A.B > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
BAŞ AÇIK OLARAK GEZMEK CAİZ MİDİR? Kadının evinde oturup mahrem olmayan kimse bulunmazsa başını açmasında beis yoktur(el Fetava'i Hindiyye)Çünkü kadının avreti yabancı olmayan kimselerin huzurunda diz ile göbek arasındadırEvde yabancı varsa veya evde değil dışarda ise başı avret olduğu için onu açması caiz değil, haramdır
Erkeğin başı ise avret değildir Kendi evinde,bağ ve tarlada başının açık olarak kalmasında beis yoktur Fakat sokak ve çarşıda baş açık olarak gezmesi memleketin örf ve adetine göre değişirBulunduğu yerde baş açık olarak gezmek ayıp sayılırsa baş açık olarak gezmemek lazımdırAyıp sayılmıyorsa bu şekilde gezmekte beis yoktur(el Muhezzeb,c2s325)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BAŞLIK PARASI Bir kızı evlendirmek ya da nikâhdan sonra teslim etmek için, onun anne-Babasından, ya da akrabasından birinin: "ağırlık", "başlık", "kaftanlık", "abilik", "dayılık" gibi adlarla para, ya da başka birşey alması, rüşvet türünden olduğu için haramdır: Bu aynı zamanda şerefli yaratılan bir insanı, meta' gibi parayla satmak anlamına da geldiğinden, çok çirkin bir şeydir Bir babanın kızına, onu parayla satmasından daha büyük hakareti düşünülebilir mi?
Işin garibi, Anadolumuzun birçok yöresinde bu uygulama vardır ve adına da açıktan açıga "satmak" tâbir olunur Imam-Hatip Okulu'nun iki yılını okuduğum Yozgat'ta, sınıf arkadaşımın; "ablamı bu sene sattık" sözünü çok ilginç bulmuştum ve hâlâ unutamıyorum
Işin bir diğer kötü yönü daha vardır: Islâm'ı her fırsatta lekelemek isteyen egemen güçler, Anadolu'daki bu uygulamayı, ustaca ifadelerle Islâm'danmış gibi gösterir ve İslâm'dan çok kendilerine yakın olan bu cahillerin suçunu İslâm'a malederler Bu uyguIamayı yapanlar, bir de buna sebep oldukları için sorumludurlar
Ancak dügün hazırlıkları ve işlerinin yürümesi için, anlaşma ile, hizmet bedeli olarak verilen şey başlık değildir, damat onu geri alamaz Halbuki başlıkparası olarak verdiği eşya ve parayı geri almak hakkıdır Peşin değil de, sonradan vereceğini söylemişse, hiç vermemek de hakkıdır Vermezse hiçbir şey gerekmez
Başlıkparasını, yerinde anlatacağımız mihirle de karıştırmamak gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BAŞLIK PARASI ALMAK YA DA BUNUN YERİNE EŞYA VERMENİN HÜKMÜ NEDİR? Bu, İslâm'da rüşvet sayılmış, bir anlamıyla "mukerrem" olan insanı mal gibi satmak olarak görülmüş ve haram olduğu söylenmiştir Ancak bunun nikâhın gereği olan "mehir"le karıştırmamak gerekir "Mehir" bir garanti ve değer belgesi olarak evlenecek kadına verilen ya da bu maksatla velileri tarafından alınıp yine ona harcanan para ya da eşyadır "Başlık" ise kadının Babası, ağabeyisi vs tarafından alınıp kendine harcadığı para ya da eşyadır Haram olan bu ikincisidir Bazı kaynaklarda kız tarafına verilen para, gönül rızasıyla da olsa haramdır, denilmektedir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BAŞÖRTÜSÜ ÜZERİNE SECDE Secdeye giderken başörtümüzün ucu secde yerimize düşüyor Onun üzerine secde etmiş oluyoruz Bu şekilde kıldığımız namazımız, sahih midir?
Bu konunun Rasulüllah (sas) zamanında da sözü edilmişti "Enes, b Malik diyor ki: Rasulüllah'la beraber namaz kılarken sıcağın siddetinden ötürü yüzümüzü yere koyamayınca giysimizi yere serer ve onun üzerine secde ederdik" ( Menbecî, el-Lübâb 1/263 (Buhari, salat 1/107; Müslim, mesâcid1/433) Elbisenin artık kısmına secde etmek caiz olursa sarığın dolamına (ve başörtüsünün kenarına) secde etmek de caiz olur Çünkü aralârında fark yoktur Buhari Hasen'den naklederek der ki, halk sarığın ve takkenin üzerine secde ederdi ve elleri de yenlerinde olurdu( Buhari, salat 23; Menbeci; agk) Bizzat Rasûlüllah Efendimizin (sas) de sarığının dolamı üzerine secde ettiği rivayetleri vardır (bk Ibn Hümam, Fethu-Kadir 1/305-6
Bunlardan hareketle Ibn Hümam, bir engel üzerine ‚secde etmenin secdeyi engellemediğinde ittifak vardır, der Ancak mazeret yokken böyle secde yapıp, yere secde etmemek mekruhtur( Meydânî, el-Lübâb I/73) Ama başörtüsünün secde yerine düşmüş olması ve atmak için "ameli kesire" ihtiyaç duyurmuş olması da bir mazeret olmamalıdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BAŞÖRTÜSÜNÜN KEYFİYETİ Başörtüsü nasıl olmalıdır? Çene altının da mahremi olmayan erkeklere gösterilmemesi mi gerekir?
Başörtüsünün niteliği (keyfiyeti) meselesi çok önemlidir Müslüman kadınlar, hattâ erkekler bunu çok iyi bilmeli ve bilinçli (şuurlu) bir şekilde uygulamalı ve uygulatmalıdırlar
Kur'ân-ı Kerim, lüzumsuz tekrarların bulunmadığı mûcize bir kitaptır Bir âyet-i kerîmede : "Mü'min kadınlara söyle başörtülerini yakaları üzerine sarkıtsınlar" (Nûr 24/31) buyururlar Daha sonra gelen bir âyet-i kerimede ise: " Müslümanların kadınlarına söyle, cilbâblarını üzerine sarkıtıversinler" (Ahzâb 33/59) denir Müfessirlere göre sonra gelen "cilbâb âyeti" başını örtme konusunda kadına ilave bir görev daha getirmiştir: Kadın dışarı çıktığında, yani namahremlerinin göreceği yerde, birinci başörtüsünün üzerine bir de "cilbâb" atacaktır "Cilbâb" genellikle vücudu baştan ayağa örten ve giyilmekten ziyade bürünülen dış örtü olarak anlaşılmış ve uygulanmıştır Ama vücudun üst kısmı, omuzları ve göğüsleri örten geniş başörtü de cilbâb sayılabilir, diyenler de vardır (106"Cilbâb" hakkında geniş bilgi için bk Faruk Beşer, Islâmda Kılık Kıyafet ve Örtünme 93-123) Bir diğer âyette de kadınların "Önceki cahilliyyede olduğu gibi süslenip çıkmamaları" (Ahzâb 33/33) istenir Buna göre kadın, kaynı gibi yakınları dahil, namahremlerinin yanına, belki de süslü olabilecek birinci küçük başörtüsünün üzerinden, en az göğüslerini örtecek kadar geniş, sade ve tercihen koyu renkli bir başörtüsü ile çıkacaktır Rengin koyu olması, süsü azaltması içindir Yoksa renkte bir sınırlama yoktur: Ama cazip bir şekilde süslü olması mahzurludur
Çenenin altının mahremliğine gelince, en müsamahalı Hanefi görüşüne göre kadın, fitnenin de (cinsel duygular) bulunmaması halinde yabancı erkeklere, sadece elini ve yüzünü gösterebilir Yüz ise fıkıh kitaplarımızda alındaki tüy bitiminden çene altına ve bir kulaktan diğerine kadar olan bir yer diye tarif edilir (107 Ibn Âbidîn I/b5-66 (MA)) Buna göre alt çene aşağı yukarı sallandığında sallanan kısmı yüzden olmuş olur Ya da dışardan parmağımızla nefes borunuzu bulabileceğiniz yere kadar yüz sayılır Ve kadın onun dışında kalan boğaz kısmını yabancı erkeklere gösteremez
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BÂTIL DİNLER Cenâb-ı Hak'ın peygamberlerine indirdiği vahiyle ilgisi olmayan ve insanlar tarafından uydurulan yanlış inançlardan ibaret olan dinler
Bâtıl, Hakk'ın zıddıdır Sabit olmayan şey anlamına gelir "Bunun sebebi şudur, muhakkak ki Allah hakkın kendisidir, bundan başka taptığınız şeyler ise bâtıldır" (Lokman, 31/30) Söylenen söz ve icra edilen iş için de bâtıl kelimesi kullanılır Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Yapmakta oldukları şeyler de bâtıl olmuştur" (el-A'raf, 7/139), "Niçin hakkıbâtıl ile karıştırıyorsunuz?" (Âli Imrân, 3/71), "De ki: Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı Zaten bâtıl ortadan kalkmaya mahkûmdur " (Isra, 17/81), "De ki: Hak geldi; artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir " (Sebe, 34/49) Ibtal, bir şeyi bozmak -ister hak olsun ister bâtıl- onu ortadan kaldırmaktır Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda şöyle buyurulur: Allah hakkıhak kılmak ve bâtılı ibtal etmek için " (el-Enfâl, 8/8) Gerçek olmayan söze de bâtıl denilir (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, Mısır, 1970, s 66)
Tarihi seyir içerisinde dinlerin çeşitli tasnifleri yapılmıştır Bazı din tarihçileri dinleri; iptidâî dinler, millî dinler ve dünya (evrensel) dinleri olmak üzere üç grupta ele almışlardır (Annemarıe Schımmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s 3) Bir kısım batılı bilginler de dinleri: "Kurucusu bulunan dinler" ve "geleneksel dinler" diye bölümlere ayırırken, diğer bazıları da "milli dinler" ve "evrensel dinler" şeklinde iki grupta ele almışlardır (M Şemseddin, Târîh-i Edyân, Dersaâdet 1338, s 26-34) Islâm bilginleri ise dinleri; Ilâhi vahye dayanan dinler ya da kısaca "hak dinler" ve "bâtıl dinler" yani ilâhi vahye dayanmayan dinler diye; iki kısma ayırmışlardır Şehristâni gibi bazı Islâm bilginleri de dinleri; "el-Milel ve'n-Nihal" tarzında sınıflamaya tabi tutmuşlar; "hak dinler" karşılığında "el-milel", "bâtıl dinler" karşılığında da "en-nihal" ifadesini kullanmışlardır (M Şemseddin, age, s 34-36; Ahmet Hamdi Akseki, Islâm Dini, s 14; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Istanbul, 1983, s 13; Günay Tümer, Çeşitli Yönleriyle Din, AÜIF Dergisi, Cilt: XVIII, sh 213-267)
Islâm bilginlerinin din tasnifi Kur'an-ı Kerîm'e dayanmaktadır, çünkü Kur'an-ı Kerîm'de, Islâm dini için: "Allah katındaki din" (Âli Imrân, 3/19), "dosdoğru din" (er-Rum, 30/30), "hak din" (et-Tevbe, 9/33), (el-Fetih, 48/28; es-Saff 61/19) gibi ifadeler kullanılır Islâm, "bütün dinler üzerine üstün kılınmak" üzere gönderilmiştir (et-Tevbe, 9/33; el-Fetih, 48/28; es-Saff 61/19) Dolayısıyla "Kim Islâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir O ahirette de kaybedenlerden olacaktır " (Âli Imrân, 3/85) Bu son iki ayetten de anlaşılacağı gibi, İslam'ın dışındaki dinlere de "din" denilmektedir Fakat Islâm, hak din olduğuna göre, diğer dinlerden ilâhi vahye dayanmayanlar "bâtıl" dır Yahudilik ve hristiyanlık gibi ilâhi vahye dayanmakla beraber, aslî şeklini kaybetmiş ve böylece dini esasları bozulmuş olanlar da "muharref" dinlerdir
Bu sınıflamalara göre, ahlâkî fazilet üzerine kurulmuş, kudret ve iradesi bütün kâinata hakim, ilmi her şeyi kuşatmış bir tek "Allah'a ve O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imanı" esas alan (el-Bakara, 2/285) ve "Yalnız Allah'a ibadeti emreden" (ez-Zâriyât, 51/56) dinler hak; bu özellikleri taşımayan dinler de bâtıl dinler grubuna dâhildir
Islâm'a göre insanlığın ilk dini, tevhîd dinidir Dinin kurucusu yüce Allah'tır Allah kâinatı, insanı yaratmış, kitaplar ve peygamberler göndermiştir Insanlar bir erkek ve bir dişiden yaratılmıştır Hz Âdem'e her şeyin ismi öğretilmiş ve kendisi ilk peygamber olarak görevlendirilmiştir Hz Âdem de, Allah'dan aldığı vahiy ve ilham ile kendi devrindekileri irşat etmiştir Sonra insanlar tevhîd esaslarını unutup, Allah'tan başka şeylere, tabiat kuvvetlerine, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmaya ve bunları Allah'a ortak koşmaya yöneldikçe, Allah da elçiler gönderip insanları "hak dine", "hak yola" davet etmiştir Böylece hak din, Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar yoluyla akıl ve irade sahibi insanlara bildirilmiştir Bunun için sapmalar sonradan olmuş, çok tanrıcılık sonradan gelişmiş ve dolayısıyla bâtıl dinler de sonradan ortaya çıkmıştır Bu gerçek, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmiştir:
"Insanlar bir tek ümmetti Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler Allah, insanları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izni ile eriştirdi " (el-Bakara, 2/213)
"Habibim! Hakk'a yönelerek kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta bahşettiği dine ver Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur Işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler " (er-Rûm, 30/30)
Buna göre bâtıl dinler tevhîd esasına dayanmaz Ilâhi vahye dayalı bir kitabı yoktur Peygamber anlayışına fazlaca yer verilmez Cennet, Cehennem, melek ve ahiret telâkkişi belirgin bir şekilde gelişmemiştir Devamlı değişmeye ve tahrife elverişlıdır Çoğu zaman bazı seçkin şahıslar tarafından uydurulmuş veya herhangi bir toplumda zaman içerisinde kendiliğinden ortaya çıkmıştır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BAYRAM, BAYRAM NAMAZLARI

İslâm ümmetinin iki bayramı vardır Bunlar bütün İslâm âleminde kutlanan bayramlardır Biri Kurban Bayramı, diğeri de Ramazan Bayramı'dır Ramazan Bayramı Ramazan ayının bitiminde, Şevvâl'in birinde; Kurban Bayramı da Zilhicce ayının onuncu gününde olur Ramazan bayramı üç gün, Kurban Bayramı dört gündür
İslâmî kardeşliğin perçinlendiği bu mübarek günler, müslümanların sevinç ve mutluluk günleridir Nitekim Hz Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi Bu durumu gören Hz Peygamber Allah Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir " (Ebû Davûd, Salat 239, Neseî, I'deyn, 1; Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 103, 178)
Bu bayramların neşe ve sevinç günleri olduğunu yine bizzat Hz Peygamber ifade buyurmuşlardır Buhârî'nin Hz Âişe'den rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte Hz Âişe (ra) şöyle anlatmıştır: "Bir defasında, Kurban Bayramı'nın ilk günlerinde Hz Peygamber yanıma girdi Yanımda, "Buâs" ezgilerini (def çalarak) okuyan iki kız vardı Yatağına uzanıp, yüzünü çevirdi Derken babam Ebû Bekr (ra) içeri girdi "Bu ne! Resulullah'ın (sas) yanında şeytan çalgıları mı?" diyerek beni azarladı Bunun üzerine Hz Peygamber (sas) ona dönerek, "Onlara dokunma" buyurdu Ben de babam bir şeyle meşgul olunca kızlara işaret ettim, onlar da çıktılar (Müslim, Salatu'l- îdeyn,16) Yine bir bayram günü Habeşîler kalkan ve mızrak oyunu oynuyorlardı Bunlara bakmak için ya ben Hz Peygamber'den izin İstedim veya O "Bakmak istiyor musun?" diye bana sordu (iyice hatırlamıyorum) Ben "Evet" dedim Bunun üzerine beni arkasında yanağım yanağına değecek şekilde ayak üstü durdurup, oyun oynayanlara "Haydi devam edin Erfideoğulları!" buyurdu Nihayet ben usanınca Artık yeter mi?" diye sordu "Evet" dedim "Öyleyse git!" buyurdular" (Buhârî, îdeyn, 2)
Buhârî'nin diğer bir rivayetinde, söz konusu hâdisede, Hz Peygamber, Hz Ebû Bekr (ra)'e "Ebu Bekr! her ümmetin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır" buyurmakla, bu günlerde yapılacak meşru eğlence ve sevinç izhar etme keyfiyetine cevaz vermişlerdir Düğünlerde olduğu gibi, bayramlarda da sevinçli olduğunu açıkça göstermek için, İslâm'a aykırı olmayacak şekilde eğlenmeler tertiplemek caizdir Hatta bayramlarda sevinçli olduğunu açıkça ortaya koymak İslâm'ın prensiplerindendir (Tecrîdi Sarîh Tercümesi, III, 157)
Bayramlarda yapılması mendup (dinimizin güzel gördüğü) hususlar vardır, şöyle ki: Bayram sabahında erken kalkmak, yıkanmak, gusletmek; misvak kullanmak, ağızı temizlemek; güzel koku sürünmek; en güzel elbisesini giyinmek; Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek için sevinçli ve neşeli görünmek menduptur Ayrıca: Ramazan Bayramı'nda sabahleyin camiye gitmeden önce tatlı bir şey yemek Varsa bunun hurma olması ve bir, üç, beş gibi tek adetli olması; Kurban Bayramı'nda kurban kesecek kimsenin onun etinden yemesi için namazdan önce bir şey yememesi güzel bir davranıştır Sonra namaza erken davranıp sabah namazını mahalle mescidinde kılarak bayram namazı için, varsa namazgâha ve büyük camiye gitmek; namaza giderken Ramazan Bayramı'nda içinden ve Kurban Bayramı'nda açıktan tekbir getirmek; dönüşte mümkün ise başka yoldan gelmek; müminlere rast geldikçe güler yüzlü olmak ve tatlı söz söylemek; gücü yettiğince çok sadaka vermek menduptur (Meraku'f-Felah, İstanbul 1327, 158)
Bütün bunların dışında çocuklar, bilhassa öksüz ve fakir çocuklar sevindirilir; akraba, eş ve dost ziyaretleri yapılarak, hâl hatır sorulur En önemlisi, aralarında dargınlık olanlar barıştırılır Yüce Allah'ın ihsan ve rahmetinin tecellisine de sebep olan bu bayramların diğer yönden sosyal hayatta bu tür faydaları gayet açık görülmektedir Biteviye akıp giden sosyal hayatın monotonluğu bayram gibi önemli günlerle kesilerek fakirler hatırlanmakta, yetimler sevindirilmektedir Bu şekilde İslâm'ın emrettiği gerçek kardeşlik sözden fiile geçirilmektedir
Müslümanlar birbirlerinin bayramlarını, ya karşı karşıya gelerek ya da mektup, tebrik veya telefon gibi haberleşme vasıtalarıyla tebrik ederler Uzun zaman hatırlanmayan dostlar bu vesile ile hatırlanırlar
Bayramlar yine, yenilip yedirildiği, içilip içirildiği ikram günleridir Akraba ve eş-dost ile beraberce bu günün mutluluğu paylaşılır Bunun için de bayramlarda oruç tutmak Hz Peygamber tarafından yasaklanmıştır (Buhârî, Savm, 66; Ahmed b Hanbel III, 34, 35) Fakat bayramlar yukarıda belirtilen hedeflerinden de saptırılmamalıdır Zira bayramlar sadece yemek, içmek ve tatil yapmaktan ibaret değildir Bu gerçeği göz ardı edip cemiyet hayatını düzenleyen ve aradaki uçurumları kaldıran böyle bayramlarda, tatil bahanesiyle toplumdan kaçarak bir deniz kenarında vakit öldürmek, her şeyden önce bu bayramların fazîlet ve sevabından mahrum kalmaktır
Diğer taraftan bu bayramlar İslâm'ın vakar ve şahsiyetini, olgunluk ve yüceliğini gösteren müesseselerdir Bu hakikati görmek için, Güney Amerika karnavalları ile Avrupa'nın faşinglerini ve yılbaşı (Noel) bayramlarını, İslâm'ın bayramları ile karşılaştırmak yeterlidir İslâmî bayramlar, arkasında tatlı hatıralar, yetim ve kimsesizlerle, fakirlerin mutluluk gözyaşlarını bırakırken; yukarıda saydığımız diğer milletlerin bayramları, arkalarında sadece, sefalet, içki kokusu, yollarda metrelerle ölçülen pislik ve çöp, hepsinden de vahşisi içki ve alkolün sebep olduğu nice ölüler bırakmaktadır Ramazan Bayramı, Kamerî aylardan Şevval'in ilk üç gününde; kurban bayramı ise Zilhicce'nin 10,11,12,13 günlerinde kutlanır
Bayram namazlarına gelince: Kime cuma namazı farz ise; o kimseye bayram namazı kılmak vaciptir Bayram namazlarından sonra okunan hutbeler sünnettir, cuma hutbesi gibi farz değildir, cuma hutbesi namazdan önce, bayram hutbesi ise namazdan sonra okunur Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır
Bayram namazının vakti, güneşin doğup, ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselmesinden itibaren başlar ve zevâl vakti denilen güneşin tam tepeye dikilme zamanına kadar devam eder
Bayram namazları ikişer rekattır Cemaat şartı vardır İmam okuduğu sureleri dışından =cehren okur Ezan ve kamet getirilmeksizin, imam iki rekat Ramazan veya Kurban Bayramı namazına diye; cemaat de aynen imam gibi, hangi bayram namazını kılıyorsa o bayram namazına niyet eder ve imama uyduğunu söyler Şöyle ki: Niyet ettim Allah rızası için iki rekat Ramazan Bayramı namazını kılmaya, uydum imama der İmam ve arkasından cemaat "Allâhü ekber" diyerek iftitah tekbiri*ni alır Arkasından hep birlikte eller bağlanır ve gizlice "Sübhaneke" okunur Sonra imam açıktan, cemaat sessizce arka arkaya üç tekbir alır Her tekbirde eller kulak hizasına kadar kaldırılır ve arkasından aşağıya indirilir her iki tekbir arasında da üç defa "sübhanallah" diyecek kadar durulur Üçüncü tekbirin ardından eller bağlanır ve imam gizlice "eûzü besmele" çeker Arkasından açıktan Fatiha ile bir sure okur veya en az Kur'an'dan üç ayet veya üç ayet miktarı bir ayet okur Bunları okuduktan sonra hep beraber "Allahü ekber" diyerek rukûa gidilir Normal namazdaki gibi rukû ve secdeler yapıldıktan sonra ayağa kalkılır ve eller bağlanır Yine imam içinden gizlice besmele çeker Açıktan Fatiha ve bir zammı sûre okuduktan sonra, tekrar "Allahü ekber" diyerek üç defa tekbir alınır Her tekbirde, birinci rekatta olduğu gibi eller kaldırılır ve tekbir aralarında yine üç defa 'sübhanallah' diyecek kadar durulur Tekbir aralarında eller bağlanmayıp aşağıya salıverilir Dördüncü tekbiri de imam açıktan; cemaat gizli alarak, rukûa giderler Normal bir namazdaki gibi, rukû' ve secdelerden sonra oturulur "Ettehıyyatü" "Allahümme salli ve Bârik" duaları ile "Rabbenâ âtina" duaları okunduktan sonra iki tarafa selâm verilir
Namaz bu şekilde tamamlandıktan sonra, hatib hutbeye çıkar ve oturmadan, hutbesine başlar Bayram hutbelerine tekbir ile başlanır Hatib Ramazan Bayramı hutbesinde, fıtır sadakasına dair; Kurban Bayramı hutbesinde ise kurban kesmenin adabına ve teşrik tekbirlerine dair bilgiler verir
Kurban Bayramı namazını vaktinde kılmak için biraz acele etmek; Ramazan Bayramı'nda ise biraz tehir etmek sünnettir
Bayram namazından evvel gerek evde ve gerek camide; bayram namazından sonra da camide nafile namazı kılmak mekruhtur Eve gelirse kılınabilir
Bayram namazına yetişemeyen kimse, artık onu kaza edemez ve tek başına kılamaz Dilerse döner gider, dilerse dört rekat nafile namazı kılar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BEDDUA VE LÂNET "Allah belânı versin", "tepe tepe üstüne gidesin" "gidişin olur, dönüşün olmaz" gibi kötü sözler söyleniyor Bunların hükmü nedir? Böyle şeylere alışık birisi bundan nasıl vazgeçirilir?
Söylenen için fısk ve günah sözlerdir Söylenene, hak etmemişse herhangi bir zarar yoktur
Rasûlüllah Efendimiz: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim" (Müslim, birr 87) Buyurur Bir mü'mine lânet (Beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir (Buhârî, edep 44) Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldıgını görünce sahibine döneceğini haber verir (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45) Sözünü ettiğiniz kişiye bunların hatırlatılması, yapılacakların en önemli olanıdır sanırız
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BEDEL HAC

Kendisine hac farz olmuş ancak edâ etmesine vücut sağlığı elverişli olmayan bir kimsenin, yerine başkasını göndermekle edâ edilen hac Nafile hac için hiç bir şarta bağlı olmaksızın; farz olan hac için ise, sağlığının elverişli olmaması şartıyla, bir kimse kendi yerine bir başkasını gönderir ve haccın sevabını alır Çünkü böyle bir durumda insan malını Allah yolunda hac için harcamış demektir Böyle bir harcamayı kendisi yapabileceği gibi, başkasına da kendi adına yaptırabilir

İslâmî kaynaklarda hac için bedel (nâib) tutmaya "ihcac", bedel tutan kimseye "âmir", menûb veya "mahcûcun anh" denir: Ayrıca bedel gönderilen kimseye "me'mûr", yol masrafı olarak verilen mal veya paraya "nafaka" ve haccı ifsad etmesi halinde nafakayı geri ödemesine "tazmin" adı verilmektedir
İslâm'da ibadet; mal, beden ve hem beden hem de malın birleştirilmesiyle yapılan ibadet olmak üzere üçe ayrılır Bunlardan mal ile yapılan zekât, kurban, sadaka, keffaret vBulletin ibadetlerde vekâlet kayıtsız şartsız caizdir Abdest, namaz, oruç gibi beden ile yapılan ibadetlerde ise hiç bir halde mümkün değildir Hem beden hem de mal ile yapılan hac veya umre gibi ibadetlerde ise acizlik (sağlığın yeterli olmaması) halinde caiz, yapmaya Kadir olması halinde ise farz olan hac için caiz değil, nafile hac için caizdir Burada söz konusu edilen acizlik, ölüm veya ölüme kadar süren daimî bir acizliktir
Aslında bir kimse bütün ibadetlerinde, işlediği amelin sevabını başkasına bağışlayabilir İbadeti yaparken, görünüşte kendisi için niyet etmiş olsa bile sevabını başkasına hibe edebilir Allah'u Teâlâ'nın "İnsan için ancak kendi emeğiyle kazandığı vardır" (en-Necm, 53/39) buyurduğu ayet, "ancak sevabını kendine bağışladığı ameli vardır" diye tefsir edilmektedir (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, Mısır 1966, II, 596, 597)
Dolayısıyla müslümanların birbirlerinin yerine sadaka vermeleri Allah için kurban kesmeleri hacca gitmeleri veya bedel göndermeleri ve sevabını bağışlamaları caizdir Mükâfatı görülür ve onların hayırla anılmalarına vesîle olur
Bedel haccın sahîh olması bazı şartlara bağlıdır Bu şartlar şöyle sıralanabilir:
1- Hac, âmir üzerine farz olmuş bulunmalıdır Farz olmadan haccettirecek olursa nafile olarak kabul olur Daha sonra farz olursa tekrar edâ etmesi gerekir
2- Âmir, haccını edâdan önce sağlık açısından aciz olmalıdır Sağlam bir kimse, önce hacca bedel gönderip sonradan âciz duruma düşse haccı makbul sayılmaz
3- Âmir, bedel gönderdiği adamı, isteyerek ve bunu ona bildirerek göndermelidir İzinsiz ve gıyabıda yapılan bedel hac caiz olmaz
4- Bedel giden me'mûr müslüman, akıllı ve hac menasikini gereğince yapabilecek temyiz kudretine sahip olmalıdır Daha önce hacca gitmemiş kişiyi veya kadını hac için bedel göndermek caiz ise de, daha önce haccetmiş hür bir erkeği göndermek daha iyidir
5- Âmir normal olarak yol masrafını (nafaka) vermelidir Yetmemesi halinde, bedel kendi parasından harcar ve dönüşünde âmirden isteyebilir, artmışsa iade eder
6- Âmir ile me'mûr arasında nafakadan başka bir ücret belirlenemez Çünkü ibadete -bedel olarak da olsa sadece ibadet maksadıyla gidilecektir
7- Âmir, hac türlerinden (ifrad,* temettu'* ve kıran*) hangisini emrederse, me'mûr onu edâ eder Âmirin emrettiği hac veya umreyi edâ ettikten sonra, kendi namına da hac veya umreden birini yapsa caiz olur
8- Âmirin verdiği nafaka hangi bineğe (vasıtaya) uygunsa me'mûr onunla gider Binek için nafaka alır da, ucuz olur diye yaya veya daha ucuz vasıta ile giderse caiz olmaz
9- Âmirin verdiği nafaka yeterli ise kendi ikamet ettiği yerden; değilse yeterli görülen bir yerden yola çıkılır
10- Bedel hac için niyet edilirken,
"vekâleten haccedileceğine" niyet edilmesi şarttır Âmirin adını unutursa, kalbî niyet yeterli olur Fakat kendi adına da veya iki kişinin birden bedel haccına niyet ederse hiçbiri kabul edilmez
11- Âmir "Benim yerime filân kimse haccetsin, başkası değil" derse belirttiği kimseden başkası bedel gidemez; "başkası değil" kaydını koymazsa üçüncü bir kimsenin bedel gitmesi caiz olur
12- Temettu ve kıran hac türlerinden gereken kurban, vekile vacip olur Cinayet kurbanı da vekîle vacip olur Hac veya umre erkânından, bir hatasından dolayı vekil "muhsar: manen engellenmiş" olursa ve âmir sağ ise kurban âmire aittir İmam Ebû Yusuf'a göre bunu da vekil üstlenir
13- Müteveffa bir âmirin vasiyyeti üzere gönderilen bedel yolda ölürse, ikinci bir vekîl tayin edildiğinde, İmam-ı Âzam'a göre, ölü olan âmirin malının üçte birinden geri kalan ile ve âmirin ikamet ettiği yerden başlayarak hacceder İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise önceki vekilin öldüğü yerden haccı tamamlar
14- Me'mur eğer, Arafat'ta vakfeden önce cinsî yakınlıkta bulunursa haccı fâsit olur, üzerine kurban gerekir ve nafakayı âmire veya mirasçılarına geri öder
I5- Bedel hac, âmirin belirlediği senede yapılmalıdır Hastalık vBulletin elde olmayan bir sebeple vekil tarafından tehir edilirse nafakayı iade etmez, imkân bulduğu bir senede edâ edebilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BEDELLERİ AÇISINDAN ALIŞ-VERİŞ ŞEKİLLERİ

1-Bey': Malı para karşılığında satmaya bey' denir Alış-verişlerin büyük bir kısmı bu şekilde yapılmaktadır
2-Sarf : Paranın para ile değiştirilmesi olayına sarf denir
3-Mubâdele: Malı mal ile değiştirme işlemine denir Halk arasında buna trampa ve takas* gibi isimler verilmektedir
4-Selem : Para peşin, mal veresiye yapılan ticarete selem denir Bu tür satışlara halk arasında ‚alevra satış' da denir Bilhassa çiftçi ve sanayıcilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin caiz olması için bâzı şartların bulunması gerekir Paraya muhtaç olan kimse, malını-elde etmeden önce satmak ister Islâm dini, satıcının darlığından istifade ederek alıcının, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin malınıdeğerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları caiz görmüştür Peygamberimiz, Medine'ye geldiğinde, Medinelilerin mahsûllerini bir iki sene önceden Yahudilere sattıklarını görür Bunun üzerine şöyle der: "Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın " (Müslim, Müsakat, 25)
Selem, var olmayan (mâdûm) bir malın satışı olduğundan, caiz olmaması gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle caiz görülmüştür Bunda her iki tarafın da kârı vardır; müşteri biraz daha ucuza mal alır, satıcı da peşin para ile ihtiyacını giderir Meselâ bir sanayici nakit sıkıntısına düşerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek şartıyla, üreteceği -vasıfları belli olan malları satar; alacağı para ile üretimini yapar Böylece sanayicinin tezgâhı çalışır, üretim devam eder, alıcı da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almış olur
Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düşmekten de korur Çünkü üretimin devamı için paraya kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır
Fiyatlarda aşırı bir düşüklük olursa böyle alış-verişler caiz değildir Selemin sahîh olması için şu şartların bulunması gerekir:
a-Malın vasıflarının belli olması cinsi, nev'i, niteliğinin önceden belirlenmesi
b-Miktarının belirlenmiş olması Kaç kilo, kaç metre, kaç ölçek vs olacağının bilinmesi
c-Vadenin belirlenmesi Selem yoluyla satılan malın ne zaman teslim edileceği belirtilmelidir Belirtilen vakitte malın teslim imkânı olmayacaksa veya olmazsa selem bâtıl olur Meselâ: Nisan ayında buğday teslimi imkânsızdır Nisan ayında buğday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzında satış yapması caiz değildir
d-Mal karşılığında alınan paranın miktarını belirlemek ve parayı peşinen almak Fiyatta aşırı derecede ucuzluk olmamalıdır
5-Veresiye satışlar : Satılan malın bedeli peşin alınabileceği gibi, belirli bir süre sonra da alınabilir Bu tür alış-verişlerde malın karşılığının (bedel) para gibi başka bir cinsten olması gerekir Aynı cins malların (meselâ altınla altının) veresiye satışı caiz değildir
Alış-veriş çeşitlerinden bir diğeri de Bey' bi'l-vefa'dır Vefâ yoluyla satım akdi yapmak demektir Bir terim olarak ise, bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak anlamına gelir Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi fesh edebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu, rehin* hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür Fâkîhlerin çoğu, bey' bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu VI, 126-127)
Bu muâmele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir Burada, satıcı ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır Buna "bey'u'l-muâmele" denildiği gibi, Mısır'da "bey'u'l-emâne" adı da verilmiştir
Mîlâdî XV yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö 823/1420) bey' bi'l-vefâ tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: "Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi-l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alıcı mebia mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz (Ali Efendi, Fetâvâ, c I s 300)
Vefa yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irade beyanıyle dilediği zaman akdi feshedebilir Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir, tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez Satışa konu olan mal, rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir
Rehin edenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden, rehin alanın yararlanması mümkün ve caizdir Vefâ yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür Mecelleyi şerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der: "Mebî'in, yani vefâen satılan bir gayrı menkûlün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riayet olunur Çünkü Mecelle'nin seksenüçüncü maddesinde: "Imkân ölçüsünde, şer'-i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir" hükmü yer alır Meselâ, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere, karşılıklı rıza ile mukâvele olunsa, bu mukâveleye göre amel edilmesi gerekir Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde, alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz Ancak satıcının mübah ve helâl kılmasıyla istihlâk etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez Mahsûl, alıcının haddi aşması veya kusûru bulunmaksızın telef olsa, tazmin gerekmez Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667)
Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve Imam Şâfiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla caizdir
 
Üst Alt