); muhâlif olanlara ise, bid'at-i seyyie (kötü bid'at) ismini vermişlerdir Ayrıca bid'at-i haseneyi kendi arasında, bid'at-i seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tabi tutmuşlardır Böylece bid'at, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır Meselâ Kur'ân ve Sünnet'in anlaşılması için zorunlu olan Arap gramerini bilmek, fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i Sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bid'at kapsamında mütalaa edilmektedir (Tahânevî, Keşşâfu İstilahâti'l-Funûn, İstanbul 1984 I, 133)
Bid'ati bu şekilde tarif edip taksimata tabi tutanlar, Kur'an ve Sünnete muhalif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan"şeylere bid'at isminin verilmesine dayanak olarak, Hz Ömer'in şu sözünü ileri sürerler:
Hz Ömer, Übey b Ka'b'in, (ra) sekiz rekât olan terâvih namazını yirmi rekât olarak kıldığını ve Rasûlüllah (sas) döneminde münferiden kılınan bu namazın cemaat halinde kılındığını gördüğünde: "Bu ne güzel bid ât"demiştir (Muhammed Revvâs Kal'acî, Mevsüatu Fıkhı Umar b e!Hattâb, Kuveyt 1984, s 125)
Diğer âlimlerin bid'at tarifleri ise şöyledir: Hz Peygamber (sas)'den sonra ortaya çıkan, din ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan her şeydir (Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, II, 248)
Bu âlimlere göre önceki gruptakilerin "bid'at-i hasene" kapsamına soktukları şeyler haddi zatında bid'at değildir Onlara bid'at ismini vermek yanlıştır Çünkü bu gibi şeylerin Kur'ân ve Sünnet'te dayanakları vardır Bunlara sonradan çıkmış şeyler nazariyle bakılamaz Rasûlullah (sas), şu hadislerinde bid'atin tarifini yapmışlardır: "Sonradan ortaya çıkan herşey bid'attır; her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler "(Müslim, Cumua, 43; Ebû Davud, Sünnet 5; Nesâî, lydeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7)
Huzeyfe b el-Yamân'ın rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: "Allah bid'at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfını (maddi yardımını), şehadetini kabul etmez O, kılın yağdan çıktığı gibi İslâm'dan çıkar " (İbn Mace, Mukaddime, 7/49) Bu ikaz karşısında müslümanların dikkatli davranacakları ve bid'atın ne olduğunu araştıracakları muhakkaktır Abdullah b Abbâs (ra)'dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyrulur: "Allah, bid'at sahibinin amelini, bid'atından vazgeçinceye kadar kabul etmez" (İbn Mâce, Mukaddime, 7/50) Amellerinin kabul edilmeyeceğini bilen bir müslüman korkar ve neyin bid'at olup, neyin olmadığını araştırır
Meselâ, Rasûlullah'a selam ve salât Allah'ın emridir Ama Rasûlullah'ı anmak için dini törenler yapmak ve mevlit okutmak kimin emridir?
Ölüleri hayırla anmak ve onlara dua etmek sünnette vardır Ama ölüler için mevlit okutup, kırkıncı, elli ikinci geceleri tertip etmek İslâm'ın hangi hükmüne dayanır Allah için sadaka vermek, zekât ve fitre dağıtmak Allah'ın emri gereğidir Ama ölen birisi için devir, yani ölünün ibadet borcunu düşürmek için mal ve para taksimi yapmak, sabun, iğne, iplik dağıtmak kimin emridir?
Aslında her iki gruba göre de dinin aslına olan ilâve ya da aslından yapılan eksiltmeler yasaklanmış olup, kötü bir bid'attır Ancak ikinci grup âlimlerin bid'atin tarifi konusunda daha tutarlı oldukları görülmektedir Çünkü ilk grubun bid'at-i hasene kapsamına soktukları şeyler, aslında sonradan çıkmış şeyler değildir; onların Kur'an ve Sünnet'te dayanakları vardır
Şu da bir vakıadır ki, birinci gruba tâbi olan fakat bu âlimlerin ne demek istediklerini hakkıyla anlamayan mukallidleri, dinde eksiltme ya da fazlalık durumunda olan şeyleri de bazen bid'at-i hasene kapsamına sokmuşlar; ikinci gruptakilerin mukallidleri ise, bid'at sayılmaması gereken bazı hususları bid'at kapsamına sokarak onlara karşı çıkmış ve hemen hemen her ictihada bid'at demeye başlamışlardır
Kur'ân-ı Kerîm'i bir mushaf içerisinde toplamak, hadisleri derleyip toplayarak kitap haline getirmek, camilerin yanında minare yapmak, her ne kadar Hz Peygamber (sas)'den sonra olmuş birer bid'at iseler de, bunlar bid'at kapsamına girmeyen güzel şeylerdir, İslâm'a aykırı değildir
Bunun aksine yukarıda sözkonusu ettiğimiz hususlar kötü bid'at olup câiz değildir Çünkü bu âdetler sonradan meydana çıkmış ve İslâmî itikatlarla çelişmektedir
Bid'atlar alanları itibariyle de kısımlara ayrılmaktadır İtikadî konularla ilgili olanlara "itikadî bid'atler", iş ve hareketle ilgili olanlara da "amelî bid'atler" denir Ayrıca mahiyetleri itibariyle küfrü gerektiren ve gerektirmeyen bid'atler vardır
Günümüzde pek çok bid'at, müslümanların hayatına girmiştir Bu sebeple dininin emirlerini yerine getirmek isteyen her kişi, bu hususa dikkat etmeli; dinde eksiltme ya da ilâve mahiyetinde olan söz, tavır ve davranışların yasaklanmış şeyler olduğunu bilerek bunları hayatından ayıklayıp atmalıdır Burada müracaat edilecek yegane kaynak ise, Kur'ân ve Sünnet'tir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BEYTÜ'L-MAL

İslâm devletinin hazinesi, devletin malîye işleriyle ilgilenen kurum
Beyt, Arapça "ev" anlamında olup, "beytü'l-mâl" mal evi, hazine demektir İslâm'da devlet hazinesi ve mâliye dairesine beytü'l-mâl adı verilmiştir Beytü'l-mâl tabiri ile hem devletin maliye işlerinin idare edildiği bina, hem de devlet hazinesi kasdedilir Beytü'l-mal İslâm devletinin hazinesidir Bu tabir ilk zamanlarda sadece soyut bir kavram iken, Hz Ömer'in hilâfeti zamanında daha belirgin bir duruma kavuşturulmuştur
Beytü'l-mâl'ın gelirleri şunlardır: 1- Zekât ve öşür gelirleri
Zekâta tabi olan mallar emvâl-i zâhire (gizlenmesi mümkün olmayan mallar) ve emvâl-i bâtına (gizlenmesi mümkün olan mallar) diye iki kısma ayrılır
Emvâl-i zahire; ekinler, meyveler, zekâta tabi hayvanlar ile bir yerden diğer bir yere ticaret için taşınan mallardır Bu tür malların zekât, öşür ve vergilerini devlet alır
Emvâl-i bâtına ise sahiplerinin evlerinde veya iş yerlerinde bulunup gizlenmesi kabıl olan altın ve gümüş ile ticaret mallarından ibarettir Bu tür servetin zekâtı da başlangıçta İslâm devleti tarafından toplanılıp ilgili yerlere sarfediliyordu Hz Osman'ın hilâfeti zamanında İslâm devletinin sınırları genişlediği ve müslümanların sayısı çoğaldığı için, bu tür malların zekâtının devlet memurları tarafından toplanması güçleşmiştir Bu yüzden bu tür malların zekâtını vermek müslümanlara havale edilmiştir
Şu halde devletin zekât ve öşürünü alacağı mallar:
a) Koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi mera hayvanlarından alınacak zekât
b) Öşre tâbi' arâzinin (arâzi-i öşriyye) mahsulünden alınan vergiler Öşre tâbi' arâzi, vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilmiş olup mücahidlere veya diğer müslümanlara temlik edilen arazidir Bu tür araziler yağmur, dere veya nehir sularıyla sulanıyorsa mahsulünün onda birini: kova veya dolapla sulanıyor, yahut su para ile alınıyorsa yirmide birini devlet alır
c) Ticaret mallarından alınan vergiler Ticaret mallarını bir şehirden diğer bir şehre naklettikleri takdirde, kendilerinden muayyen miktarda vergi alınır Ticaret vergisi sadece müslümanlardan değil, İslâm ülkesinde yaşayan zimmî*lerle müste'men* lerden de alınır Ancak bu vergi müslümanlardan kırkta bir; gayri müslimlerden ise yirmide bir alınır (Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, IV, 92-96)
2- Ganimet mallarının beşte biri Savaşta düşmandan alınan mallara ganimet denir Ganimet malları beşe bölünür; bunun dördü cihada katılan askerler arasında taksim edilir Kalan beşte biri de beytü'l-mâl'e aittir (el-Enfâl, 8/41 )
Ganimet malları dört kısımdır:
a) Savaş esirleri: Düşman askerlerinden esir alınan kimselerdir Erkeklerin hepsi savaşa katılsın katılmasın bu gruba dahildir Alınan savaş esirleri hakkında devlet başkanı dört şeyden birini yapmak hususunda muhayyerdir: Ya onları öldürür veya köleleştirir Yahut fidye mukabılinde serbest bırakır ya da karşılığında bir şey almaksızın serbest bırakır (en-Nesefî, Medârik, IV, 150) Delilleri şu ayet-i kerimedir: "(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız Harp, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız) Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor) " (Muhammed, 47/4) Hanefilere göre harp esirleri ya öldürülür ya da köle yapılır Fidye alarak veya bir şey almaksızın serbest bırakmak Tevbe suresinin beşinci ayetiyle neshedilmiştir (en-Nesefî, age, IV, 150)
b) Âdî esirler: Cihat sırasında ele geçen kadın ve çocuklardır Bunları da fidye mukabılinde serbest bırakmak caizdir Fidye* vermeyenler mücahidler arasında taksim olunur
c) Savaşla veya sulh yoluyla ele geçen arazi Savaş yoluyla fethedildikten sonra elde edilen topraklar İslâm devletinin mülkiyetindedir Bu araziler ganimet* olarak alınabileceği gibi, sahiplerinin ellerinde bırakılarak haracı da alınabilir
d) Küçük ve büyük baş hayvanlarla nakli mümkün olan diğer eşyalar
3- Harac vergisi Savaşla veya sulh yoluyla elde edilen arazi fetihten sonra müslüman olmayan sahiplerinin ellerinde bırakılırsa, onlardan belirli miktarda vergi alınır İşte bu vergiye harac denir Hz Peygamber (sas) savaşla elde edilen Hayber arazisini, Hz Ömer (ra) da fethedilen Suriye ve Irak topraklarını sahiplerinin ellerinde bırakarak bu uygulamayı yapmıştı
Harac vergisi iki kısımdır: a) Harac-ı mukâseme: Öşür gibi çıkan mahsulden alınır Miktarı %10 ile 50 arasında olabilir
b) Harac-ı muvazzaf: Birim toprak veya ağaç başına alınan senelik vergidir Bu, taksitle alınabilir (Ö N Bilmen, age, IV, 75, 82)
4-Cizye* İslâm devleti içerisinde yaşayan zimmîlerin (müslüman olmayan azınlıkların) mükellef olan erkeklerinden, can güvenliklerinin sağlanması mukabılinde seneden seneye alınan bir şahsî vergidir Buna, haracu'r-ruûs (baş vergisi) de denir Cizyenin alınmasının delili şu ayettir: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulu'nun haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın " (et-Tevbe, 9/29)
Cizye iki şekilde konur: a) Karşılıklı anlaşma ile olur Bunun miktarı da anlaşmayla tespit edilir
b) Devlet başkanı tarafından bizzat konur Bu da müslümanların savaşla gayr-i müslimleri yenip onları toprakları ve mülkleri üzerinde bırakmasıyla olur Bunun miktarını devlet başkanı tayin eder Şöyle ki, halk durumlarına göre zengin, orta halli ve fakir diye üçe ayrılır Zengin olanlara senede kırksekiz dirhem, orta hallilere yirmidört dirhem, çalışmaya muktedir fakirlere de oniki dirhem cizye konur Bu miktarlar oniki aya bölünerek taksitle alınabilir (Meydânî, el-Lübâb, IV, 143; Ö NBilmen, age, IV, 97-99)
5- Maden ve definelerden alınan vergiler Özel kişi ve kuruluşlar tarafından işletilen madenlerden beşte bir oranında vergi alınır Bunlar altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun vBulletin gibi ateşte eriyen madenlerdir
Define ise yer altından çıkartılan ve tabi olmayan servettir Bunun Arapça karşılığı kenz olup üç kısma ayrılır:
a) Üzerinde İslâmî işaret bulunan para, değerli eşya vBulletin şeylerdir Bunlara kenz-i İslâmî denir Bunlar Lukata* (kayıp mal) hükmündedir Bunları bulanlar fakir iseler kendilerinin olur Değilseler fakirlere veya beytü'l-Mâl*'e verirler
b) Üzerinde kâfirlere ait işaret bulunan para, kıymetli eşya vBulletin şeylerdir Bunlara kenz-i cahilî denir Bunların beşte biri beytü'l-mâle verilir; kalanı toprak sahibinin, yoksa bulanın olur
c) Kime ait olduğu anlaşılamayan define ise, Kenz-i cahilî kabul edilerek beşte biri beytü'l-mâle verilir
Beytü'l-mâl'in giderleri: Yukarıda sıraladığımız beytü'l-mâl'in gelirlerinden zekât ve öşür, beytü'l-mâl'de ayrı bir fonda toplanır ve Tevbe suresinin altmışıncı ayetinde belirtilen sekiz sınıf kimseye dağıtılır Ayetin anlamı şöyledir: "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (zekat toplayan) memurlara, kalpleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelere, Allah yolunda (cihat edenlere) ve yolcuya mahsustur Allah bilendir, hikmet sahihidir "
Bu mallar hazinede emanet hükmündedir Devlet emaneti yerlerine sarfetmekle yükümlüdür Başka yerlere ancak geçici olarak harcanır, alınan miktar sonra diğer fonlardan iade edilir (Ö N Bilmen age, IV, 77)
Ganimet mallarından beytü'l-mâl'e intikal eden beşte bir hisse üçe bölünür Bunun bir hissesi yetimlere, bir hissesi yoksullara, bir hissesi de yolda kalmışlara verilir Nitekim Enfâl suresinin kırkbirinci ayetinde şöyle buyurulur: Biliniz ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Resulu'na ve (Allah'ın Resulu ile) akrabalığı bulunan (lar) a, yetimlere, yoksullara ve yolcu (lar)'a aittir" Ayet-i kerimede Allah'ın anılışı teberrükendir Hz Peygamber (sas)'in hissesi ise irtihali ile düşmüştür Resulullah (sas) ile akrabalığı bulunanlar ise yoksullar grubuna girer Geriye yukarıda zikredilen üç sınıf kalmış olur (Meydanî, el-Lübab, IV, 133)
Madenler ve definelerden gelen vergiler de bunun gibi yetimler, yoksullar ve yolculara harcanır
Haraç, cizye ve gayr-i müslim tacirlerden alınan vergiler devletin personel ücretleri, yol, kanal, baraj gibi amme hizmetleri, askerî hizmetler, eğitim, sağlık vs gibi yerlere sarfedilir
Hz Muhammed (sas) beytü'l-mâl üzerinde hassasiyetle durur, mal geldikçe hiç bir şey kalmayıncaya kadar dağıtımında bizzat hazır bulunurdu Hz Peygamber vefat ettikten sonra bu işe yerine geçen halifeler bakmıştır Hz Ömer zamanında fetihler nedeniyle devletin gelirleri artmış ve bunların hepsini hemen dağıtmak ihtiyacı kalmayınca, gelirin bir deftere kaydedilmesi ve yapılan ödeme ve harcamalardan arta kalanın korunması usulü getirilmiştir Böylece onun zamanına kadar soyut bir kavram olan beytü'l-mâl, onun zamanında somut bir durum almıştır Nitekim dört büyük halife devrinin sonlarına doğru beytü'l-mâl'e bakan bir veznedar görevli görülmektedir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BİDAT EHİLLERİNDEN BAZILARI:

1 Hâricîler: Bunlar, Imam Ali (ra)'a karşı çıkan ve ayaklananlardır Bunların ayaklanmaları Irak'ta başlamıştır Bid'atleri ise, müslüman olup büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylemek ve ashabı kiramı tân etmek şeklinde ortaya çıktılar Daha sonra pek çok bid'atleri ilave ettiler ve yirmiden fazla fırkaya bölündüler (Ayrıca bk Hariciler, Hariciye mezhebi)
2 Râfîzîler: Bunların bid'atleri ise Hz Peygamber (sas)'ın Hz Ali'nin hilafetini nâss ile tayin ettiğini, Hz Ebu Bekir (ra)'ın ve Hz Ömer'in Allah'ın Rasulünün emrine muhalefet ettiklerini ileri sürmeleridir Daha sonraları bunlardan Hz Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz Osman'ı ve başka ashabı yoluyla rivâyet edilmiş hadisleri de reddederler, Kurân-ı Kerim'in manâlarına aykırı görüşler serdederler, yalan söylemeyi helâl kabul ederler
3 Kaderiye: Bunlar da Allah'ın kadim ilmini kabul etmezler Bunlar, Kaderiyye'nin gulâtı (aşırı) olanlarıdır Avâmı ise Allah'ın kadim ilmini kabul etmekle birlikte, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir derler Ashâb döneminin sonlarında Ibn Abbas ile Câbir b Abdullah'ın hayatta olduğu sırada Basra'da ortaya çıkmışlardır
4 Cehmiyye: Cehm b Safvân'a uyan kimselerdir Bunlar yüce Allah'ın sıfatlarını te'villere saparak nefyederler Şanı yüce Allah'ın arşının üzerine yükseldiğini kabul etmezler Onun konuşmasını, her gece dünya semasına nüzulünü vBulletin diğer sıfatlarını ederler Bu görüşler kısmen veya tamamen Kuran ve Sünnetin neye delalet ettiğini bilmemekten dolayı, sünnet ehline mensup bazı kimselere de geçmiş bulunmaktadır Cehmiyye II asrın başlarında Horasan'da ortaya çıkmıştır, imamların pek çoğu onların küfrüne hükmetmiştir
5 Mutezile: Bunlar da Allah'ın sıfatını kabul etmezler, büyük günah işleyenleri ebediyyen cehennemde kabul ederler Hz Peygamber (sas)'ın şefâatini inkâr eder, Allah'ın mahlûkatı üzerinde yükselmesini kabul etmezler Bunlar da Hasan-ı Basrî'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır
6 Mutasavvıflar: Bid'at olarak ortaya çıkmış ve ibadet şekline girmiş çeşitli davranışları dinden ve dinin bir emri olarak kabul eden ve şeyhler hakkında aşırılığa giden kimselerdir Bazıları yüce Allah'ın şeyhe hûlul ettiğini söyleyecek kadar sapıklığa varırlar Onların pek çoğu da vahdet-i vücûda, hulul ve ittihada, yani hâlikin mahluk ile birleşmesine inanırlar Bu icmâ ile küfürdür Onlar ayrıca, nassların te'vilinde Batınilerin yollarını izler Kanaatlerine göre bu gibi şeyler ise arifbillahın bilebileceği şeylerdir Bu taife yalan ve iftira olarak ehli sünnete nisbet edilen taifelerin en kötü olanlarıdır Hasan-ı Basri'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır
7 Mezhebî taassub bid'ati: Bu, zaman itibariyle yukarıdakilerden daha sonra ortaya çıkmıştır Böyle bir bid'at dört imamın vefatından bir süre sonra görülmeye başlandı Bu gibi bid'atçiler dilleriyle imamların masum olduğunu kabul etmemekle birlikte vakıada böyle bir masumiyeti kabul ederler Meselâ, bu bid'ate sahip bir kimse: Imam herhangi bir hadisi bilmeyebilir veya imamların hata edebileceği doğrudur ancak bizim imamımızın hata ettiği sabit olmamıştır derler Hatta müteahhirlerden birisi şöyle der: Bizim mezhebimize aykırı olan her bir hadis ya te'vil yahut mensuhtur Ancak ilim ehli bilirler ki bu bir bid'at ve bir dalalettir

Müslüman olan her kişinin görevi, Kur'ân ve sahîh Nebevî sünnete tâbi olmak, Peygamber (sas)'in ve ashabının izlediği yolu izlemektir Asıl Fırka-i Nacıye onların izlediği ve onların izinden gidenlerin gittiği yoldur
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BİDAT NE DEMEKTİR EHLİ BİDAT KAFİR MİDİR, MÜSLÜMAN MIDIR? Bidat bir şüpheye istinaden Peygamber (sav)'den varit olan sünnetin hilafına inanmak veya onu yapmaktır Şafii mezhebine göre Bidat Kur'an, sünnet, icma ve esere ters düşen şey kötü bidat, bunların hiçbirisine ters düşmeyen iyi görülen şey, güzel bidattır (Fethü'l-Mübin) Mesela Şiilerin yıkamak yerine ayaklarını mesh etmeleri bidattır Çünkü namaz farzolduktan sonra Hz Peygamber'in (sav) her aldığı abdestinde mesti olmazsa mutlaka ayaklarını yıkadığı ve yıkamasını emr eden çok hadisler vardır Ancak Şiiler bir şüpheye istinaden ayakları yıkamayarak meshediyorlar Bu şüphelerinin durumu beyan etmek için abdest ayetinde yer alan "ercüleküm" kelimesinin hem mensup hem mecrur olarak okunmasını ileri sürüyorlar Mensup okunursa vücüheküm kelimesi üzerine matuf olacaktır ve ayetin manası şöyle olacaktır: "Yüzünüzü, dirseklerle beraber ellerinizi yıkayınız Başınızı meshediniz ve ayaklarınızı da" (yıkayınız) Mecrur okunursa iki ihtimalı vardır, birincisi Ercüliküm yine vüzühekim kelimesi üzerine matuf olmalıdır Ancak cerri civar ile yani komşusu olan Ruüsiküm cerri ile mecrurdur Ehli sünnet de bunu kabul etmektedir, ikinci ihtimal Ercüliküm kelimesi Ruüsiküm kelimesi üzerine matuftur Buna göre ayetin manası şu olur: "Yüzünüzü, dirseklerle beraber ellerinizi yıkayınız, başınızı meshediniz, ayaklarınızı da " (meshediniz) Görüldüğü gibi Şiiler de bunu kabul ediyor Zayıf da olsa Şiilerin de bir hüccetleri vardır
__________________
 
Üst Alt