BAKARA Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
219/a- Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.
Bu ayetin indiği zamana kadar, içki ve kumarı yasaklayan bir ayet inmemişti. Fakat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde bu iki kötü alışkanlığın helâl olduğunu söyleyen bir hüküm de yoktu.

Yüce Allah yeni oluşmakta olan bu müslüman cemaati elinden tutarak onu adım adım istediği yolda ilerletiyor, onu kendisi için tasarladığı misyona uygun olarak yapılandırıyordu. Bu önemli misyon, bu büyük görev, insanın kendini içki ve kumar yolunda harcaması ile bağdaşmazdı; ömrü, bilinci ve enerjiyi amaçsız insanların eğlencelerinde boşu boşuna tüketmekle bağdaşmazdı. Çünkü sözkonusu amaçsız kimseler nefislerine haz veren şeyler ile oyalanır, peşlerinden bir an bile ayrılmayan serserilik ve sorumsuzluk, kendilerini içki ile sarhoş olmaya ve kumarla oyalanmaya daldırır. Kimi zaman da bu zavallıları kovalayan kör nefisleri olur. Onlar da kendilerinden kaçarak içkinin ve kumarın kucağına atılırlar. Tıpkı cahiliye toplumunda yaşayan sıradan insanların yaptıkları gibi. Bu dün böyle idi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Yalnız İslâm, insan nefsine yönelik eğitim metodu uyarınca bu konuda yavaş, soğukkanlı ve zorlamacılıktan uzak adımlar ile ilerliyordu.

Bu ayet-i kerime içki ve kumar yasağı konusunda atılmış ilk adımdır. Burada önemli bir noktaya kısaca değinmek istiyoruz. Maddî nesneler ve davranışlar her zaman mutlak anlamda, katıksız biçimde kötü olmayabilirler. Şu dünya üzerinde iyilik, kötülükle ve kötülük de iyilikle karışık olarak bulunur. Fakat herhangi bir nesnenin ya da davranışın helâl ya da haram olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın günahı, zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur. Böyle olmakla birlikte bu ayette açık bir yasaklama ve haram sayma hükmüne yer verilmemiştir.

İSLÂM'IN EĞİTİM METODU

Burada Kur'an'ın, İslâm'ın ve hikmet sahibi yüce Allah'ın eğitim metodunun bir özelliği dikkatimizi çekiyor. Bu eğitim metodu İslâm'ın birçok yasal düzenlemesini, birçok farzını ve birçok direktifini incelerken somut biçimde meydana çıkıyor. Biz burada içki ve kumardan sözederken bu eğitim metodunun kurallarından birine işaret etmek istiyoruz.

Eğer emir ya da yasak imana dayalı düşünce ile, yani inanç sistemi ile ilgili isé İslâm o konuda kesin hükmünü, o konuda söyleyeceğini daha baştan ortaya koyuyor.

Fakat eğer emir ya da yasak bir alışkanlıkla, bir gelenekle veya karmaşık bir sosyal uygulama ile ilgili ise o zaman İslâm işi ağırdan alıyor; konuya yumuşak, tedrici ve kolaylık gösterici bir tarzda yaklaşıyor, uygulamayı ve itaati kolaylaştıracak pratik şartlar hazırlıyor.
Meselâ İslâm, "Tevhid mi, yoksa şirk mi?" sorunuyla karşı karşıya kaldığı zaman kararlı ve kesin bir darbe ile daha baştan emrini yürürlüğe koydu; Bu konuda hiçbir tereddüde, hiçbir duraksamaya, hiçbir hoşgörüye, hiçbir tavize; hiçbir orta yolda buluşma beklentisine yer vermedi. Çünkü burada mesele düşüncenin temel ilkesidir, onsuz ne iman olur ve ne de İslâm ayakta durabilir.

Ama İslâm içki ve kumar meselesine gelince, bu bir alışkanlık ve adet meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak tedavi yolu ile bıraktırılabilir.

Bu yüzden İslâm, müslümanların vicdanlarını ve şeriat mantıklarını uyarmakla işe başladı; Bu amaçla içkinin ve kumarın günahını, yararından daha büyük olduğunu belirtti. Bu demektir ki, bu alışkanlıkları bırakmak onları sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisa suresinin şu ayeti ile ikinci adım atıldı:

"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilecek duruma gelinceye kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa Suresi, 43)

Bilindiği gibi günde beş vakit namaz vardır ve bu namaz vakitlerinin çoğunluğu kısa aralıklıdır, bu aralıklar sarhoş olup arkasından ayılmak için yeterli değildir. Burada içki alışkanlığının pratiğe aktarma imkanını daraltma ve içki alma periyodları ile ilgili olan alışkanlığın sürekliliğini kırma girişimi ile karşı karşıyayız. Çünkü içki ya da uyuşturucu madde tutkunlarının alışkanlık haline getirdikleri vakit gelince bu maddeleri kullanma ihtiyacı duydukları bilinen bir şeydir. Eğer bu vakit, bu maddeler kullanılmadan geçiştirilir ve bu geçiştirme birkaç kez tekrarlanabilirse alışkanlık zayıflamaya başlar ve alt edilmesi mümkün hale gelir.

Bu iki adım atıldıktan sonra içki ve kumarın haram olduklarını belirten son ve kesin yasaklama hükmü geldi:

"Ey müminler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları kuşkusuz Şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz."·(Maide Suresi, 90)

KÖLELİK KURUMU VE İSLÂM'IN TUTUMU:

Bir de kölelik problemini bu açıdan gözden geçirelim. Kölelik, İslâm'ın geldiği dönemde sosyoekonomik kökleri olan, dünyanın her tarafında geçerli bir devletlerarası gelenek durumunda idi. Esirleri köleleştirme ve köleleri çalıştırma düzeni böylesine yaygın ve köklü idi. Öteyandan karmaşık sosyal kurumların dışa yansıyan görüntülerini ve sonuçlarını değiştirebilmek için, önce bu kurumların dayanaklarını ve ilişkilerini geniş çapta değiştirmek gerekir. Bu arada devletlerarası gelenekleri değiştirmek için ayrıca devletlerarası uyuşmalara ve çok taraflı ortak antlaşmalara ihtiyaç vardır.

İslâm'ın köleliğe ilişkin bir emri yoktur, Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde savaş esirlerinin köleleştirilmesini hükme bağlayan bir ayete rastlanmaz. İslâm geldiğinde köleliği, dünya ekonomisinin temelini oluşturan bir milletlerarası düzen ve esirlerin köleleştirilmesini de savaşan bütün tarafların uyguladıkları bir devletlerarası gelenek olarak buldu. Bu köklü sosyal kurumu ve bu yaygın devletlerarası düzeni sağlıklı bir çözüme kavuşturabilmek için soruna tedrici olarak yaklaşması zorunluydu.

İslâm zamanla kölelik düzenine tümü ile son vereceği, onu kökünden ortadan kaldıracağı gün gelinceye kadar, denetim altına alınması imkânsız olacak sosyal sarsıntılara meydan vermeyecek bir önlem olarak köleliğin kaynaklarını, artış yollarını kurutma yolunu seçti. Bunun yanısıra kölelere elverişli yaşama şartları sağlamaya, onlara geniş çapta insan onuru ile bağdaşır bir konum kazandırmaya önem verdi.

Köleleştirme yollarını kurutmaya başlarken meşru savaş esirleri ile köle soyundan gelenleri bu önlemin dışında tuttu. Çünkü İslâm'a düşman toplumlar o zamanın geçerli geleneği uyarınca müslüman savaş esirlerini köleleştiriyorlardı. İslâm, o gün için, düşman toplumları bu geçerli geleneğe karşı çıkmaya, dünyanın her tarafındaki sosyal ve ekonomik düzenin üzerine oturtulduğu bu uygulamayı değiştirilebilecek güçte değildi. Durum böyleyken eğer İslâm, savaş esirlerini köleleştirme uygulamasını ortadan kaldırmayı kararlaştırsa bu karar sadece müslümanların eline düşen savaş esirleri için geçerli olan sınırlı ve tek taraflı bir uygulama olacak, müslüman esirler o günün kölelik düzeni içindeki kötü akıbetlerine katlanmaya devam edeceklerdi. Bu da İslâm düşmanlarının, müslümanlara karşı cesaretlerini ve güçlerini arttıracaktı.

Bunun yanında eğer İslâm o günkü mevcut kölelerin soyundan gelenleri özgürlüklerine kavuşturmayı kararlaştırmış olsa ve bu kararı devletin ve bu kimselerin tüm yakınlarının ekonomik durumunu düzene koymadan önce vermiş olsa bu köleleri malsız-mülksüz, sosyal güvenliksiz, bakıcısız; onları yoksulluktan ve yeni kurulan toplumun sosyal yapısını bozacak ahlâk bozulmasından koruyacak akrabalık bağlarından yoksun bir şekilde ortada bırakmış olacaktı. İşte bu aktüel ve derin köklü şartlar yüzünden İslâm, açık açık savaş esirlerinin köleleştirilmesini önermedi, bunun yerine şöyle dedi:

"Savaşta kâfirler ile karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız olarak ya da fidye karşılığında salıverin." (Muhammed Suresi, 4)

Bunun yanında İslâm, savaş esirlerinin köleleştirilmesini de açıkca önermedi, bunun yerine İslâm devletine, esirlerine karşı içinde bulunduğu şartların gerektirdiği şekilde işlem yapma serbestliği tanıdı. Devlet, müslüman esirlere karşı fidye isteyen tarafın esirlerini fidye karşılığında serbest bırakacak, iki taraflı anlaşma sağlanabilirse elindeki esirleri değiştirecek ve savaş halinde bulunduğu düşmanlarının tutumlarının doğuracağı aktüel şartlar uyarınca müslüman esirleri köleleştiren düşmanların esirlerini köleleştirecekti.
Gerçekten çok sayıda ve çeşitli olan kölelik kaynaklarını kurutmakla köleler sayıca azalmaya yüztuttu ve İslâm, bu sayısı azalan köleleri de özgürlüklerine kavuşturmaya girişti. Bu işlemi sözkonusu köleler düşman mihraklarla ilişkilerini keserek İslâm toplumuna katıldıkları anda hemen başlattı. Bu yaklaşımının sonucu olarak kölelere tek taraflı olarak özgürlüklerini isteme hakkı tanıdı; köle belirli bir fidye ödemek karşılığında özgürlüğüne kavuşacak, bu isteğini efendisi ile yazılı anlaşmaya bağlayacaktı. İşte kölenin özgür olmayı istediği bu andan itibaren çalışma, kazanma ve mülk edinme hürriyetini elde edecekti. Böylece çalışarak elde ettiği ücret kendisinin olacaktı. Bu arada özgürlüğüne karşılık olarak vereceği fidyeyi kazanabilmek için efendisinin hizmeti dışında başka işlerde de çalışabilecekti. Başka bir deyimle bu köle bağımsız bir varlık haline geliyor, özgürlüğün en önemli dayanaklarına fiilen kavuşuyordu. Sonra bu köle devlet hazinesinin zekât fonundan pay alacaktı. Ayrıca müslümanlar ona özgürlüğünü elde edebilmesi için malı yardımda bulunmakla yükümlü idiler. Bütün bunların dışında ayrıca köle azad etmeyi gerektiren kefaretler de bu özgürleştirme kampanyasına katkıda bulunuyordu.

Mesela yanlışlıkla adam öldürme olaylarında, yemin ve zihar kefareti olarak köle azad etme zorunluluğu vardı. Böylece kölelik düzeninin zaman içinde kesin biçimde ortadan kalkması hedeflenmişti. Buna karşılık böyle köklü bir kurumu bir anda oldu-bitti türünden bir kararla ortadan kaldırmak, kaçınılması mümkün olmayan sosyal sarsıntılara, sakınılması gereken toplumsal bozulmalara yolaçacaktı.
Daha sonraki dönemlerde İslâm toplumunda kölelerin sayısının artması yavaş yavaş beliren sapmalardan, adım adım İslâm sisteminden uzaklaşma eğilimlerinden kaynaklandı. Bu bir gerçektir. Fakat bunun sorumlusu İslâm değildir.

Bu durum, İslâm'ın hanesine olumsuz bir puan olarak kaydedilemez. O İslâm ki, bazı dönemlerde insanlar onun metodundan şu ya da bu oranda saptıkları için aslına uygun biçimde uygulanmamıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi, İslâm'ın tarih görüşüne göre sözkonusu sapmaların oluşturduğu pratik durumlar İslâm'a maledilemezler, İslâm tarihinin kesitleri sayılamazlar. Çünkü İslâm değişmedi, onun ilkelerine yeni bir madde eklenmedi. Değişen insanlardır. Onlar İslâm'dan uzaklaştılar. Bunun sonucu olarak İslâm'ın bu insanlarla bir ilgisi kalmadığı gibi onların da İslâm tarihinin bir kesiti olma nitelikleri kalmamıştır.

Eğer biri yenibaştan İslâm'a uygun bir hayat yaşamak isterse tarih boyunca İslâm'a bağlı olduklarını ileri süregelmiş toplumların bıraktıkları yerden devam edecek değildir. Bunun yerine aslına uygun İslâm ilkelerini yozlaşmamış olarak bulacağı berrak çizgiden başlayarak onu. pratik hayata aktarmalıdır.

Bu gerçek son derece önemlidir; İslâm inancı açısından, İslâmî yaşama tarzı açısından gerek teorik araştırma düzeyinde ve gerekse pratik gelişme düzeyinde önemlidir. Biz bu gerçeği bu bölümde ve bu vesileyle tekrar vurguluyoruz. Çünkü gerek İslâm tarihine yönelik teorik bakış açısı bakımından gerek İslâm tarihinin objektif yorumu bakımından ve gerekse gerçek İslâm'ın hayat düşüncesi ile aslına uygun İslami yaşama düzeni bakımından bazı zihinlerin büyük şaşkınlıkların ve ağır yanılgıların etkisi altında olduğunu görüyoruz. Özellikle İslâm tarihi hakkında araştırma yapan Batılı şarkiyat uzmanlarında bu şaşkınlık ve yanılgı gayet belirgindir. İslâm tarihini yanlış anlayan bu yabancı araştırmacıların etkisi altıda kalan kişilerde aynı şaşkınlık ve yanılgı görülür. Böyleleri arasında bazı aldanmış samimi müslümanlara da rastlanabilmektedir ne yazık ki!..

Bu ayetlerin devamında meselelerin aslını öğrenme amacı taşıyan sorulara cevap olarak çeşitli İslâmi ilkelerin belirlendiğini görüyoruz:
AYET-İ KERiME
219/b- Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.
Müslümanlar bir başka zaman "ne verecekler"ini sormuşlardı. Bu soruya, verilecek olan şeyin türü ve kimlere verileceği belirtïlerek cevap verilmişti. Buradaki soruya, verilecek olan şeyin miktarı, derecesi belirtilerek cevap veriliyor. Ayette geçen "afüv" kelimesi "artık, fazla" anlamına gelir. Buna göre israfa ve gösterişe kaçmaksızın şahsi masraflar karşılandıktan sonra elde kalan, yardım konusudur. Daha önce söylediğimiz gibi ilk önce en yakınlara yardım edilecek, sonra başkalarına sıra gelecektir. Zekât tek başına yeterli bir yardım faslı değildir. Zira kanaatimce zekât ayeti, bu ayetin hükmünü yürürlükten kaldırmış (neshetmiş) değildir. Başka bir deyimle zekât, farz borcunu düşürerek sahibini yükümlülükten arındırır, ama yardım etme direktifi sürekli olarak geçerliliğini korur. Zekât, müslümanların devlet hazinesinin hakkıdır, yüce Allah'ın şeriatını yürütmekle görevli olan hükümet bunu toplar ve belirli harcama yerlerine dağıtır. Fakat müslümanın Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı görevi bunun ötesinde de devam eder. Öteyandan zekât, "artakalan mal"ın tümünü kapsamayabilir. Oysa bu açık hükümlü ayete göre "malın artakalanı"nın tümü yardım ve sadaka konusudur.

Nitekim Fatıma b. Kays'ın bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
NOT
"Malda zekâtın dışında hak vardır. (Ahkam-ul Kur'an, İmam-ı Cessas)
Yüce Allah'ın rızasını elde etmek isteyen bir mal sahibi bu hakkı kendi eli ile verebilir. Eğer böyle yapmaz da Allah'ın şeriatını yürütmeye çalışan İslâm devleti bu "hakk"a muhtaç olursa onu kendi insiyatifi ile alarak kamu yararının gerektirdiği yerlerde harcar. Böylece o mal fazlalığının ne ahlâksızların savurganlıklarıyla çarçur edilmesine ve ne de kullanım dışı tutularak stok edilip fonksiyonsuz bırakılmasına meydan verilmiş olur.

"Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki; dünya ve ahiret üzerinde düşünesiniz diye."

Bu ayet, hem dünya ve hem de Ahireti birlikte düşünmeyi, kafa yormayı özendirme amacını seslendirir. Zira sırf dünya üzerine düşünmek insan aklına, insan kalbine, insan varoluşunun mahiyeti, hayatının asıl niteliği, yükümlülükleri ve ilişkileri hakkında tam bir algı sunmaz; kurumlar, değer yargıları ve ölçüler konusunda sağlıklı bir düşünce oluşturmaya yetmez. Çünkü dünya, insan hayatının kısa süreli bölümünü oluşturur. Oysa bilinci ve davranışları hayatın sırf bu kısa bölümünün hesaplarına göre biçimlendirmek asla insanı sağlıklı düşünceye ve sağlıklı davranışlara ulaştıramaz. Yardım amaçlı mal verme konusu özellikle dünyayı ve Ahireti birlikte düşünmeyi gerektiren bir meseledir. Çünkü başkasına yardım edenin malında meydana gelen maddi eksilme, kalp temizliği ve duygusal arınma olarak kendisine geri döner. Ayrıca bu eksilme içinde yaşadığı topluma yarar, dirlik ve sosyal barış olarak da geri döner. Fakat herkes bu kazanımların farkına varmayabilir. O zaman yardımlaşma kefesinde ağırlık sağlayacak olan faktör Ahiret bilinci, oradaki ödül özlemi ve oraya ilişkin değer ölçülerinin özendirici rolüdür. Bu durumda Ahiret faktörü insan vicdanına doyum, huzur ve esenlik kazandırır ve bu sayede elindeki terazide sahte, fakat aldatıcı ve parlak görünümlü değerlerin bulunduğu kefe ağır basmaz.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
220- Acaba onlar bulut gölgeleri arasından Allah'ın ve meleklerin tepelerine inmesini ve böylece işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Oysa bütün işlerin çözümü Allah`a götürülecektir.
Buradaki soru aslında olumsuzluk belirten ve onaylamayan bir ifade biçimidir. Onaylanmayan, kabul görmeyen, hoş karşılanmayan şey ise tüm varlıkları ile barışa girmeye yanaşmayan, bu konuda tereddütlü davrananların bekleyiş sebebidir. Onları bu çağrıya olumlu karşılık vermekten alıkoyan sebep nedir? Ne bekliyorlar? Gözledikleri nedir? Sanki bunlar "Allah ve melekler bulut gölgeleri arasından tepelerine ininceye" kadar bu tereddütlü tutumlarını devam ettirecek gibidirler. Başka bir deyimle acaba bunlar vadedilen korkunç gün gelinceye kadar inatlarını sürdürüp bekleyecekler mi? O korkunç gün ki, yüce Allah o gün kendisinin bulutlar arasından çıkageleceğini, meleklerin saf halinde ortaya çıkacağını, Allah'ın izin verdiği ve doğru sözlü kimseler dışında hiç kimse ile konuşmayacaklarını haber veriyor.

Şimdi biz, tehdit ve korkutma içeren bu soruya muhatap oldukları halde inatçılığı sürdürenlerin ansızın o korkunç günün gelip çattığını herşeyin bittiğini ve korkutulmaları amacıyla kendilerine tasvir edilen o sürprizle yüzyüze geldiklerini hissediyoruz:

"İş bitirilmiş, sona erdirilmiştir."

Zaman geçmiş, fırsat elden kaçırılmış, kurtuluş çaresi kalmamış ve bu şaşkın kimseler bütün işlerin çözümünün tek başvuru mercii olan yüce Allah'ın huzurunda yüzyüze dikilmişlerdir:

"Oysa bütün işlerin çözümü Allah'a götürülecektir."

Bu cümle Kur'an-ı Kerim'in şaşırtıcı anlatım üslubunun tipik bir örneğidir. Bu anlatım yolu Kur'an'ı diğer sözlerden ayırıp ona özgünlük ve orjinallik kazandırır. Bu üslup, tasvir edilen sahneyi canlandırarak anında okuyucunun önüne getiren bir üsluptur. Kalpler bu canlı sahnenin önünde gören, işiten ve tablonun içeriği ile bütünleşen bir duyarlılıkla dikilir.

Peki barışa girmekten geri duranlar bu ertelemeyi ne zamana kadar uzatacaklar? işte "en büyük korkulu an" onları bekliyor. Daha doğrusu "en büyük korkulu an" onları çepeçevre kuşatmıştır. Sözkonusu barış onların yakınındadır. "Gökyüzü beyaz bulutlar halinde parçalandığı ve melekler bölük bölük indirildiği" (Furkan Suresi, 25) ve "Cebrail ile meleklerin saflar halinde durdukları, Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin konuşamayacağı ve konuşunca doğruyu söyleyeceği" (Nebe Suresi, 38) gün gerçekleşecek olan, hem dünyayı ve hem de Ahireti etkisi altına alacak olan barış çok yakınlarındadır. Herşeyin bittiği günkü barış... Gerçekten herşey bitti ve "Bütün işlerin çözümü için Allah'a başvuruluyor."

Bundan sonraki ayette bu üçüncü şahıs simasından ikinci şahıs (muhatap) simasına geçilerek Peygamberimize sesleniliyor ve O'na yahudilere soru sorması emrediliyor. Bu surenin daha önceki ayetlerinde anlatıldığı gibi yahudiler ilâhi çağrıya karşı ayak diremenin tipik örneğini oluştururlar. Yüce Allah onlara nice açık ayetler (mucizeler) sunduğu halde yine de kendilerine yönelik çağrılara kulak asmamışlardır. Kendilerine verilen nice nimeti, iman ve barış nimetini değiştirmişler, tahrif etmişlerdir:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
221- Müşrik kadınlarla, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir cariye, çok hoşunuza giden putperest bir hür kadından daha iyidir. Müşrik erkeklerle, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza giden putperest bir hür erkekten daha iyidir.

Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa Allah sizi izni ile Cennet é ve affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar.
Nikâh, yani evlilik, karşı cinsten iki insanı birleştiren en köklü, en güçlü ve en sürekli bağdır. Bu bağ, iki kişi arasında mümkün olan en geniş çaplı anlayış birliğini içerir. Buna göre tarafların kalplerinin çözülmez bir bağda birleşmesi, buluşması gerekir. Kalplerin birleşebilmesi için aralarında inanç ve istikamet birliği bulunmalıdır. Öteyandan dini inanç, vicdanların yapılanmasına en köklü ve en yaygın biçimde katkıda bulunan, onları etkileyen, duyguları biçimlendiren, bu duyguların etkilenmelerini ve tepkilerini belirleyen, hayat boyunca vicdanların izleyecekleri yolu çizen faktördür. Gerçi kimi zaman dini inancın pasifleşmesi ve etkinliğinden uzaklaşması birçoklarını yanıltıyor. Böyleleri bu yüzden dini inancın gelip-geçici bir duygu olduğunu, bazı felsefî düşüncelerle ya da sosyal akımlarla yerinin doldurulabileceğini sanırlar. Fakat bu görüş insanın psikolojik yapısı, onun gerçek dayanakları hakkında eksik bilgiden kaynaklanan asılsız bir saplantıdır.

Mekke'de oluşmaya başlayan İslâm cemaati kalplerinde gerçekleştirdiği duygu ve inanç devrimini aynı oranda sosyal hayatında da gerçekleştirebilecek, farklı bir pratik sosyal düzen kurabilecek ortamdan yoksundu. Çünkü sosyal gelişmeler zamana ve tedrici kurumsal düzenlemelere muhtaçtırlar. Fakat yüce Allah, müslüman toplumun Medine'de bağımsızlığına kavuşmasını ve inanç alanındaki özgünlüğüne paralel olarak toplumsal kişiliğinin de özgünlük kazanmasını dileyince, yeni yasal düzenlemeler birbiri arkasından gelmeye başladı. Bu arada bu ayet inerek artık müslümanlar ile müşrikler arasında yeni evliliklerin yapılmasını yasakladı. Fakat dâha öncéden varolan bu tür evlilikler Hicri altıncı yıla kadar yürürlükte kaldı. Ancak bu tarihte Hudeybiye denilen yerde Mümtehine suresinde yeralan şu ayet indi:

"Ey müminler, mümin kadınlar göç ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin. Gerçi Allah onların imanlarının durumunu herkesten iyi bilir. Eğer onların gerçekten mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Ne bu kadınlar onlara helâldir ve ne de o erkekler bunlara helâldir"... "Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın." (Mümtehine Suresi, 10)

Bunun üzerine müslümanlar ile müşrikler arasındaki evlilik ilişkileri kesin bir biçimde sona erdi.

Artık bir müslüman erkeğin, müşrik (puta tapan, Allah'a ortak koşan) bir kadınla ve müşrik bir erkeğin, müslüman bir kadınla evlenmesi haram kılınmıştı. Bundan böyle aynı inancı paylaşmayan iki kalbin evlilik aracılığı ile birleştirilmesi yasaktı. Çünkü bu durumda evlilik bağı yapay, çürük ve zayıf bir bağdı. Çünkü bu evliliğin tarafları Allah'ta buluşmuyorlardı. Bu tür bir evlilikle de hayat ortaklığı gerçekleştirilemezdi. İnsanı onurlandırıp hayvanların üzerinde bir düzeye yükseltmiş olan yüce Allah evlilik ilişkisinin hayvansal bir içgüdü, basit bir şehvet boşalması olmasını istemiyor, bunun yerine onu yüceltip Allah'la ilişki kuracak düzeye çıkarmak, hayatın gelişmesi ve arındırılması alanında bu kurum ile Allah'ın dileğini ve sistemini ortak bir noktada buluşturmak istiyor.
İşte bu yüzden şu kesin ve kararlı direktifle karşılaşıyoruz:

"Puta tapan kadınlarla, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin."

Eğer bu kadın iman ederse, aradaki engel ortadan kalkmış, erkek ile kadının kalpleri Allah'da buluşmuş, böylece bu iki insan arâsındaki ilişki zararlı ve bozucu bir faktörün etkisinden kurtulmuş olur. Bu ilişki hem kurtulmuş hem de yeni bağ, yani inanç bağı aracılığı ile güçlenmiş olur:

"Mümin bir cariye, çok hoşunuza giden putperest bir hür kadından daha iyidir."

Burada sözü edilen "çok beğenme", hoşlanma duygusu sırf içgüdülerden kaynaklanır, yüce insanî duyguların onda hiçbir katkısı yoktur. Bu içgüdüsel duygu, duyu organları ile vücudun diğer bazı organlarının yargısı olmaktan öteye gitmez. Oysa gönül güzelliği daha derinlikli ve daha değerlidir. Hatta, müslüman kadın, bir cariye bile olsa bu böyledir. Çünkü onun İslâm kaynaklı nesebi,kendisini soylu fakat müşrik kadının üzerinde bir düzeye yükseltir. Çünkü bu nesep, yüce Allah'tan kaynaklanır ki, bu, neseplerin en üstünüdür.

"Putatapan erkeklerle, onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza giden putperest bir hür erkekten daha iyidir."

Burada bir önceki cümledeki hüküm, biçim değişikliği yapılarak tekrarlanıyor. Maksat sözkonusu hükmü pekiştirmek, anlatımına ayrıntılık kazandırmaktır. Yoksa ilk cümledeki hükmün gerekçesi ile ikinci cümledeki hükmün gerekçesi aynıdır.

"Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa Allah sizi, izni ile, Cennet'e ve affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar."

Yollar ayrı, çağrılar ayrıdır. Böyle olunca bu iki grup insan, hayatın temel kurumu olan bir birleşmede nasıl biraraya gelebilirler?

Putperest erkek ve kadınların yolları Cehennem'e doğrudur, çağrıları da Cehennem'e doğrudur, çağrıları da Cehennem'e yöneliktir.

Oysa mümin erkek ve kadınların yolu, Allah yoludur. Allah da izni ile Cennet'e ve bağışlanmaya çağırır. Onların çağrısı ile yüce Allah'ın çağrısı birbirinden ne kadar uzaktır!

Fakat, acaba aslında Cehennem'e çağıranlar, o putperest erkekler ile kadınlar mıdır? Kendisini ve başkalarını Cehennem'e çağıran aslında kimdir? Bu ayet, kısa yoldan bu son gerçeğe parmak basıyor, onu dal-`a baştan Cehennem'e çağırmak olarak vurguluyor, çünkü bunun akıbeti, Cehennem'dir. Yüce Allah müslümanları, bu İslâm'dan vazgeçirme amaçlı çağrı konusunda uyarıyor, "Öğüt alsınlar diye insanlara ayetlerini açıkça anlatıyor." Buna rağmen kim söz dinlemez de bu çağrıya uyarsa veyl olsun, yazıklar olsun ona...
Burada şu noktayı hatırlatalım. Bu ayetle yüce Allah -aradaki inanç ayrılığına rağmen- müslüman bir erkeğin: Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenmesini yasaklamıyor. Bu, farklı bir konudur. Müslüman erkek ile Ehl-i Kitaptan olan kadın, şeriatlerinin ayrıntılarındaki farklılığa rağmen, Allah'a inanma ilkesinde ortaktırlar.

Fakat eğer sözkonusu Ehl-i Kitap bağlısı kadın Allah'ın "Üçün üçüncüsü" olduğuna ya da "Meryem oğlu İsa'nın Allah" olduğuna ya da "Üzeyir'in Allah'ın oğlu" olduğuna inanıyorsa, acaba evlenilmesi yasak müşrik (Allah'a ortak koşmuş) bir kadın mı sayılır, yoksa "Bugün size temiz olanlar helâl kılındı." ...."Sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâl kılındı" ayetinin kapsamına girer, Kitap Ehli kadınlardan mı kabul edilir? Bu konu, fıkıh bilginleri arasında tartışmalıdır." (Maide Suresi, 5)

Fıkıh bilginlerinin çoğunluğunun görüşü, sözkonusu kadının bu ayetin kapsamına girdiği yolundadır. Fakat ben böyle bir kadınla evlenmenin haram olacağını savunan görüşü benimseme eğilimindeyim. Nitekim Buharî'de yeraldığına göre İbn-i Ömer (Allah her ikisinden de razı olsun) şöyle diyor:

"Ben,bir kadının, Allah'ının İsa olduğuna göre İbn-i Ömer daha büyük bir şirk (ortak koşma) bilmiyorum."

Buna karşılık müslüman bir kadının, Ehl-i Kitaptan bir erkekle evlenmesi kesinlikle yasaktır. Çünkü bu olay müslüman bir erkeğin, müşrik olmayan Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenmesinden mahiyeti itibarı ile farklıdır, bu yüzden hükmü de farklıdır.

Bunun nedeni; İslâm şeriatına göre doğan çocuklar babalarının soyadını alırlar. Ayrıca pratikteki uygulamaya göre kadın, kocasının ailesine, toplumuna ve yurduna taşınmaktadır. Buna göre müslüman bir erkek, müşrik olmayan bir Ehl-i Kitap bağlısı kadınla evlenince kocasının toplumuna katılır, adamın bu kadından doğacak çocukları da kendi soyadını alırlar. Bu durumda egemen olan, bu yuvayı gölgesi altına alan güç, İslâm'dır. Fakat eğer müslüman bir kadın, Ehl-i Kitap (yahudi, hristiyan) bir erkek ile evlenirse bunun tam tersi olur; kadın kendi toplumundan uzak yaşamak durumuna düşer; gerek zayıf oluşu ve gerekse bir yabancı ile kurmuş olduğu bu birlik onun İslâm'dan uzaklaşmasına yolaçar. Bunun yanısıra doğacak olan çocukları kocasının soyadını taşıyacak ve kendi dininden başka bir dine bağlanacaklardır. Oysa İslâm'ın her zaman egemen güç olması gerekir.

Yalnız bazı pratik sebepler, aslında mübah olan müslüman bir erkeğin, Ehli Kitap bağlısı bir kadınla evlenmesini mekruh saydırabilir. Nitekim Hz. Ömer, sözkonusu sebepler karşısında bu görüşü benimsemektedir.

İbn-i Kesir, tefsirinde bu konuda şöyle diyor:

- Ebu Cafer b. Cerir, Ehl-i Kitap bağlısı kadınlar ile evlenme hakkında bilginler arasında görüş birliğinin bulunduğunu anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam ediyor; "Fakat Hz. Ömer, müslüman kadınların erkekler tarafından ikinci plâna atılabileceği ve daha başka sakıncaları gözönüne alarak bu tür evliliği mekruh görmüştür."

Yine bize gelen bilgilere göre, sahabilerden Hz. Huzeyfe, yahudi bir kadınla evlenmiş ve Hz. Ömer, ona; "O kadını boşa" diye yazmıştı. Huzeyfe de kendisine; "Bu kadınla evlenmemin haram olduğu görüşünde misin ki, onu boşayayım?" diye soran bir yazı ile cevap verdi. Hz. Ömer, Huzeyfe'nin bu mektubuna şu cevabı verdi; "Bu evliliğin haram olduğu görüşünde değilim. Fakat mümin kadınlar ile bu tür kadınlar arasında çatışma çıkar diye korkuyorum." Başka bir rivayete göre Hz. Ömer, Huzeyfe'ye verdiği cevapta şöyle diyor;

"Müslüman erkek, hıristiyan kadınla evlenecek. Peki o zaman müslüman kadın kimle evlenecek?"

Biz günümüzde bu tür evliliklerin müslüman bir ev için uygun olmadığı, kötü sonuçlar doğuracağı görüşündeyiz. Şurası inkâr edilmez bir gerçektir ki, hıristiyan, yahudi ya da dinsiz bir kadın, evine ve çocuklarına kendi rengini verir ve olabileceği kadar İslâm'dan uzak bir kuşak meydana getirir. Özellikle günümüzün İslâm'dan kopmuş ve ancak hoşgörülü bir bakış açısıyla "müslüman" diye tanımlanabilecek müslüman-cahiliye karışımı toplumu için bu gerçek daha da geçerlilik kazanır. Çünkü bu toplumlar İslâm'a birtakım zayıf ve biçimsel iplikler ile bağlıdırlar. Bu iplikleri, aileye dışardan gelecek olan yabancı kafir bir kadın kolayca koparabilir.

KADIN, SORUNLARI VE İSLÂM

Bu ayetlerde cinsel ilişki konusuna bir kere daha dönülüyor. Ayet, bu ilişkiye Allah katında bir değer veriyor. Organizmanın en şiddetli biyolojik haz alma anında dahi amacı şehevi basitlikten daha üst düzeye yüceltiyor.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
222- Sana kadınların aybaşı kanaması hakkında soru sorarlar. De ki; "O bir eziyet, bir rahatsızlıktır."Aybaşı dönemlerinde kadınlardan uzak durun, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yoldan onlarla cinsel ilişki kurun. Hiç şüphesiz Allah tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever.

223- Kadınlarınız sizin çocuk üreten tarlalarınızdır. O halde, tarlanıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapın, günah işlemekten sakının ve mutlaka Allah `a kavuşacağınızı bilin. Bunu müminlere müjdele.
Kadın-erkek ilişkisi içinde cinsel ilişki amaç değil, araçtır. Hayatın doğal akışı içinde daha etkili yeri olan bir amacı gerçekleştirmenin aracıdır. Bu amaç çoğalmak, hayatın sürekliliğini sağlamak sonuçta bunların tümünü Allah'a bağlamaktır. Aybaşı kanaması döneminde cinsel ilişki kurmak hayvansal haz sağlayabilir. Gerçi bu ilişkinin hem kadına ve hem de erkeğe rahatsızlık verdiği, her iki taraf için de sağlık yönünden zararlı olduğu kesindir. Fakat bu, ilişkinin ardındaki yüce amacı gerçekleştirmez. Üstelik sağlıklı ve bozulmamış fıtrî eğilim, bu dönemde cinsel ilişkiden kaçınır. Çünkü normal fıtrata egemen olan iç kanunlar hayata egemen olan kanunların aynısıdır. Fıtrî yapı, döllenmeye ve canlı üretimine imkân sağlamayan bu durumda,bu kanunlar uyarınca doğal olarak cinsel ilişkiden uzak durur. Buna karşılık kadınların temiz dönemlerinde kurulan cinsel ilişki hem doğal hazzı ve hem de bununla birlikte fıtratın bu ilişki ile güttüğü amacı gerçekleştirir. İşte bundan dolayı ayetin başında sözü edilen soruya cevap olarak bu yasaklama geliyor:

"Sana kadınların aybaşı kanaması hakkında soru sorarlar. De ki; `O bir eziyet, bir rahatsızlıktır: Bu yüzden aybaşı dönemlerinde kadınlardan uzak durun, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın."

Artık bu, başıboş, nefsin arzularına ve sapık eğilimlerine bırakılmış bir mesele değildir. Tersine Allah'ın emrine bağlıdır. Çünkü emirden ve yükümlülükten doğmuş bir görevdir. Nitelik ve sınırlarla kayıtlanmıştır: "Temizlendiklerinde Allah'ın sizeemrettiği yoldan onlarla cinsel ilişki kurun." Bu ilişki verimli üretim yolundan kurulacaktır, başka yoldan değil. Bu ilişkinin amacı sadece cinsel arzunun doyumu değildir, onun amacı hayatın sürekliliğini sağlamak ve yüce Allah'ın yazdığını aramaktır. Allah, helâl olanı yazar ve farz kılar. Müslüman, yüce Allah'ın kendisi için yazmış olduğu bu helâlin peşinden koşar, yoksa peşinden koşacağı şeyi kendisi oluşturup, meydana çıkarmaz.

Allah farz kıldığı görevleri, kullarını temizlemek, arıtmak için farz kılar. O, günah işlediklerinde tevbe eden ve af dilemek amacı ile kendisine başvuran kullarım sever:

"Hiç şüphesiz Allah tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever."

Bu ince ifadede karı-koca ilişkisinin bu yönünün niteliği, amaçları ve istikameti ile ilgili birtakım işaretler vardır. Evet, karıkoca ilişkisinin bu yönü, erkek kadın ilişkisinin diğer yönlerini kapsamaz. Bu diğer yönler, başka ayetlerde, o ayetlerin konuları ile uyumlu olarak anlatılmış, tasvir edilmişlerdir. Örnek olarak şu ayetleri hatırlayabiliriz:

"Kadınlar sizin elbisenizdir, siz de onların elbiselerisiniz" (Bakara Suresi, 187)

"Allah'ın ayetlerinden biri de kendileri ile kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden türemiş eşler yaratması, aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rum Suresi, 21)

Bu ayetlerdeki ifadelerin herbiri, içinde yeraldıkları ayetlerin konusu ile uyumlu olarak bu derin ve önemli ilişkinin, yani karı-koca ilişkisinin bir yanını tasvir ederler. Fakat buradaki ayetlerin akışı, "tarla" deyimi ile tam bir uyum gösterir. Çünkü ayetin akışı verim, doğum ve gelişme akışıdır. Madem ki, tarla söz konusudur, buna göre tarlaya istediğiniz gibi varınız, fakat oraya ekin ekmenin amacını gerçekleştirecek olan verimlilik döneminde varınız:

"Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi varın."

Aynı zamanda bu ilişkinin amacını, hedefini de düşünün, bu ilişki anında ibadet ve takva duygusuyla Allah'a yönelin. Böylece bu ilişki, kendiniz için ileriye hazırlık olarak ayırdığınız iyi bir amel olur. Bu arada yüce Allah ile buluşacağınızdan kesinlikle emin olun. O yüce Allah ki, size ileriye dönük amellerinizin karşılığını verecektir.

"Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapın, günah işlemekten sakının ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı bilin."

Bu ayet, müminleri, Allah'a kavuştuklarında karşılaşacakları en güzel sonuçla, -hayatın devamı için nesil yetiştirmeleri de bu sonucun kapsamı içinde olmak üzere- müjdeliyor. Zira Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile, O'na yönelerek yapılan her iş ibadettir:

"Bunu müminlere müjdele"

Burada İslâmın hoşgörüsüyle karşılaşıyoruz. İslâm, insanı, doğal eğilimleri kaçınmaları imkansız ihtiyaçları ile olduğu gibi kabul eder, yücelme ve arınma adına fıtratı yok etmeye kalkışmaz, varolup olmaması insanın elinde olmayan, kaçınılmaz içgüdülerinden tiksinmeye yönelmez. Aslında insan, hayat hesabına, hayatın devam etmesi ve gelişmesi hesabına bu içgüdülerin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. İslâm sadece insanın insanlığını belirginleştirmeye, onun düzeyini yükseltip yüce Allah ile ilişki kurmasını sağlamaya girişir. Bu girişimleri sırasında insan organizmasının içgüdülerini anlayış ve hoşgörü ile karşılar. Organizmanın içgüdülerini önce insanca duygularla, son aşamada ise din duyguları ile biraraya getirerek gelip geçici organik isteklerle sürekli insanî amaçları ve bunların her ikisi ile vicdanın ince dini titreşimlerini birbirine bağlamaya ve bunların her üçünü aynı anda, tek bir davranışta, tek bir istikamette kaynaştırmaya girişir.

Aslında bu bütünlük, bu kaynaşma, yüce Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan, karakteristik yapısının taşıdığı güçler ve bünyesinde potansiyel olarak varolan enerjiler dolayısıyle bu halifeliğe lâyık olan insanın hamurunda, mayasında vardır. Bu yaşama metodu, insâna yönelik tutumu ile fıtratı tümü ile gözönünde bulunduran bir hayat sistemidir. Çünkü bu sistem, sözkonusu fıtrî yapının yaratıcısının eseridir. Bu sistemle az ya da çok çatışan, herhangi bir başka yaşama sistemi, insan fıtratı ile çelişir ve onu boğar. Bunun sonucu olarak insan, hem birey ve hem de toplum olarak bedbaht olur. Çünkü "Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz."

Bu ayetlerin ardından aybaşı akıntısı döneminde cinsel ilişkide bulunmanın hükmüne ve daha sonra da "ilâ"nın, yani kadınla birlikte yatağa girmemeye, onunla cinsel ilişkide bulunmamaya ilişkin yemin etmenin hükmüne geçiliyor. İlk önce kısaca yemin konusuna değiniliyor ve "ilâ" meselesine giriş olması amacı ile bu konuda birkaç önemli nokta vurgulanıyor:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
224- Sakın Allah adına yaptığınız yeminleri iyilik etmeye. günahlardan sakınmaya ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Hiç Şüphesiz Allah işiten ve bilendir.

225- Allah sizi ağız alışkanlığı sonucu yaptığınız yeminlerden sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayıcıdır ve halimdir.

226- Eşlerine yaklaşmamaya yemin edenler dört ay bekleyebilirler. Eğer bu yeminlerinden dönerlerse, kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir.
YEMİNLER VE KEFFARET

Bu ayetlerin başında yeralan "Sakın Allah'ı, yeminlerinize engel yapmayın" cümlesinin açıklaması konusunda bize gelen belgilere göre Abdullah b. Abbas şöyle diyor; "Sakın yeminini, iyilik yapmamanın bir bahanesi olarak kullanma. Yeminini boz ve iyiliği yap". Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir'in bildirdiğine göre Mesruk, Şâbi, İbrahim Nehaî, Mücahid, Tavus, Said b. Cübeyr, Ata, İkrime, Mekhul, Zehrî, Hasan,Katâde, Mukatil b. Hayyan, Rebii b. Enes, Dahhak, Horasanî ve Sidi de bu açıklamayı benimsemişler, ona katıldıklarını belirtmişlerdir.

Ayrıca bu açıklamayı destekleyen hadisler de vardır. Nitekim Ebu Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
NOT
"Kim bir konuda yemin eder de ettiği yeminin gereğinin dışında bir davranışın hayırlı olduğunu görürse, yeminin keffaretini yerine getirerek hayırlı gördüğü işi yapsın." (Müslim)
Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
NOT
"Vallahi, içinizden birinin yemini sebebiyle ailesine haksızlık etmesi, Allah katında ceza olarak farz kılınan keffareti gerektiren yeminini bozmasından daha ağır bir günahtır." (Buhari)
Bu açıklamaların ışığında yukardaki ayetlerin ilkinin anlamı şöyle olur; "Allah adına yaptığınız yeminleri, iyilik etmenize, günahlardan kaçınmanıza ve insanların arasını bulmanıza engel haline getirmeyin. Eğer bu yararlı işleri yapmamaya yemin etmiş iseniz, yemininizin keffaretini yerine getirerek iyiliği yapın. Çünkü iyilik yapmak, günahlardan sakınmak ve barıştırıcı rol oynamak, yemine bağlı kalmaktan daha önde gelir."

Nitekim böyle bir olay Hz. Ebu Bekir'in (Allah ondan razı olsun) başından geçmişti. Hz. Ebu Bekir, kızı Hz. Aişe'ye yapılan iftiraya adı karışan bir yakınına hiçbir zaman iyilik etmeyeceğine dair yemin etmiş ve bununla ilgili olarak aşağıdaki ayet inmişti:

"İçinizden fazilet ve varlık sahibi olanlar yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göç edenlere yardım etmemeye yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir." (Nur Suresi, 22)

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir yemininden döndü ve keffaret ödedi. Üstelik yüce Allah insanlara karşı son derece merhametli ve kolaylık göstericidir. Bu yüzden, yalnız geçerli yeminler için, yani bile bile yapılan ve yemin konusu niyetlenerek gerçekleştirilen yeminler için keffareti farz kılmıştır. Buna karşılık kasıtsız olarak ağız alışkanlığı sonucu ve dil sürçmesi ile yapılan yeminleri bağışlamış, onlara keffaret yükümlülüğü getirmemiştir:

"Allah sizi ağız alışkanlığı sonucu yaptığınız yeminlerden sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayıcıdır ve halimdir."

Nitekim Hz. Ayşe'nin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
NOT

"Ağız alışkanlığı sonucu yapılan (geçersiz) yemin, herhangi bir kişinin evinde `otururken söylediği `Hayır, vallahi', `evet, vallahi' şeklindeki sözlerdir." (Ebu Davud)
İbn-i Cerir, bu hadisi yine Hz. Ayşe'ye dayandırarak şöyle naklediyor:

"Allah, sizi ağız alışkanlığı sonucu yaptığınız yeminlerden sorumlu tutmaz. Bu yeminler `Hayır, vallahi', `Evet, vallahi' biçimindeki yeminlerdir."

Öteyandan Hasan b. Ebu Hasan'ın bildirdiğine göre Peygamberimiz, aralarında ok atma müsabakası yapan bir grubun yakınından geçiyordu. Yanında sahabilerden biri de vardı. Bu sırada okçulardan biri "vallahi ben hedefi vurdum, vallahi sen vuramadın" dedi. Bunun üzerine Peygamberimizin yanındaki sahabi "Ya Resulallah, adam yalan yere yemin etti ve üzerine keffaret düştü" dedi. Peygamberimiz, arkadaşının bu sözlerine karşılık şöyle buyurdu:

"Hayır, hayır. Okçuların aralarında yaptıkları yeminler, geçersiz yeminlerdir. Bunlar ne keffaret ve ne de ceza gerektirmezler."

Rivayet edildiğine göre Abdullah b. Abbas bu konuda, "Geçersiz (rastgele yapılmış) yeminden maksat, öfkeli iken yapılan yemindir" demiştir. Başka bir rivayete göre de bu konuda şunları söylemiştir; "Geçersiz (rastgele yapılmış) yemin, Allah'ın helâl kıldığı birşeyi haram etme anlamı taşıyan yemindir. Böyle bir yeminden dolayı sana keffaret düşmez."

Öteyandan sahabilerden Said b. Museyyeb, bu konu ile ilgili olarak şöyle bir olay anlatıyor: "Ensar (Medineli) müslümanlarından iki kardeşe bir miras düşmüştü. Kardeşlerin biri öbüründen bu mirası bölüştürmeyi istedi. Öbür kardeş de `eğer bir daha benden bu mirası bölüştürmeyi istersen bütün malımı Kâbe'ye vakfediyorum' diye yemin etti. Hz. Ömer bunun üzerine şunları söyledi; `Kâbe'nin senin malına ihtiyacı yoktur. Yeminin keffaretini yerine getir ve kardeşinle konuş. Zira ben Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim:

"Yüce Allah'ın emrine karşı gelmek ve akrabalık ilişkisini kesmek anlamına gelecek konularla,mülkiyetinde olmayan bir mal hakkında yaptığın yemin ve adak geçersizdir."

Bu hadislerden ve sahabi sözlerinden çıkan sonuç şöyle özetlenebilir: Niyete dayalı olmayan, sadece dil alışkanlığı ile ağızdan kaçırılan yemin, keffaret gerektirmez. Geçerli yemin; yemin eden kimsenin yemin konusu şeyi almaya ve vermeye niyet ettiği yemindir. İşte bozulduğu takdirde keffaret gerektiren yemin türü budur. Böyle bir yeminin konusu eğer bir iyiliği yapmamak ya da bir kötülüğü işlemek olursa bu yemini bozmak gerekir. Eğer bir kimse yalan söylediğini bile bile bir şeye yemin ederse, bazı görüşlere göre bu yeminin cezası keffaretle kurtulacak kadar basit değildir. İmam-ı Malik, "Muvatta" adlı eserinde bu konuda şunları söylüyor; "Bu konuda işittiğim en güzel açıklama şudur: Geçersiz yemin; insanın dediği gibi olduğuna kesinlikle inandığı, fakat sonra öyle olmadığını gördüğü yemindir. Böyle bir yemin keffaret gerektirmez. Buna karşılık eğer bir kimse, birinin hoşuna gitmek ya da maddî menfaat sağlamak amacı ile yalan söylediğini, günaha girdiğini bile bile yemin ederse onun bu hareketi keffaretle telâfi edilemeyecek kadar ağır bir suçtur."

Yeminden dönerek iyi ve yararlı olan şeyi yapmayı hükme bağlayan bu ayet şu uyarıcı sonuç cümlesi ile sona eriyor:

"Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir."

Bu uyarıcı cümle, kalplere şu mesajı vermek istiyor: Yüce Allah söylenen her sözü işitir ve hayırlı olanın ne olduğunu bilir. İşte bu yüzden bu hükmü getirmiştir.

Öteyandan geçersiz yemin ile niyete dayalı geçerli yemini hükme bağlayan ayetin sonunda şu uyarıcı cümleyi okuyoruz:

"Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır ve halim (yumuşak tutumlu)dir."

Bu cümle ile müminin kalbine şu mesaj veriliyor: Yüce Allah, kullarına karşı yumuşak davranır, onları ağızlarından kaçırdıkları her sözden sorumlu tutmaz, ayrıca kalplerin bilerek işledikleri günahları da tevbe edilmesi şartı ile affeder.

Bu iki uyarıcı cümle, yemin konusu ile yüce Allah arasında sıkı ilişki kuruyor; kalpler her yaptıkları işte ve her söyledikleri sözde O' na yöneltiliyor, O' na bağlanıyor.

Yemin ile ilgili genel kural belirlendikten sonra söz "ilâ" yeminine, yani bir erkeğin ya belirsiz bir süre için ya da belirli bir süre ile sınırlı olarak eşi ile cinsel ilişkide bulunmayacağına dair yemin etmesi konusuna getiriliyor:

"Eşlerine yaklaşmamaya yemin edenler, dört ay bekleyebilirler. Eğer bu yeminlerinden dönerlerse kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır ve halimdir.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
227- Eğer boşanmaya karar verirlerse kuşku yok ki Allah işiten ve bilendir.
Erkekler, evlilik hayatı sırasında çeşitli sebeplere ve sık sık görülen değişik şartlara bağlı olarak zaman zaman herkesin karşılaşabileceği birtakım psikolojik hallere, ruhi bunalımlara kapılabilirler ve bu bunalımlar, kendilerini eşleri ile cinsel ilişkide bulunmama yemini etmeye sürükleyebilir. Fakat eğer bu ilişkisiz dönem makul bir süreyi aşarsa kadına psikolojik rahatsızlık getirir, onun ruhunu ve sinir sistemini sarsar, dişilik onurunu zedeler, evlilik hayatını sekteye uğratır, işi karı-koca ilişkilerinin kopmasına kadar götürebilir ve böylece ailenin temellerini yıkabilir.

İslâm, erkeğin bu yolda yemin etmesini temelden yasaklamaya yönelmiyor. Çünkü böyle bir yatak ayırımı bazan arsız, dik başlı, kendini beğenmiş, güzelliğine güvenerek erkeğini her an kendi önünde boyun eğdireceğine, diz çöktüreceğine inanan kadınları yola getirmek için bir çözüm olabilir. Aynı zamanda gelip geçici bıkkınlık duygusunu gidermenin ya da bir öfke parlamasını yatıştırmanın uygun bir fırsatı da olabilir ki, o zaman böyle bir ayrılık döneminden sonra karıkoca hayatı daha canlı ve daha hareketli olur.

Bunun yanında İslâm, erkeğe kayıtsız bir irade serbestliği de tanımadı. Çünkü erkek, kimi zaman, karısını zora koşmak, onun kişiliği ile oynamak isteyen bir zalim olabilir. Ya da karısını ne ortak bir karı-koca hayatından yararlanacak ve ne de bağını çözüp başka bir erkekle yeni bir hayata kavuşmasına imkân vermeyecek şekilde ortada bırakarak mutsuz etmeyi amaçlayabilir.

İslâm değişik ihtimalleri sakıncalarını gidererek bağdaştırmak ve hayatın somut şartlarına karşılık vermek için bu küskünlük yemininin süresine bir üst sınır getirmiş, onun dört ayı aşamayacağını hükme bağlamıştır. Bu sınırlama belirlenirken belki de kadının kocasızlığa dayanma sınırının uç noktası gözetilmiş, böylece onun psikolojik bunalıma düşerek fıtrî arzularının baskısı altında küskün kocası dışında başka bir erkek arayışına kalkışması önlenmek istenmiştir. Nitekim rivayetlerden edindiğimiz bilgiye göre, Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) halifeliği döneminde bir gece gizli bir geziye çıkmıştı. Maksadı kimliğini saklayarak halkın ihtiyaçlarını ve durumlarını yakından belirlemekti. O sırada kulağına bir kadın sesi geldi, kadın şu dörtlüğü söylüyordu.

Şu gece uzadı, her tarafa karanlık çöktü.Oynaşacak bir sevgilimin olmayışı uykularımı kaçırdı. Vallahi, eğer aklımdan hiç. çıkarmadığım Allah olmasaydı, Şimdi şu altımdaki yatağın uçları kımıl kımıl oynuyor olurdu?

Bunun üzerine Hz. Ömer, kızı Hafsa'ya bir kadının kocasızlığa en çok ne kadar dayanabileceğini sordu. Hz. Hafsa da bu sürenin altı-ya da dört- ay olabileceğini söyledi. Kızının bu cevabı karşısında Hz. Ömer "Bundan böyle hiçbir ordu mensubunu bu süreden daha fazla ailesinden uzak tutmayacağım" dedi ve hemen arkasından orduda görev yapan askerlerin kızının bildirdiği süreden daha fazla eşlerinden ayrı bırakılmamalarını kararlaştırdı.

Kısacası insanların tabii yapıları bu tür konularda farklılık gösterir. Fakat kocanın vicdanını ve duygularını denemesi için dört ay, yeterli bir süredir. Bu süre sonunda ya küskünlüğüne son vererek eşi ile yeniden normal bir karı-koca hayatı yaşamaya başlar, eşine ve yuvasına döner, ya da nefreti ve isteksizliği devam eder. Bu durumda eşi ile arasındaki bağı çözmeli, onu boşayarak serbest bırakmalıdır. Eğer kendisi boşama kararı vermez ise hakim kararı ile karısı kendisinden boşanabilecek, böylece her ikisi de yeni bir eş ile yeni bir karı-koca hayatı kurma imkânına kavuşmuş olacaktır. Bu sonuç, kadın i in en onurlu en iffetli, en güvenlikli olduğu gibi erkek için de en huzurlu, en yararlı, aynı zamanda yüce Allah'ın hayatı dondurma gerekçesi değil, hayatı devam ettirme vesilesi olmasını dilediği karı-koca ilişkisi hesabına da adalete ve ciddiyete en yakın çözümdür.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
228- Boşanmış kadınlar üç aybaşı boyunca kendilerini gözlem altında tutarlar. Eğer Allah'a ve Ahiret gününe inanmışlar ise Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl değildir.
Eğer kocaları barışmak isterse bu dönemde karılarını geri almakta öncelik hakkına sahiptirler. Bu durumdaki kadınların görevleri olduğu oranda meşru hakları da vardır. Yalnız bu dönemde erkeklerin hakkı daha önceliklidir. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü üstündür ve O hikmet sahibidir.
BOŞANMIS KADINLAR; HAK VE SORUMLULUKLARI

Şimdi sıra boşama konusuna geliyor. İncelemekte olduğumuz ayetlerin bundan sonraki bölümünde boşamaya ve boşamanın sonuçları olarak karşımıza çıkan bekleme süresi (iddet), fidye, nafaka ve boşama yardımı (mu'ta) gibi konulara ilişkin hükümler ayrıntılı şekilde anlatılıyor. Ayet önce bekleme süresi ve erkeğin karısına tekrar dönmesi, meseleleri ile söze giriyor:

"Boşanmış kadınlar üç aybaşı boyunca kendilerini gözlem altında tutarlar."

Yani "üç aybaşı kanamasının sonuna kadar ya da üç aybaşı kanamasını izleyecek kanamasız dönemlerin sonuna kadar..." Bu nokta tartışmalıdır. "Kendilerini gözlem altında tutarlar.." İnce bir psikolojik durumu tasvir eden bu espri dolu ifade karşısında hayranlığımı gizleyemedim. Bu cümlenin düşündürmek istediği yalın anlam "Boşanmış kadınlar yeni bir evliliğe girişmeden önce üç aybaşı süresi geçinceye ya da bu aybaşları kanamaları kesilinceye kadar beklerler" şeklindedir. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bu ifade tarzı, bu yalın anlamın üzerine başka duyguların ve düşüncelerin gölgelerini yansıtıyor. Bu ifade tarzı yalın anlamı yanında, boşanmış kadınların yeni bir evlilik hayatı kurmaya yönelik arzusunun; gözetim altında tutmaya, arzularını kontrol altına almaya, çağrıldıkları nefislerinin, bu gözlem altında tutma süresi boyunca sabırsızlık ve acelecilik karışımı arzularını da yansıtıyor. Bu da doğal bir durumdur. Boşanmış kadını bu sabırsız bekleyişe iten faktör kendini kanıtlama arzusudur. Bu kadın sona eren evlilik hayatındaki başarısızlığın kendi eksikliğinden, kendi yetersizliğinden kaynaklanmadığını, bundan dolayı başka bir koca bulup yeni bir hayat kurabileceğini, kendisine ve başkalarına ispatlamak istiyor. Bu sürükleyici duygu, doğal olarak, erkekte bulunmaz. Çünkü boşayan odur. Oysa kadın ruhunda güçlü bir eziklik duygusuna sahiptir. Çünkü O, boşanan, boşama kararına muhatap olan taraftır. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu cümlesi, vurguladığımız bu ifade tarzı ile bu psikolojik durumu tasvir ediyor. Aynı zamanda onu gözönüne alıyor, hükümlerini etkileyen bir faktör olarak hesap ediyor.

Boşanmış kadınlar, yeni bir evlilik hayatına girişmeden önce, rahimlerinin, sona eren evliliklerinin izlerinden ayrı olduğunu kesinliğe kavuşturmak için bu süreyi kendilerini gözetim altında tutarak geçirirler.

"Eğer Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yaratmış olduğu (çocuğu) saklamaları kendilerine helâl değildir."

Yani "Bu kadınlara, Allah'ın rahimlerinde yaratmış olduğu çocuğu ya da aybaşı kanamasını saklamaları helâl değildir." Burada rahimlerindeki varlıkları yaratan yüce Allah'ın adı anılarak bu kadınların kalpleri uyarılıyor, bunun yanısıra Allah'a ve Ahiret gününe ilişkin iman bilinçleri harekete geçiriliyor. Çünkü yüce Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu ya da aybaşı kanamasını gizlememeleri, bu imanın şartı olarak gösteriliyor. Burada özellikle Ahiret gününden sözedilmesinin ağırlıklı bir anlamı vardır. Çünkü yapılanların hesabı orada görülecektir. Bu gözlem altında kalma süresi yüzünden kaçırılabilecek kısmetlerin karşılığı orada verilecek ve eğer rahimlerinde Allah'ın yarattıklarını saklı tutmuşlarsa bunun cezasına orada çarpılacaklardır. Eğer böyle bir saklı tutmaya girişilmişse Allah bunu bilir, çünkü rahimdeki canlı yavrusunu yaratan O' dur. Bu işin hiçbir yönü O' na gizli kalmaz. Buna göre boşanmış kadının herhangi bir dış etkinin, herhangi bir arzunun, herhangi bir keyfî isteğin, duygular!na yansıyan herhangi bir amacın baskısı altında kalarak rahminin durumunu yüce Allah'tan saklamaya kalkışması doğru değildir.

Bu, meselenin bir yönü. Diğer yandan eşlerin, birbirinden ayrıldıktan sonraki duygularını deneyden geçirebilecekleri makul bir bekleme dönemine ihtiyaçları vardır. Belki de kalplerinde yeniden tazelenebilecek bir sevgi izi, uyarılabilecek duygu kalıntıları; hiddetin, kabalığın ve kendini beğenmişliğin etkisiz hale getirdiği yakınlaştırıcı faktörler vardır da öfkeler dinince, kaba duygular durulunca ve vicdanlar rahatlayınca ayrılığa yolaçan sebepler küçük görülmeye başlanır. Belki de başka gelişmeler, yeni bakış açıları ortaya çıkar da özlem duygusu tarafları eski hayatlarına döndürür ya da sorumluluk duygusu onları dini bir gerekliliğe uymaya sürükler. Boşama, Allah katında helâllerin en sevimsizidir. Bu, ancak bütün çarelerden umut kesilince başvurulabilecek olan istenmeyen bir çözüm yoludur.

Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde kararı verilmeden önce başvurulması gereken çareler anlatılır. Ayrıca boşama kararı, aybaşı kanamalarının kesildiği bir anda ve cinsel ilişkiye girilmeden verilmelidir. Bu durum çoğunlukla boşama kararının verileceği an ile uygulamaya başlanması arasında düşünme fırsatı kazanılacak bir süre doğurur. Çünkü erkek, karısının temizlik döneminin gelmesini, kanamasının kesilmesini bekleyecek, sonra onu boşayacak. Buna benzer daha birçok önlemler, boşama uygulamasından önce gerekli girişimler vardır.

İlk talak, boşamanın birinci evresi, eşlerin gerçek duygularını öğrenmelerine fırsat veren bir tecrübedir. Karı-koca bu ilk evrenin bekleme döneminde birlikte yaşayabileceklerinin farkına varırlarsa önlerindeki yol açıktır.

"Eğer kocaları barışmak ve dirlik isterse bu dönemde karılarını geri almakta öncelik hakkına sahiptirler."

Bu sırada, yani bu bekleme ve gözetleme döneminde -ki bu dönem "iddet" adı ile anılır- eğer erkeklerin bu geri almaktaki amaçları yeniden sağlıklı bir aile yuvası kurmaksa, maksatları kadını sıkıntıya sokmak; ya öc almak için ya gurur gösterisi olarak ya da başka biri ile evlenmesini onur kırıcı saydıkları için onu dikenli bir hayatın duvarları arasına tekrar kapatabilmek değilse.

"Bu durumdaki kadınların görevleri olduğu oranda meşru hakları da vardır."

Boşanmış kadınların bu durumda görevleri oranında hakları da vardır. Meselâ bu kadınlar belirli bir bekleme dönemi geçirmekle ve rahimlerindeki çocukları saklamamakla yükümlüdürler. Kocaları da, eşlerine geri döndükleri takdirde iyi niyetli olmakla, onlara zarar verme amacı taşımamakla yükümlüdürler. Ayrıca az ilerde anlatılacağı gibi bekleme dönemi boyunca eşlerinin nafakasını sağlamakla görevlidirler.

"Yalnız bu dönemde erkeklerin hakkı daha önceliklidir."

Öyle sanıyorum ki, burada sözkonusu olan erkek üstünlüğü sadece bekleme süresi içinde karılarını geri alma imtiyazı ile sınırlıdır. Bu hak erkeğe tanındı, çünkü boşayan odur. Boşayan taraf erkek olduğu halde geri dönme hakkının kadına tanınması, kadının adamın ayağına giderek tekrar erkeğinin nikâhı altına girmeyi istemesi mantıkla bağdaşmaz. Demek ki bu, durumun özelliğinden doğan bir haktır. Burada sözkonusu olan üstünlük, bu durumla sınırlı bir üstünlüktür, yoksa çoklarının anladığı ve başka durumlar için de delil olarak kullandıkları gibi mutlak anlamlı değildir" Ayetin sonunda yine uyarı cümlesi geliyor:

"Hiç şüphesiz Allah gücü üstün olandır ve hikmet sahibidir."

Buuyarı cümlesi, bu hükümleri farz kılan Allah'ın güçlü olduğunu ve bu farz kılmanın hikmete dayalı olduğunu vurguluyor. Bu uyarıda kalpleri, çeşitli etkilerin ve şartların baskısı altında sapıklığa ve eğriliğe yönelmekten alıkoyan bir mesaj vardır.

Daha sonraki ayette yeralan hüküm; talâkların, yani boşama evrelerinin sayısına, boşanan kadının nikah sözleşmesinde belirlenen mehrin sahibi olmaya hakkı olduğuna, boşanırken bundan hiçbir şeyin geri alınamayacağına ilişkin-dir. Bu son hükmün bir tek istisnası vardır ki, o da şudur: Eğer bir kadın istemediği bir evliliği sürdürdüğü taktirde günaha gireceğinden çekinirse kocasına vereceği fidye karşılığında hürriyetini satın alabilir ki buna "Hal" durumu denir.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
229- Boşamak iki defa olur. Bundan sonra kadını ya meşru biçimde tutmak ya da iyilikle bırakmak gerekir. Kadınlara evliyken verdiklerinizden birşey geri almak helâl değildir. Ama eğer erkek ve kadın, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Eğer kadın ile kocanın, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyeceklerinden korkarsanız kadının boşanmak için kocasına fidye vermesinde her iki taraf için de sakınca yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın. Kimler Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
Evlilik hayatına tekrar dönülebilecek boşama (talâk) iki kezdir. Eğer bu sayı aşılırsa tekrar o evlilik hayatına dönülemez. Yalnız bir sonraki ayette anlatılan bir şartla o evliliğe dönülebilir. Bu şart şudur: Kadın, başka bir erkekle evlenecek. Sonra bu yeni koca, kadını herhangi bir sebeple normal biçimde boşayacak ve meşru süreler içinde bir daha kadına dönmeyecek, böylece adamın kadını kesinlikle boşadığı meydana çıkacak. İşte ancak o zaman kadının eski kocası onunla yeniden evlenebilir, tabii ki, eğer kadın, bu eski kocası ile tekrar evlenmek isterse bu evlilik sözkonusu olabilir.

Bir rivayete göre boşamaya ilişkin bu sınırlayıcı hükmün iniş sebebi şudur: islâm'ın ilk yıllarında boşama, hiçbir sayı ile sınırlı değildi. Erkek, boşadığı kadına, bekleme süresi içinde dönebilir, sonra onu yeniden boşayıp tekrar ona dönebilir ve bu işlemi istediği kadar yineleyebilirdi. Bu arada Ensar (Medine yerlisi) müslümanlarından biri karısı ile bozuşmuş, ona iyice kızmıştı. Bu kızgınlıkla eşine "vallahi, seninle ne bir daha bir araya gelirim ve ne de senden ayrılırım" diye yemin etti. Eşi "Bu dediğin nasıl olacak?" diye sorunca adam kendisine "Seni boşarım, son bekleme sürenin sonlarına yakın tekrar alırım ve bu işlemi sürekli tekrar ederim" diye cevap verdi.

Bu olay Peygamberimize yansıtıldı ve bir süre sonra şimdi incelemekte olduğumuz "Boşama iki kezdir" cümlesi ile başlayan ayet indi.

Yüce Allah'ın müslüman cemaati eğitmeye yönelik sistemi ve metodunda değişmez bir hikmet görülür. Bu hikmet, hüküm(erin, onlara ihtiyaç doğduğu zaman indirilmeleridir. Sistem, bütün temel hükümlerini bu şekilde tamamladı. Geriye sadece somut gelişmelere, pratik olaylara ilişkin tanımlamalar kalmış. Tanımlama işleminden sonra somut olaylar, sözünü ettiğimiz geniş kapsamlı temel hükümlerin ışığında çözüme bağlanacaktı.

Bu sınırlama, boşamayı kısıtlı ve kayda bağlı bir niteliğe büründürdü. Artık onunla sürekli biçimde oynama imkânı ortadan kaldırıldı. Erkek, karısını ilk kez boşayınca kadının bekleme süresi içinde, başka herhangi bir işleme gerek kalmaksızın, eşine dönebilir. Eğer erkek bir girişimde bulunmaksızın bu bekleme süresi dolar ve kadın da kocasının ilgisizliğinden emin olursa bu durumda kocanın, karısına dönebilmesi için yeniden mehir belirlenerek yeni bir nikâhın kıyılması gerekir. Eğer erkek, bekleme süresi içinde eşine döner,ya da "küçük ayrılık" adı verilen durumda nikâh tazelerse eşini bir kere daha boşayabilir, bu boşamaya ilişkin hükümler bütün ayrıntıları ile tıpkı ilk boşamanın hükümleri gibidir. Fakat eğer bu erkek, eşini üçüncü kez boşarsa, boşama işlemi gerçekleşir gerçekleşmez, bu eşler arasında "büyük ayrılık" adı verilen durum meydana gelir. Bu durumda erkek, eşine ne bekleme süresi içinde ve ne de daha sonra dönemez. Dönebilmesi için kadının bir başka erkekle evlenmesi, arkasından yeni kocanın, kadını normal bir sebeple boşaması, bekleme süresi içinde barışma girişiminde bulunmamış olması ya da boşamaları izleyen bekleme sürelerinin dolması üzerine kadın açısından bu boşamanın iyice kesinleşmesi gerekir. Ancak o zaman kadının da isteğiyle bir önceki koca eski karısı ile yeniden evlenebilir.

Yukarda belirttiğimiz gibi ilk boşama bir mihenk taşı, bir tecrübedir. İkincisi ise bir başka tecrübe girişimi ve son sınavdır. Eğer bundan sonra ortak hayat iyi yürürse ne alâ, yoksa üçüncü boşama bu evlilik hayatında birlikte yaşamayı imkânsızlaştıran köklü bir bozukluk olduğunun kanıtı olur.

Sözün kısası, boşama başka hiçbir önlemin çare olamadığı bir rahatsızlığın son çözüm yolundan başka birşey değildir... Boşamanın ikinci aşaması gerçekleşince erkeğin önünde iki yol kalır. Ya eşini meşru bir şekilde nikâhı altında tutacak, birlikte mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayacaklar ya da eşini sıkıntıya sokmaksızın, eziyet etmeksizin iyilikle bırakacak. Bu da boşamanın üçüncü aşamasını oluşturur, kadın bundan sonra hayatına yeni bir yön vermek üzere serbest kalır. Bu yasal düzenleme, somut olayları pratik çözümler ile karşılayan objektif bir düzenlemedir. Somut realiteleri gözardı etmez, çünkü böyle bir tutum hiçbir işe yaramaz; insanları yüce Allah'ın fıtratı dışına kaydırarak adeta yeniden yaratmak gibi bir saçmalığa girişmez; bunun yanında insanı kendi halinde bırakmanın fayda getirmeyeceği durumlarda onu kendi haline de bırakmaz.

Eğer erkek karısı ile geçinemiyorsa onu boşamasına karşılık olarak evliyken kendisine verdiği mehiri ya da diğer hediyeleri kısmen de olsa geri alamaz. Yalnız, eğer kadın, kocasından ayrılmak zorunluluğunu duyarsa, kişisel duygularından kaynaklanan bir sebeple kocası ile birlikte yaşayamayacağını anlar ve kocasını sevmemesinin ya da ona karşı duyduğu nefretin tepkisi ile ya aile dirliği ya iffet veya edep kuralları bakımından yüce Allah'ın çizdiği sınırları aşacağını hissederse bu durumda kocasından kendisini boşamasını isteyebilir, bunun için evlenirken kocasından almış olduğu mehri ve nafakaları tamamen ya da kısmen geri verebilir, böylece kocasının kasıtlı bir kusurundan kaynaklanmayan bu yuva yıkımını kısmen telâfi edeceği gibi kendini Allah'a karşı gelmekten, O'nun sınırlarını çiğnemekten ve nefsine zulmetmekten koruyabilir. Bütün bunlar, İslâm'ın, insanların karşısına çıkan bütün somut olayları ve durumları gözettiğini gösterir. İslâm samimi kalplerin insan tarafından denetim altına alınamayacak olan duygularını gözönüne alır, kadını nefret ettiği bir hayatı sürdürmeye zorlamaz, bunun yanında erkeğin de hiçbir kusur işlemediği halde maddî zarara uğramasına göz yummaz.

Bu hükmün pratiklik derecesini anlayabilmemiz için Peygamber efendimiz dönemindeki bir uygulama örneğine dönerek bu tutarlı ilâhi sistemin ne kadar ciddi, ne kadar anlayışlı, ne kadar iyi niyetli ve adaletli olduğunu somut bir şekilde görmemiz yerinde olur.

İmam-ı Malik, ünlü eseri "Muvatta"da rivayet yolu ile edindiği bilgilere dayanarak şöyle bir olay anlatır: Ensar müslümanlarından Habibe binti Sehl, Sabit b. Kays b. Şemmas'ın eşi idi. Peygamberimiz bir sabah, namaza giderken evinin kapısı önünde alacakaranlıkta bu kadınla karşılaştı. "Kim o?" diye sorunca kadın; "Ben Habibe b. Sehl'im" diye karşılık verdi. Peygamberimiz; "Ne istiyorsun?" diye sordu. Kadın, kocasını kasdederek; "Ben ve Sabit b. Kays artık bir arada yaşayamayız" dedi.

Bir süre sonra kadının kocası geldi, Peygamberimiz adama; "Eşin Habibe, aranızda olup bitenleri ayrıntılı biçimde anlattı" buyurdu. Bu arada kadın; "Ya Resulallah, bana verdiklerinin hepsi yanımda' dedi. Peygamberimiz, adama; "Verdiklerini ondan geri al" dedi. Adam da verdiklerini geri aldıktan sonra kadın, eşinden ayrılarak ana-babasının yanına gitti.

Buhari aynı olay, Abdullah b. Abbas'a dayanarak şöyle anlatır: Birgün Sabit b. Kays b. Şemmas'ın eşi Peygamberimize gelerek şunları söyledi; "Ya Resulallah, ne ahlâk ve ne de din açısından kusurlu bulmuyorum. Fakat müslüman olduktan sonra tekrar kâfirliğe dalmak istemiyorum." Peygamberimiz, kadına; "Mehir olarak sana verdiği hurma bahçesini ona geri veriyor musun?" diye sordu. Kadının; "Evet" demesi üzerine Peygamberimiz, Sabit'e dönerek; "Hurma bahçeni geri al ve onu boşa" buyurdu.

Aynı olayın daha ayrıntılı bir rivayetine göre İbn-i Cerir, bir defasında sahabilerden İkrime'ye; "Hal'in, yani kadının isteği üzerine kocasından ayrılabilmesinin İslâm'da yeri var mı?" diye sordu ve İkrime'den şu cevabı aldı:

- Abdullah b. Abbas'dan işittiğime göre İslâm'da ilk Hal kararı Abdullah b. Ubeyy'in kız kardeşine uygulandı. Kadın, bir gün Peygamberimize gelerek şöyle dedi; "Ya Resulallah, bundan böyle asla Sabit ile aynı yastığa baş koymam. Geçenlerde perdeyi aralayınca onu bir grup arkadaşı arasında eve gelirken gördüm. Adam o grubun içindekilerin en kara derilisi, en kısa boylusu, en çirkin yüzlüsü idi." Bunun üzerine kadının kocası; "Ya Resulallah, ben ona en değerli malımı, hurma bahçemi verdim. Öyleyse bahçemi geri versin" dedi. Peygamberimiz, kadına; "Ne diyorsun?" diye sorunca kadın; "Geri veririm, isterse daha fazlasını da veririm" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, onları birbirinden ayırdı.

Bu rivayetlerin tümü şunu anlatıyor. Peygamberimiz, kadının psikolojik kaynaklı bir rahatsızlığını kabul etmiş, bu rahatsızlığın yok sayılmasını yararsız bir inkar saymış, kadını istemediği böyle bir hayata katlanmak zorunda bırakmayı doğru görmemiş, bu tür bir duygu tarafından gölgelenen bir karı-koca hayatından hayır gelmeyeceğine karar vermiş ve bu problemi, ilâhi sisteme uygun bir çözüme bağlamıştır. O ilâhi sistem ki, insan fıtratına açık, pratik ve objektif biçimde karşılık veriyor, insan psikolojisine karşı, onun içinden geçen duyguların içyüzünü kavrayan bir anlayışla tavır alıyor.

Bu tür meselelerde ciddiliğin ve oyun peşinde olmanın, samimiyetin ve düzenbazlığın kriteri ve müeyyidesi takva, Allah korkusu olduğu için ayetin son cümlesi Allah'ın sınırlarını aşmaktan sakınmaya çağıran bir uyarı ile bağlanıyor:

"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın. Kimler Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir."

Burada bir an durup aynı anlama gelen iki Kur'an ifadesi arasındaki ince farka değinmek istiyoruz. Bu fark, anlatılan şartlara paralel olarak karşımıza çıkıyor. Bu surenin daha önce incelediğimiz oruç konusunun işlendiği bir ayetin son cümlesi "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırlara yaklaşmayın" şeklinde sona eriyordu. Şimdi incelediğimiz ayetler demetinin uyarı cümlelerinden birinde ise "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırları aşmayın" buyuruluyor. Birinci cümlede "yaklaşılmama" uyarısı yapılırken ikinci cümlede "aşılmama" uyarısı yöneltiliyor. Acaba bu uyarı farklılığının sebebi nedir?
İlk cümlenin öncesinde şehevi iç dürtülere getirilen yasaklardan sözediliyordu. O ayeti bir daha okuyalım:

"Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin, siz de onların örtüsü, elbisesisiniz. Allah sizin nefisleriniz tarafından aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul, sizleri de affetti. Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın ve Allah'ın size yazmış olduğunu arayın, isteyin.

Tanyeri ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten ayırd edinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar sürdürün.

Mescidlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın çizdiği sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara böyle açık açık anlatıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler."

İçgüdü türünden yasakların çekim gücü son derece güçlü olduğu için bu konudaki uyarıda Allah'ın sınırlarına yaklaşılmasından kaçınılmasının vurgulanması gayet yerindedir. Çünkü eğer insan bu yasakların alanına yaklaşır ve çekim düzlemine girerse çekim güçleri karşısında iradesinin zayıf kalmasından korkulur.

Ama bu ayette sözkonusu olan alan, istemeyerek yapılan hareketlerin, çatışmaların ve sürtüşmelerin alanıdır. Burada bu çatışmaların herhangi bir aşamasında sözkonusu sınırların önünde durulmamasından, bunların çiğnenmelerinden, aşılmalarından korkuluyor. Bu gerekçe ile sınırlara yaklaşılmaması uyarısı değil, sınırların aşılmaması uyarısı yöneltilmiştir. Çünkü şimdiki uyarı ortamı öbüründen farklıdır. Bu, değişik gereklilikleri gözeten hayranlık uyandırıcı bir ifade inceliğidir!
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
230- Eğer erkek bundan sonra karısını kesinlikle boşarsa bu kadın başkası ile evlenmedikçe artık kocasına helâl olmaz. Eğer sonraki koca, kadını boşar da Allah'ın sınırlarını gözeteceklerine inanırlarsa eski karıkocanın tekrar birbirlerine dönmelerinin sakıncası yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, onları bilen topluluğa açık açık anlatıyor.
Daha önce vurgulandığı gibi üçüncü boşama, bu evlilikte kısa vadede düzelmesi imkansız, köklü bir bozukluğun bulunduğunu kanıtlar. Bu durumda eğer erkek boşama kararında ciddi ve kesin ise- tarafların kendilerine birer yeni eş araması en doğru hareket olur. Yok, eğer bu boşamalar, düşüncesizce bir an gelen parlamalar veya hakkın kötüye kullanılması sonucu verilen kararlar sonucu meydana gelmişse o zaman bu hakla bu şekilde oynanmasına bir sınır koymak gerekir. Çünkü bu hak bir emniyet sübabı, iyileştirilmesi imkânsız bir rahatsızlığın zorunlu tedavisi olsun diye tanınmış, yoksa aptallığa ve ciddiyetsizliğe pirim olarak tanınmamıştır. Bu durumda koca tarafından gerekli saygıyı görmeyen, tersine ayak altına alınan bu evlilik hayatının sona ermesi gerekir.

Biri ortaya çıkıp diyebilir ki, "Bu durumdaki kadının günahı nedir ki, ciddiyetsiz ve sorumsuz bir erkeğin iki dudağı arasından çıkan bir söz yüzünden hayatı, güvenliği ve huzuru tehlikeye girsin?" Fakat insan hayatının somut bir olayı karşısında olduğumuz unutulmamalıdır. Peki eğer bu çözüm biçimini bir yana atarsak bu olayın çözümü nasıl olacak? Acaba eşi ile arasındaki ilişkiyi ciddiye almayan, bu beraberliğe zerrece saygı duymayan böyle bir erkeği eşi ile birarada yaşamaya zorlayarak ona meselâ şöyle mi demeliyiz; "Biz senin bu boşama kararını hiçe sayıyoruz, onu tanımıyor, onaylamıyoruz. Bu kadın senin zimmetli eşindir, buyur, elinden tut, götür."

Hayır... Böyle bir tutum, gerek kadını ve gerekse karı-koca ilişkisini son derece hafife almak olur, İslâm böyle bir şeye razı olmaz. O İslâm ki kadına ve karı-koca ilişkisine saygı duyuyor ve bu ilişkiyi Allah'a ibadet düzeyine yükseltiyor. Böyle bir erkeğe verilmesi yerinde olan ceza şudur: Adamı ilişkisini oyuncağa çevirdiği eşinden ayırırız, ilk iki boşamanın sonunda kadını gözden çıkardığı izlenimini bırakmış ise yeni bir mehir belirleyerek nikâh tazelemek zorunda tutarız ve üçüncü boşamadan sonra karısına -yeni bir evlilik yapıp tekrar boşanmadıkça- dönmesini kesinlikle yasaklarız. Bu durumda kadına verdiği mehir de evlilik süresince verdiği hediyeler de elinden gitmiş olur. Ayrıca onu boşama evrelerinin bekleme süreleri boyunca karısına nafaka vermekle yükümlü tutarız. Önemli olan insan psikolojisinin somut gerçeklerini, pratik hayatın realitelerini görmemizdir. Yoksa gerçekler dünyasına ayak basmâksızın rüya aleminde kanatlanıp uçmak hüner değildir!

Üçüncü boşamadan sonra hayatın normal akışı içerisinde kadın bir başka erkekle evlenir ve bu yeni koca kendisini boşarsa o zaman yeniden evlenmelerinin, ne kadın açısından ve ne de eski kocası açısından sakıncası yoktur. Yalnız bir şartla:

"Eğer Allah'ın sınırlarını gözeteceklerine inanırlarsa."

Çünkü mesele arzulara uymak, içgüdülerin isteklerine karşılık vermek değildir. Taraflar gerek biraraya gelmekte ve gerekse ayrılmakta nefisleri, cinsel içgüdüleri ve arzuları ile başbaşa bırakılmış değillerdir. Ortada, gözetilmesi gereken yüce Allah'ın sınırları vardır. Bu öyle bir hayat çerçevesidir ki, eğer bunun dışında kalınırsa artık yüce Allah'ın dilediği ve hoşnut olduğu hayat yaşanamaz.

"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, Allah onları bilen topluluğa açık açık anlatıyor."

Yüce Allah'ın, bu sınırlarını belirsiz ve meçhul bırakmaması, tersine bunları Kur'an'da net bir biçimde belirlemesi O'nun kullarına yönelik bir rahmetidir. O bu sınırlamalarını "bilen insan topluluğuna" anlatıyor. Çünkü gerçek anlamda bilgi sahipleri bu sınırları bilirler ve onların önünde dururlar. Bunun tersi ise iğrenç bir cahillik ile kör bir cahiliye düzeninden başka birşey değildir!

Daha sonraki iki ayette yüce Allah'ın birbirlerinden ayrılmış eşlere yönelik direktifi geliyor. Bu direktif onları, boşandıktan sonra her durumda iyiliğe, hoşgörüye ve meşru sınırlar içinde kalmaya çağırıyor:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
231- Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman ya onları meşru biçimde tutun ya da yine meşru biçimde bırakın. Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size bağışladığı nimetleri ve öğüt vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırınızdan çıkarmayın. Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin.

232- Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları ile meşru biçimde anlaşırlarsa evlenmelerine engel olmayın. Bu, içinizdeki Allah `a ve Ahiret gününe inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve en iffetli yoldur. Allah bilir, fakat siz bilemezsiniz.
Evlilik hayatının havasına meşruluk, iyilik ve güzellik egemen olmalıdır. İster bu hayat sürsün, isterse ipleri kopmuş olsun, bu durum değişmemelidir. Üzme ve sıkıntıya sokma niyeti, bu hayatın unsurları arasına girmemelidir. İnsanları bunalımlara sürükleyen ayrılık ve boşanma durumunda böylesine yüksek düzeyli bir hoşgörünün varolabilmesi için mutlaka yeryüzü hayatının şartlarına bağımlı olmayan yüce bir unsur, vicdanları kinlerden ve kıskançlıklardan uzak ve yüksek tutan, hayat ufkunu ve perspektifini yaşanılan anın ve somut şeylerin ötelerine doğru genişleten bir faktör gereklidir. Bu, yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanma faktörüdür. En büyük nimet olan iman nimetinden vücut sağlığına ve kendisine bahşedilen çeşitli rızıklara kadar Allah'ın sayılamayacak derecedeki nimetlerini ancak bu imanı kalbinde taşıyan bir mümin hatırına getirebilir. Yine ancak bu unsuru barındıran insan Allah korkusunu kalbinde taze tutar ve başarısızlıkla sonuçlanan evliliğinin, elinden çıkan nafakanın karşılığını O'ndan bekler. İşte burada, halen devam eden ya da ipleri kopmuş evlilik hayatına meşruluğun, iyiliğin ve güzelliğin hakim olması gerektiğini anlatan bu iki ayet, bu yüce unsuru zihinlerde canlandırmak istiyor.

Cahiliye döneminde kadın, cahiliye düzeninin kabalık ve sapıklığına denk düşen baskı ve sıkıntılarla karşı karşıya idi. O daha küçük bir çocuk iken bu baskılar kendini gösterir, kimi zaman da diri diri toprağa gömülürdü. En şanslı zamanında horlama, sıkıntı ve ezilmişlik altında yaşardı. Evlendiği zaman kocasının mallarından bir mal sayılır, dahası, deveden ve attan daha ucuz, daha değersiz tutulurdu. Bu sıkıntı ve baskılar boşanınca da şiddeti artarak sürerdi. Çünkü eski kocası razı olup izin vermedikçe evlenmesi engellenirdi. Bazan da eski kocasına yeniden dönmek ister, fakat bu dönüşüne bu defa ailesi karşı çıkardı. Genellikle de hor, aşağılık ve önemsiz görülürdü. Toplumsal konumu o günün dünyasına egemen olan diğer cahiliye toplumlarındaki kadın konumu ile tıpatıp aynı idi.

Sonra İslâm geldi ve kadının hayatına, bazı örneklerini yukardaki ayetlerde gördüğümüz ılık rüzgârların serinliğini estirdi... Gelir-gelmez ona yönelik bakış açısının düzeyini yükselterek kadın ile erkeğin yüce Allah tarafından yaratılan aynı "nefs" bütününün ayrılmaz birer parçası olduklarını ilân etti... Gelir-gelmez iyi niyetle sürdürülen karı-koca ilişkilerini ibadet mertebesine yükseltti. Şunu da belirtelim ki, kadın bu hakların hiçbirini istemiş değildi, hatta daha önce onların varlığından bile haberi yoktu. Bu hakların hiçbirini erkek de istememişti, istemek bir yana onlar aklının ucundan bile geçmiş değildi. Bu haklar her iki cinse ve tüm insanlığın toplumsal hayatına yüce Allah'ın karşılıksız bir keremi, bir rahmeti olarak bağışlanmıştı.

"Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman ya onları meşru biçimde tutunuz ya da yine meşru biçimde bırakınız. Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayınız."

Buradaki "bekleme süresini doldurmak"tan maksat; bir önceki ayette anlatılan bekleme süresinin sonuna yaklaşmaktır. Bu sürenin sona ermesine doğru erkek iyi geçinmek niyeti ile ve meşruluk sınırları içinde kalarak kadına dönecek-ki kadını "iyilikle tutmak" bu demektir- ya da bekleme süresinin dolmasını bekleyerek kadının kendisinden kesinlikle umut kesmesini sağlayacak. -Ki kadını "iyilikle salıvermek, bırakmak- bu anlama gelir-. Bu arada erkek, kadını sıkıntıya sokmayacak, ondan boşama karşılığında fidye istemeyecek ve istediği erkekle evlenmesine engel olmayacaktır:

"Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayın."

Bu tutumun tipik bir örneğini, eşine karşı takındığı tutumu az yukarda naklettiğimiz Ensar'dan bir müslümanın karısına söylediği "vallahi, seninle ne bir daha biraraya gelirim ve ne de senden ayrılırım" biçimindeki sözlerde okumuştuk. İşte bu, kadını "iyi olmayan biçimde tutmak; zarar vermek amacı ile alıkoymak"tır ki, İslâm'ın hoşgörüsü buna razı olamaz. Nitekim bu "zarar verme amaçlı alıkoyma uygulaması" incelemekte olduğumuz ayetlerde tekrar tekrar yasaklanmaktadır. Çünkü, örneklerinin çokluğundan da anlaşıldığı gibi bu tutum, o günün Arap toplumunda yaygındı. Ayrıca İslâm'ın eğitiminden geçmemiş ve imanın yüceltici desteğinden yoksun kalmış her toplumda, her sosyal ortamda bu tip kötü uygulamaların yaygınlaşması doğaldır.

Burada Kur'an-ı Kerim, en soylu duyguları uyarıyor, aynı anda hem Allah'tan utanma duygusunu ve hem de Allah korkusu bilincini birlikte harekete geçiriyor, arkasından bütün bu psikolojik etkenleri, vicdanları cahiliye gelenekleri ile bu zihniyetin tortularından kurtararak elinden tutup yükseltmeyi hedeflediği onurlu ve yüce düzeye çıkarmak üzere seferber ediyor:

"Kim böyle yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size bağışladığı nimetleri ve öğüt vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırınızdan çıkarmayın, Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin."

Boşanmış kadını, ona zarar vermek, haklarından yoksun bırakmak amacı ile oyalayan, alıkoyan kimse kendine yazık eder. Çünkü o kadın da kendi nefsinden türemiş bir kardeşidir. Buna göre ona zulmetmekle aynı zamanda kendine zulmetmiş olur. Ayrıca nefsini günaha sürüklediği için ve Allah'a itaat etmekten alıkoyduğu için de nefsine zulmetmiş olur. Bu, ayette vurgulanan birinci noktadır.

Yüce Allah'ın aile dirliğine ve boşamaya ilişkin ayetleri son derece açık, hedefi belirgin ve ciddidir. Bu ayetler aile hayatını düzene koymayı, onu doğruluk ve ciddiyet temelleri üzerine oturtmayı amaçlar. Erkek, bu ayetleri kadına zarar vermek, onu sıkıntıya sokmak amacı ile kullanmaya kalkışabilir, bu maksatla yüce Allah'ın emniyet sübabı ve rahatlasınlar diye tanıdığı bazı kolaylık imkânları ile oynayabilir. Bu arada yüce Allah'ın karı-koca hayatını yeniden kurmak, düzeltmek için erkeğe tanıdığı eşine dönme yetkisini kadını baskı altında tutmanın, onu mutsuz etmenin aracı olarak kullanabilir. Ama bu söylediklerimizden sadece birini yapması dahi yüce Allah'ın ayetlerini alaya alması anlamı taşır. Bu da günümüzde müslüman olduğunu iddia eden cahiliye karakterli İslâm (!) toplumlarında gördüğümüz tutumdur. Bu sahte İslâm toplumlarında fıkıh kolaylıkları baskı, hile ve fesat aracı olarak kullanılıyor. Bu amaç dışı kullanımların en kötü örneğini de boşama yetkisinin kötü niyetli kullanımı oluşturuyor. Yüce Allah'tan hiç utanmadan O'nun ayetleri ile alay edenlere, onları arzularının oyuncağı haline getirenlere yazıklar olsun.

Okuduğumuz ayetler, müslümanlara Allah'ın nimetlerini, kendilerine öğüt vermek amacı ile indirilen Kitabı ve hikmeti hatırlatmakla utanma ve nimetleri itiraf etme duygularını uyarmayı amaçlıyorlar. O günün müslümanlarına Allah'ın kendilerine yönelik nimetlerini hatırlatmak, hayatlarının tüm alanlarını etkilemiş olan somut ve geniş çaplı gelişmelerin anılarını tazeleyici bir nitelik taşıyordu.

İlk müslümanların öncelikle hatırlayacakları ilâhi nimet, doğrudan doğruya bir "ümmet" sıfatıyla varlık sahnesine çıkarılmaları idi.

Gerek kentlerde ve gerekse çöllerde yaşayan Araplar İslâm'dan önce ne idiler ki? onlar adı anılmaya değer bir varlık değillerdi. Dünya onları ne tanıyordu ne de varlıklarından haberdardı. O dönemde Araplar ne ağırlığı ve ne de değeri olmayan bölük-pörçük gruplar halinde yaşıyorlardı. İnsanlığa verecek hiçbir şeyleri yoktu ki, başkaları tarafından tanınsınlardı. Hatta onların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir şeyleri bile yoktu. Kelimenin tam anlamıyla hiçbir şeyleri yoktu. Ne maddî ne de manevi hiçbir şey... Bir defa son derece perişan bir yoksulluk içinde yaşama savaşı veriyorlardı. Yalnız aralarında küçük bir azınlık refah içinde yaşıyordu. Ama bu refah son derece kaba, basit, seviyesiz bir refahtı, tıpkı inlerinde av etleri yığılmış, buna rağmen aç duran yırtıcı hayvanların refahı gibi.

Onlar aynı zamanda akıl, ruh ve duygu yoksulu idiler. İnançları basit, saçma ve derme-çatma idi. Hayat düşünceleri ilkel, geri ve dar ufuklu idi. Hayattaki amaçları; yağma amaçlı baskınlar, acımasız vuruşmalar, eğlence, içki, kumar, kısacası küçük ve basit zevklerden ibaretti.

Onları bu karanlık kuyudan çıkarıp kurtaran İslâm oldu. Hatta onları yeniden varetti. Onlara bütün insanlık tarafından tanınmalarını sağlayacak derecede, önemli bir varoluş bağışladı. Onlara insanlığa aktarabilecekleri değerler sundu. Onlara varlık alemini daha önce hiçbir inanç sisteminin yorumlayamadığı doyuruculukta yorumlayabilen kapsamlı ve büyük bir inanç sistemi iletti. Bu inanç sistemi onlara tüm insanlığın başarılı ve seviyeli önderleri olma imkânını verdi. Ayrıca bu inanç sistemi onlara orjinal bir kişilik kazandırdı;

böylece daha önce varlıklarından hiçbir yerde sözedilmezken bu inanç sistemi sayesinde dünya milletleri ve devletleri arasında seçkin bir yer elde ettiler. Bunun yanısıra bu inanç sistemi onlara güç verdi; dünya onları bu güçle tanıdı ve hesaba katmak zorunda kaldı. Oysa daha önce ya çevrelerindeki imparatorlukların köleleri ya da hiç kimse tarafından fark edilmeyecek derecede hesap dışı idiler.

İslâm onlara servet de verdi, dünyanın dört bir yanına yönelik fetihler sayesinde zengin oldular. Bütün bunlardan daha önemli olarak İslâm onlara her alanda barış sundu; gönüllerine, evlerine ve içinde yaşadıkları topluma barış getirdi. Onlara kalp huzuru, gönül rahatlığı, vicdan dirliği, sistem ve yol istikrarı bağışladı. Onlara onurlu ve yüksek seviyeli bir bakış açısı kazandırdı. Onlar yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki yolunu şaşırmış cahiliye toplumlarına bu açıdan bakıyor ve yüce Allah'ın hiç kimseye vermemiş olduğu bir nimeti kendilerine verdiğini somut bir biçimde görüyorlardı.

Bundan dolayı, yüce Allah, okuduğumuz ayette onlara nimetlerini hatırlatınca onlar fazla bir uğraşa gerek kalmadan kendi hayatlarında gerçekleşen gelişmelerin anılarını tazeliyorlardı. Çünkü onlar cahiliye dönemini ve arkasından İslam'ı bizzat kendi hayatlarında yaşayan bir kuşaktı. Ancak insanın tasarlama kapasitesini aşan bir olağanüstülüğün gerçekleştirebileceği uzun süreli bir geçiş döneminin, bir devrim sürecinin canlı şahitleri idi onlar. Onlar bu nimeti, yüce Allah'ın kendilerine indirdiği öğüt dolu kitapta ve hikmette somutlaşmış olarak hatırlıyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onlara "size indirilen" buyuruyor, kendilerine ikinci şahıs (muhatap) zamiri ile sesleniyordu. Bu ifade onlara bağışlanan nimetinin büyüklüğünü, özverinin hesapsız bolluğunu ve nimetin kendi kişiliklerine içiçe girmiş niteliğini duyuruyordu. Yüce Allah onlara bu ayetleri peyderpey indiriyor ve bu ayetlerden ilahi sistem oluşuyordu. Bu sistemin bir parçası da sosyal hayatın temeli olan aile kurumuna ilişkin hukuk düzeni idi.

Daha sonra bu ayette onların kalplerine ikinci ve son bir uyarının esintilerini yansıtıyor. Bu uyarı onları Allah korkusu ile titretiyor ve kendilerine O'nun herşeyi bildiğini hatırlatıyor:

"Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin." Böylece Allah'tan utanma ve O' na şükretme bilincinden sonra korku ve sakınma bilinci harekete geçiriliyor, bu bilinç vicdanı avuçları içine alarak hoşgörü, nezaket ve sorumluluk yolunda ilerletiyor.

Bir sonraki ayet, bekleme süresi dolan boşanmış kadının meşru biçimde uyuşmaları halinde tekrar eski kocasına dönmesine engel olunmasını yasaklıyor:

"Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları ile meşru biçimde anlaşırlarsa tekrar evlenmelerine engel olmayın." Tirmizi'nin verdiği bilgiye göre Peygamberimiz zamanında Ma'kıl b. Yasar'ın kız kardeşi bir müslümanla evlenmişti. Bu evlilik bir süre devam ettikten sonra adam, Mak'il'in kız kardeşini boşadı ve bekleme süresi içinde de bir daha eşine dönmedi. Fakat bir süre sonra karşılıklı olarak birbirlerine dönmek istediler. Bunun üzerine adam, eski karısına tekrar talip oldu. Ama Ma'kil'in adama verdiği cevap şu oldu; "Alçakoğlu alçak! Seni adam yerine koyarak kız kardeşim ile evlendirdim, sen ise onu boşadın. Vallahi, o sana bir daha hiç dönmeyecek."

Fakat kocanın hanımına ve kadının da eşine olan ihtiyacını herkesten iyi bilen yüce Allah bu ,olay üzerine "Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman..." diye başlayıp "Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz" diye sona eren (yukardaki) ayeti indirdi.

Ma'kil, bu ayeti duyunca "Rabbimin emri başım-gözüm üzerine" diyerek hemen adamı çağırdı ve kendisine; "Onu sana veriyorum, tekrar evlenebilirsiniz" dedi.

Yüce Allah'ın kalplerin samimi arzularını böylesine müşfik bir yaklaşımla karşılaması, O'nun kullarına yönelik merhametinin bir yönünü açığa çıkarır. Ayette genel olarak Allah'ın kullar hesabına dilediği kolaylaştırma, Kur'an kaynaklı sistemin müslüman cemaate uyguladığı eğitim metodu, insanların hayattaki bütün somut problemlerine her durumda cevap veren bu tutarlı sistem aracılığı ile müslümanlara bağışladığı nimetin geniş çaplılığı gözler önüne seriliyor.

Bu ayette, uyarı ve yasaklamanın arkasından, ayrıca müslümanların kalpleri ve vicdanları da harekete geçirilmek isteniyor:

"Bu, içinizdeki Allah'a ve Ahiret gününe inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve en iffetli yoldur. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz."

Bu ilâhi öğüdü kalplere ulaştıracak olan temel faktör, Allah'a ve Ahiret gününe imandır. Eğer kalpler, şu yeryüzünden daha geniş ufuklu bir aleme bağlı olursa, alış-verişlerinde Allah'ı ve O'nun hoşnutluğunu ön-plânda tutarlarsa, yüce Allah'ın daha arınmışı ve daha temiz olanı dilediğinin bilincinde olurlarsa, bu durum, müminleri doğal olarak Allah'ın uyarısına olumlu karşılık vermeye teşvik eder; gerek kendileri ve gerekse toplumları hesabına arınmışlığı ve temizliği ganimet bilmelerini sağlar. Eğer kalpler, kendileri için bu yolu seçenin insanların bilmedikleri şeyleri bilen bir merci olduğunu somut bir algı biçiminde kavrarlarsa bu da, onların gönül rızası ile bu tercihi benimsemeye kalplerini elverişli hale getirir.

Böylece ayet, bu meseleyi tümü ile ibadet düzeyine yükseltip yüce Allah'a bağlıyor; onu yeryüzü lekelerinden, sosyal hayatın iğrençliklerinden, boşanma ve ayrılık havâsının kaçınılmaz gerginlik ve kutuplaşmalarından arındırıyor.

ANNE-BABA VE ÇOCUK

Aşağıdaki hüküm, boşanma olayından sonra çocukların emzirilmesi meselesine ilişkindir.

Aile hukuku, eşler arasında boşanmadan sonra bile sona ermeyecek olan ilişkiye, yani her ikisinin ortak katkısı ile meydana gelen ve ikisini de birbirine kopmaz bağlarla bağlayan çocuk meselesine mutlaka açıklık getirmelidir. Ana baba birlikte yaşayamaz duruma gelince her ikisine de ait olan bu yavruya tüm ihtimaller gözönünde bulundurularak belirli ve ayrıntılı garantiler sağlanmalıdır:
 
Son düzenleme:
Üst Alt