BAKARA Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
260- Hani İbrahim `Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dedi. Allah `Yoksa buna inanmıyor musun?' deyince İbrahim `Tabii inanıyorum. Fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu istiyorum' dedi.

Bunun üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir.
Burada Allah'ın yaratma sanatının içyüzünü yakından görmeye yönelik bir arzu karşısındayız. Bu arzu içli, yumuşak huylu, mümin, hoşnut, Allah karşısında çekingen, ibadete düşkün, Allah'ın yakını ve dostu Hz. İbrahim'den geliyor. Hz. İbrahim'in dile getirdiği bu arzu, Allah'ın yaratma sanatının esrarını görme beklentisine ve özlemine ilişkin olarak Allah'ın önde gelen kullarının bile kalplerinde ne gibi çırpıntılar meydana geldiğini ortaya koyar!

Bu arzunun, imanın varlığı, sarsılmazlığı, eksiksizliği ve kararlılığı ile ilgisi yok. İman için delil ya da güçlendirici arayışı da değil sözkonusu olan. Bu arzu başka bir şey, değişik bir hazzı içeriyor. Bu arzu ilâhî sırrın mahiyetine,oluş ve gerçekleşme anında tanık olmaya ilişkin bir ruhi özlemdir. Bu fiilî deneyin insan ruhunda uyandırdığı haz, görmeden inanmanın meydana getirdiği hazdan farklıdır. Sözkonusu olan kişi Allah'ın dostu, İbrahim bile olsa bu böyledir. O İbrahim ki Rabbine soru yöneltiyor ve Allah da kendisine cevap veriyor. Bundan öte bir iman ya da iman delili düşünülemez. Fakat Hz. İbrahim, kudret elini çalışma, işleme anında görmek istedi. Bu içli-dışlılığın vereceği hazzı tadarak doyumuna kavuşmak, havasını solumak, onunla içiçe yaşamak diledi. Bu O'nun daha ötesi olmayan imanından başka birşeydir.

Ayetin anlattığı deney ve o arada geçen karşılıklı konuşmalar, bu hazların merak ve beklentisi ile çarpan kalpte -Hz. İbrahim'in kalbinde-, bu imana ilişkin hazların çok sayıda olduklarını ortaya koyuyor. Tekrarlıyoruz:

"Hani İbrahim `Rabb'im, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dedi. Allah `Yoksa buna inanmıyor musun?' deyince `Tabii inanıyorum. Fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu istiyorum' dedi." Yüce Allah'ın kudret elini işler durumda görmek isteyen ruhun doyumu, perde gerisi sırrın açığa çıkarken ve belirirken duyacağı hazzı duyumsama dürtüsü dile geliyor. Yüce Allah bu has kulunun ve dostunun inanmışlığını biliyordu. Buna göre O'ndan gelen soru açıklama, belirtme,fırsat sağlama, özlemini tanımlama ve ilân imkânı verme amaçlıdır. Bunların da ötesinde kerem sahibi, sevgili ve merhametli olan Allah ile duygulu, tatlı iyi huylu ve Rabbine bağlı Hz. İbrahim arasında bir cilveleşmedir!

Yüce Allah Hz. İbrahim'in kalbinden gelen bu özlemi ve beklentiyi olumlu karşılayarak kendisine bu konuda aracısız, kişisel bir deney yapma imkânım sundu:

"Bunun üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir.

İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir." Yüce Allah, Hz. İbrahim'e dört kuş seçmesini, bunları önüne koyup yakından incelemesini, daha sonra onları kolayca tanıyabilmesi için nişanlarım ve özelliklerini iyice bellemesini, arkasından kesip vücutlarını parçalamasını ve parçaların herbirini çevredeki dağların biri üzerine atmasını, bir süre sonra da bu kuşları çağırmasını emrediyor. Bu çağrı üzerine kuşların parçalanıp dağıtılmış organları biraraya gelecek, tekrar vücutlarına can verilecek ve koşa koşa Hz. İbrahim'e geleceklerdi. Tabii ki böyle de oldu.

Hz. İbrahim, bu ilâhi sırrın gözleri önünde meydana gelişini gördü. Bu sır her. an meydana gelen bir olgu. Yalnız insanlar, onun gerçekleştikten sonraki belirtilerini, sonuçlarını görebiliyorlar. Bu sır, can verme, hayat bağışlama sırrıdır. O hayat ki, ilk başta, hiç yokken meydana geldi ve her yeni canlı ile birlikte oluşumu sayısız defalar tekrarlanmaktadır.

Hz. İbrahim, işte sırrın gözleri önünde meydana gelişini gördü. Canları çıkmış, parçalanmış organları birbirinden uzak yerlere atılmış kuşların vücutlarına yeniden hayat sunuluyor ve koşarak yanına geliyorlar!

Peki nasıl? Bu, kavranması, insan kapasitesini aşan bir sırdır. İnsan idraki bunu Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi kimi zaman görür, ya da bütün müminlerin yaptığı gibi ona inanır. Fakat karakteristiğini kavrayamaz, yordamını bilemez. O, Allah'a özgü işlerden biri olup insanlar, Allah'ın bilgisinin sadece O'nun dilediği kadarını kavrayabilirler. Allah, bilgisinin bu kısmının insanlarca kavranmasını dilemedi. Çünkü O, onları aşan bir şey. İnsanların karakteristik yapıları ile bu sırrın karakteristiği çok farklı. Üstelik halifelik görevleri için bu bilgi gerekli de değil.
Bu sır, sırf Allah'ı ilgilendiren, sırf O'na özgü bir olgu. Yaratıklarının bilgisi buna erişmez. Eğer ona doğru boyunlarını uzatacak olurlarsa karşılarında saklı sırrın önüne gerilmiş perdeden başka birşey göremezler, harcanan emekler boşa gitmiş olur. Gizlilikleri, gayblerin bilicisi olan Allah'a özgü tekelinde olmasını içlerine sindiremeyenlerin emekleri yani.

İSLÂM TOPLUMUNDA İNFAKIN ÖNEMİ

Bu cüzün geçen her üç bölümünde de bütünüyle imanî düşüncenin bazı kurallarının belirlenmesi, bu düşüncenin açıklanması ve çeşitli açılardan kökleşmesi konuları ele alındı. Bu ilke, daha önce de değindiğimiz gibi müslüman cemaatin beşeriyete önderlik rolünün gereklerini yerine getirmeye hazırlanması sorununu eksen olarak seçen bu sürenin seyir çizgisinde bir istasyon konumundadır.

Konunun akışı buradan itibaren surenin sonlarına kadar, farz kılınmış zekat ve isteğe bırakılmış sadakalarla somutlaşan dayanışma ve yardımlaşma esası ve cahiliye düzeninde revaçta olan faiz kurumuyla hiçbir ilişkisi olmayan, İslâm'ın müslüman toplumu dayandırmak ve müslüman cemaatin hayatını onunla düzenlemek istediği ekonomik-sosyal düzenin kurallarının yerleştirilmesi konularına geçiyor. Bu yüzden, surenin geri kalan kısmında sadakanın yöntemlerinden sözedilmekte, faiz lanetlenmekte, borç ve ticaret hükümleri yerleştirilmektedir.

Bunlar da İslâm'ın ekonomik düzeninin ve bu düzene dayalı toplumsal hayatının esaslı bir yönünü teşkil etmektedirler. Surenin gelecek üç bölümü arasında birçok boyutları bulunan tek konuyu, "İslami ekonomik düzen" konusunu içermeleri nedeniyle sağlam bir bağ mevcuttur.

Bu derste de, Allah yolunda yapılan harcamalardan, infakın yükümlülüklerinden, sadaka ve yardımlaşmanın ilkelerinden sözedildiğini görüyoruz. Allah yolunda infak; yüce Allah'ın müslüman ümmete farz kıldığı, onunla davet emanetini omuzlara yüklediği, müminleri onunla koruduğu, kötülük, fesat ve azgınlığı onunla defettiği, müminlere galip gelip yeryüzünü fesada boğan, Allah'ın yoluna engel olan ve İslâm düzeninin taşıdığı iyilikten beşeriyeti yoksun kılan güçleri bertaraf ettiği cihadın ikiz kardeşi olan bir sorumluluktur. (Oysa beşeriyeti bu iyilikten yoksun kılmak bütün suçlardan daha büyük bir suç; cana ve mala yönelik saldırıdan daha korkunç bir saldırıdır.)

Surenin geçen bölümlerinde, Allah yolunda infak konusu birkaç defa tekrarlanmıştı. Şimdi ise surenin akışı sadakanın ilkelerini ayrıntılarıyla ve fakat dolambaçsız olarak açıklamaktadır. Bu ilkeleri cana yakın sevgi gölgesiyle donatarak çizmekte, sadakayı, verenin nefsine süslü bir amele, alanı da yararlı ve kârlı bir davranışa dönüştüren, bu yolla toplumu yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve şefkat havası egemen bir aileye dönüştüren ve beşeriyeti, vereniyle-alanıyla birlikte üstün bir düzeye çıkaran psikolojik ve toplumsal adabı da açıklamış olmaktadır böylece.

Bu bölümde gelen direktifler, zamana ve belli nedenlere bağlı olmayan sürekli bir ilke meydana getirmiş olmakla beraber bunun ötesinde her zaman için müslüman topluluklarda karşılaşılacağı gibi, o gün için müslüman cemaatte ayetlerin karşılaştığı pratik durumlara cevap niteliğinde olduğunu, çünkü o zaman müslümanlar arasında darb-ı mesellere ve gerçeklerin derinlere ulaşması için konuşan sahneler şeklinde sunulmasına ihtiyaç duydukları gibi güçlü uyarılara ve etkin ilhamlara muhtaç olan, mala son derece düşkün, cimri ruhların bulunduğunu söylememize engel değildir.

O gün, faizsiz borç vermeyen, mala son derece düşkün kişiler vardı... İstemeyerek ve gösteriş için infak edenler vardı... Verdikleri sadakayı başa kakma ve rencide etme vesilesi yapanlar da vardı... Tabi bu arada malın kötüsünü verip iyisini alıkoyanlar da... Bütün bunlar, malının en iyisini cömertçe veren, kötü duygulardan soyutlanmış, samimi ve arınmış olarak, gerektiğinde gizli, gerektiğinde açık olarak Allah yolunda ihlasla infak edenlerin yanında yeralıyordu.

Bu karakterlerin her ikisi de o günkü müslüman cemaatin içinde birlikte yeralıyordu. Bu gerçeği bu şekilde kavramamız bize birçok yarar sağlayacaktır...

1- Öncelikle; canlı, hareketli bir varlık olan bu Kur'an'ın tabiatını ve görevini kavramamızı sağlayacaktır. Kur'an'ı bu olayların gölgesinde, müslüman cemaat arasında işlerini yürütürken, hareket ederken, pratik durumlarla karşılaşırken, bunu kaldırıp şunu yerleştirirken ve müslüman cemaati harekete geçirip yönlendirirken görüyoruz. O, sürekli bir çaba ve daimi hareket içindedir. Çünkü O, hem savaş alanında hem de hayat sahnesinde hareket etmektedir. O, orta yerde, sürükleyici, hareketlendirici ve yönlendirici bir unsur işlevini yürütmektedir.

Kur'an'ı bu şekilde algılamaya, O'nu, canlı, hareket halinde ve sürükleyici bir varlık olarak görmeye ne kadar ihtiyacımız vardır?.. Gerçekten, bizimle, İslâmi hareket, İslâmi hayat ve İslâmi pratik arasında uzun bir süre geçti. Artık Kur'an, bizim duygularımızda, tarihsel canlı pratiğinden uzaklaşmış ve yalnızca müslüman cemaatin tarihinde, yeryüzünde belli bir zaman gerçekleşmiş hayat tarzını temsil etmekten öteye gitmemektedir. O'nun, süregelen savaşta, müslüman asker gözünde hareket ve uygulama için başvurulan "günlük emir" konumunda olduğunu hatırlayamıyoruz bile... Kur'an, duygularımızda ölmüştür... Ya da uyumaktadır. Artık Kur'an'ın ilk indiği dönemlerde müslümanların duygularında yereden gerçek görüntüsü kalmamıştır. O'nu ya kendimizden geçtiğimiz nağmelere ya da vicdanlarda karmaşık duygular bırakan tumturaklı bir okuyuşa indirgemişiz. Ya da, kalpte, sadık müminlerin duygularında meydana getirdiği etkiden çok uzak, anlaşılmaz olduğu kadar da belirsiz olan vecd, huzur ve doygunluk meydana getiren bir vird manzumesi olarak algılamışız. Kur'an bunların tümünü meydana getirir; ancak, O'ndan istenen, bunların yanında müslümanlarda bir bilinç, bir canlılık meydana getirmesidir. Kur'an'dan beklenen; inşa etmek için geldiği hayatı oluşturmaya yönelik bir bilinçle birlikte hareket etmesi, müslümanın O'nu, giriştiği ve müslüman ümmetin hayatında girişmeye hazırlandığı savaş alanında görmesi, bugün hayatın çeşitli alanlarında kendisini kuşatan olaylar, problemler ve şartlara ilişkin Kur'anî direktifleri kavrayabilmesi için, ilk müslümanlarda olduğu gibi, ne yapması gerektiğini bilmesi için O'na yönelmesi, Kur'an-ı Kerim'de temsil edilen, kelimeleri ve direktifleri arasında hareket eden müslüman ümmetin tarihini görmesi, bu arada gördüğü şeyin kendisine yabancı olmadığını duyumsaması, bunun kendi tarihi olduğunu anlaması, bugünkü olayların bu tarihin bir uzantısı olduğunu algılaması, bugün için karşılaştığı şeylerin Kur'an'ın kendilerini belli tasarruflara yönelttiği önceki müslümanların karşılaştığı şeylerin meyvesi olduğunu idrak etmesi, böylece bu Kur'an'ın kendi Kur'an'ı olduğunu, karşılaştığı olay ve şartlarda O'ndan etkileneceğini ve O'nun, düşüncesi, ideali, hayatı ve hareketi için bir anayasa konumunda olduğunu bilmesi ve bu durumun şimdi olduğu gibi kesintisiz olarak bundan sonra da süreceğini kavramasıdır.

2- İkinci olarak, iman çağrısı ve sorumlulukları karşısında beşer fıtratının sürekli ve değişmez olduğu gerçeğini görmekte yarar sağlayacaktır. Bu görüş, Kur'an ayetlerinin, üzerlerine Kur'an'ın indiği ve Resulullah'ın aralarında bulunduğu bu cemaatin bünyesinde sürekli idare edilmeyi, yönlendirilmeyi ve uyarılmayı gerektiren birtakım zaaf ve eksiklik noktalarının bulunmasının onların topluca bütün nesillerden üstün olmalarına engel olmadığı, ïlk müslüman cemaatin hayatında işaret ettiği gibi olayların ötesindeki gerçeklere nüfuz eden pratik bir görüştür.

Bu gerçeği böylece kavramamız birçok konuda bize yararlı olacaktır. Yararlı olacaktır, çünkü beşer topluluklarının gerçek durumlarını, aşırılığa kaçmadan; abartısız, yaygarasız ve ayağı yere basmayan düşüncelere sapmadan göstermektedir bize. Kendimizi, İslâm'ın çizdiği ve insanları çağırdığı yüce ufuklara ulaşmış gördüğümüzden ruhlarımızı kaplayan ye'si dağıtmakla ve ulaşmamış olsak bile bu yolda olmamızın ve sonuca varmak için içtenlikle sürekli bir çaba içinde olmamızın yeterli olacağını göstermekte yararlı olacaktır. Bir kere tekâmüle çağrı yapanlar insanlara inmeli, bazı eksiklikleri, kusurları belirince hemen gevşememeli, yılmamalı ve ümitsizliğe kapılmamalıdırlar. Ruh da böyle... Yavaş yavaş, sırasıyla sorumlulukları yerine getirmek ve olgunluğa çağırmakla, sürekli iyiliği güzelleştirip kötülüğü çirkin göstermekle, eksiklik ve zaaftan nefret ettirmekle ve yol kendisine uzun görünüp yoldan saptıkça elinden tutmakla yücelir.

3- Bu gerçeği bilmemiz, genellikle farkında olmayıp unuttuğumuz şu basit gerçeğin gönüllerde yer etmesini sağlamakla da yarar sağlayacaktır.

O da; insanların aynı insanlar oldukları, davanın aynı dava ve savaşın aynı savaş olduğu gerçeğidir. Bu savaş, öncelikle nefsin derinliğinde, zaaf, eksiklik, cimrilik ve ihtirasa, daha sonra da hayatın içinde, şer, batıl, sapıklık ve azgınlığa karşı girişilen bir savaştır. Bu savaşı her iki alanda da sürdürmek kaçınılmazdır. Aynı şekilde yeryüzünde bir müslüman cemaat oluşturmaya çaba sarfedenlerin, ilk defa Kur'an'ın ve Resulullah'ın yaptığı gibi bu iki alanda bir savaşa girişmeleri zorunludur. Şüphesiz birtakım hatalar ve yolda tökezlemeler olacaktır; yine yolun aşamalarında bazı zaaf ve eksiklikler de belirecektir. Olaylar ve denemeler bu zaaf ve eksiklikleri ortaya çıkardıkça bunların tedavi yönüne gidilmelidir. Ayrıca Kur'an'ın uyguladığı yönlendirme metodlarıyla kalpleri Allah'a yöneltmek kaçınılmazdır. Burada tekrar konunun başına dönüyor, hayatımızda meydana gelen hareketler ve şartlar konusunda Kur'an'a danışmaya ve O'nun ilk müslüman cemaatin hayatında olduğu gibi bizim duygularımızda ve hayatımızda giriştiği faaliyet ve hareketléri seyretmeye dönüyor ve bu dersteki Kur'an ayetlerini ayrıntılı olarak almaya başlıyoruz:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
261- Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.
ALLAH YOLUNDA İNFAK

Yerleştirilmek istenen ilke, farz ve sorumlulukla başlamayıp insanın yapısındaki canlı tepki ve duyguları harekete geçirmek suretiyle yakınlık ve teşvik havasıyla başlıyor. Ayet-i Kerime, hayattan, hareketli, gelişmekte olan, verimli ve cömert bir tablo sunuyor; ziraat tablosunu, toprağın aracılığıyla Allah'ın hibesini gözler önüne seriyor. Çünkü ziraat, aldığından fazlasını verir, mahsulünü tohumuna kıyasla kat kat fazla veriyor. İşte bu canlı manzara, mallarım Allah yolunda infak edenlere örnek olarak sunuluyor.

"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer."

Bu ifadeden zihnimizde, matematiksel bir işlem olarak bir tek tanenin yediyüz taneye katlanması anlamı çıkmaktadır. Ancak ifadenin sunduğu canlı manzara bundan çok daha kapsamlı ve güzel, duyguları harekete geçirmesi ve vicdanları etkilemesi bakımından daha büyüktür. Bu, gelişen hayat sahnesidir... Canlı tabiat sahnesidir.. Cömert ziraat sahnesidir... Sonra bitkiler aleminden harika bir sahnedir; yedi başak taşıyan bir sap. Ve yüz taneyi içeren bir başak...

Ayet-i Kerime, cömert ve gelişen hayat kervanında beşer vicdanını Allah yolunda harcamaya ve vermeye yöneltmekte, onlara, aslında vermeyip aldıklarım, mallarında herhangi bir eksilme sözkonusu olmadığını, aksine arttığını göstermektedir. Böylece verim ve gelişme dalgası yoluna devam edip, ekin ve ürün sahnesinin coşturduğu duyguları kat kat arttırmaktadır. "Allah dilediğine kat kat verir..." Sayısız ve hesapsız derecede arttırır. Sınırını hiç kimsenin bilmediği rızkından ve kapsamını hiç kimsenin kavrayamayacağı merhametinden kat kat verir.

"Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilendir."


O geniş lütufludur; kullarına verdiklerini kısıtlamaz, kesmez ve kurutmaz... Bilendir; niyetleri bildiği gibi kalplerin derinliklerinde gizlenenleri de bilir. Hiçbir şey O'na gizli değildir... Ancak, gelişen ve çoğalan infak hangisidir?.. Yüce Allah'ın dünya ve Ahirette dilediğine arttırdığı hangi ihsandır?.. İnsanî duyguları yüceltip kirletmeyen infaktır, kimsenin onurunu rencide etmeyen ve duygularını tırmalamayan infaktır... Özveriden ve arınmışlıktan ve yalnızca Allah'ın rızasına yönelik olarak verilen infaktır...
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
262- Mallarını Allah yolunda harcadıktan sonra sadakalarını başa kakmayanlar, onur kırma aracı olarak kullanmayanlar, sadakalarının mükafatını Allah katında alacaklardır. Onlar İçin korku ve üzülmek de sözkonusu olmayacaktır.
Başa kakma; çirkin, kınanmış,-seviyesiz ve aşağılık bir olgudur. İnsan, yalancı bir üstünlüğü ya da infakta bulunduğu kimseyi küçük düşürmeyi,yahut insanların dikkatini çekmeyi arzulamadıkça başa kakamaz. Başa kakma, infakta bulunurken Allah'tan ziyade insanların dikkatini celbetme görünümüdür. Bunların tümü temiz bir kalpte hareket alanı bulamadığı gibi, mümin bir kalbe de uygun düşmeyen davranışlardır. Başa kakma -bu yüzden- sadakayı, verene de alana da eziyete dönüştürür. Veren için; nefsinde büyüklük ve kibir etkisi bırakmak, kardeşini yanında küçük ve kırgın görmeyi arzulamak ve kalbini ikiyüzlülük, gösteriş ve Allah'tan uzaklaşma ile doldurma bakımından eziyettir. Alan kimseye de; nefsinde yenilgi ve kırgınlık etkisi, kin ve intikamla tepki gösterme duygusunu geliştirdiği için eziyet olmaktadır. İslâm, infakla yalnızca kötülüğe set çekmeyi, karın doyurmayı ve ihtiyaçları gidermeyi dilememiştir.

Kesinlikle... Onunla verenin nefsi için bir süs, bir arınma ve temizleme unsuru meydana getirmeyi, insanlık ve Allah'ın dini açısından kardeşi sayılan fakire karşı insanlık duygu ve bağlarını harekete geçirmeyi, Allah'ın kendisine verdiği nimetten, kibirlenmeden, israfa kaçmadan ve başa kakmadan "Allah yolunda" infak etmek suretiyle bu nimeti hatırlatmayı dilediği gibi, alan için de bir hoşnutluk ve fazilet, insanlık bakımından ve Allah'ın dini açısından kardeşi olanla arasındaki bağına bağlılık dilemekte, yardımlaşma ve dayanışma esaslarına dayanması, üzerindeki otoritenin, yaşadığı hayatın, yöneldiği merciïn ve yükümlülüklerinin birliğini hatırlatması suretiyle de toplumun tümüne kötülüğün dokunmasını engellemeyi dilemektedir. Ancak başa kakma, bunların tümünü giderir ve infakı zehir ve ateşe dönüştürür. Elden ve dilden kaynaklanan eziyetle birlikte gelmese de eziyettir, böyle bir infak... Buduygular, infakı boşa çıkarması, toplumu parçalaması, kin ve küskünlüğü yaygınlaştırması açısından da başlıbaşına eziyettir.

Günümüzde araştırmacı bazı psikologlar, iyiliğe karşı insan ruhundaki tabii tepkinin zamanla düşmanlığa dönüştüğünü ileri sürmektedirler.

Bunun nedeninin, alanın veren karşısında sürekli eziklik ve zayıflık duyması, bu duygunun gitgide ruhunda huzursuzluk meydana getirmesi, iyilik edene karşı kin ve düşmanlık besleyerek üstünlük kurmaya çalışması olduğunu belirtiyorlar. Çünkü alan kişi verenle karşılaştıkça eziklik ve zayıflığa kapılmakta, veren kimse de sürekli kendi iyiliğini düşünmesini istemektedir. İşte bu düşünce, sahibinin ızdırabını arttırmakta, sonuçta bu durum düşmanlığa dönüşmektedir.

Bunların tümü cahiliye toplumları için doğrudur. Çünkü bu toplumlarda İslâmi ruh egemen olmadığı gibi İslâm'ın kuralları da hükümran değildir. Ancak, İslâm, sorunu bir başka açıdan çözümlüyor. Sorunu; ruhlara, malın ve bunların elindeki rızkın Allah'a ait olduğunu yerleştirmekle çözümlüyor. Bu gerçek konusunda rızkın uzak-yakın sebeplerinin farkında olmayanlar ve bunların Allah'ın ihsanı olup insanların bunlara güç yetiremediğini bilmeyenlerden başkası tartışmaya girişmez. Bir buğday tanesinin yetişmesinde, güneşten toprağa, sudan havaya kadar varlık alemindeki birçok güç ve enerji kaynaklarının katkısı olmuştur. Bunların hiçbiri insanın gücü dahilinde değildir. Bir damla sudan tutunuz da elbise ipliğine kadar evrendeki herşeyi buğday tanesiyle kıyaslayabilirsiniz. Elinde malı bulunduran ondan herhangi birşey verdiğinde aslında Allah'ın malından vermiş olmaktadır. Şayet güzellikle borç verirse kuşkusuz bu, yüce Allah'ın kat kat fazlasıyla karşılığını vereceği bir borç olacaktır. Yoksun olan kişi ise, cömertçe verenin Allah'ın malından kat kat fazlasına erişmesine bir aracı ve neden olmaktan başka birşey değildir. Sonra, veren kimsenin büyüklük taslamaması, alanın da rencide olmaması için şu anda açıklamakta olduğumuz adap, bu anlamın ruhlara yerleşmesine yardımcı olması için yerleştirilmektedir; Veren de alan da Allah'ın rızkından yemektedirler. Allah'ın kendileri için belirlediği adapla mücehhez oldukları ve kendilerini bağladığı söze sadık kaldıkları sürece Allah'ın malından Allah yolunda verenlerin ecirleri Allah'ın indindedir.

"...Onlar için bir korku yoktur..." Fakirlikten, kinden ve hileden kaynaklanan bir korkuları yoktur

"...Üzülmek de sözkonusu olmayacaktır."


Dünyada infak ettikleri şeylerden dolayı ve Ahirette de varacakları `sondan ötürü üzülmezler. İnfak ve Allah yolunda harcamanın hikmetinden az önce sözünü ettiğimiz anlamı güçlendirmek ve bunu sunmaktaki amacın, ruhların eğitilmesi, kalplerin hoşnut edilmesi ve verenle alanın sevgi bağlarıyla Allah'a bağlanması olduğunun vurgulanması için aşağıdaki ayette şöyle denilmektedir:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
263- Tatlı söz ve hoşgörü, peşinden başa kakma ve onur kırma gelen sadakadan daha iyidir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O Halimdir.
Böylece, arkasından eziyet gelen sadakanın geçerli olmadığı güzel bir sözün, hoşgörülü bir duygunun çok daha iyi olduğu gerçeği yerleştirilmiş oluyor. Güzel bir söz, kalplerin yaralarını sarar, onları hoşnutluk ve güler yüzlülük duygularıyla doldurur. Bağışlama, ruhların kinlerini temizler, yerine kardeşlik ve doğruluğu yerleştirir. Bu durumda güzel bir söz ve bağışlama sadakanın birinci görevini; ruhların arındırılması ve kalplerin yakınlaştırılması görevini yerine getirmiş olmaktadır.

Sadakanın, verenin alana karşı bir üstünlük aracı olmadığını, yalnızca Allah'a verilen bir borç olduğunu belirtmek için hemen arkasından şu ayet geliyor:

"Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O Halimdir."

Onun eziyet veren sadakaya ihtiyacı yoktur. Hakimdir. Şükretmedikleri halde kullarına rızık verir. Üstelik onları cezalandırmakta ve herşeyi veren kendisi olduğu halde eziyet etmekte acele etmez. Herşeyden önce varlıklarını bahşeden O'dur. O halde kulları O'nun hilmini bilerek Allah'ın kendilerine verdiği şeylerden infak ettiklerinde karşılık alamadıkları ya da kendilerine teşekkür edilmediği zaman eziyet ve kızmakta acele etmemelidirler.

Kur'an-ı Kerim insanlara yapabildikleri oranda kendilerini O'na göre eğitmeleri için sürekli Allah'ın sıfatlarını hatırlatmaktadır. Kuşkusuz müslüman, Rabbinin sıfatlarını bilmek ve tabiatının gücü oranında payına düşen kısmını almak için eğitimle o yüce basamaklara çıkmaya çalışır.


Vicdani etkiler ulaşması gereken en son noktaya varınca mallarını Allah yolunda infak edip arkasından başa kakma ve eziyet etmeyenlere örnek olarak gelişmekte olan ve cömert hayattan bir sahne sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bu tür eziyet verici sadakadan müstağni olduğu açıklanıp, O'nun gazap ve eziyet için acele etmeksizin rızıkları verdiği belirtilmektedir. Evet, vicdani etki bunlarla hedefine varınca hitap, sadakalarını başa kakma ve eziyet etme ile boşa çıkarmamaları için iman edenlere yönelmekte ve onlara önceki sahneye uygun anlamı tablolaştıran, etkiye hareket kazandıran ve durumu hayallerde somutlaşan sahneye dönüştüren, bunların edebi tasvir yöntemi gereğince, içinde içtenlikle Allah için yapılan infak ile başa kakma ve eziyetle kirlenen infakın tabiatının tasvir edildiği bir, daha doğrusu iki harika ekim ve gelişme sahnesi sunmaktadır:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
264- Ey müminler, tıpkı Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye mallarını harcayanların yaptıkları gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve onur kırma aracı haline getirerek boşa çıkarmayın. Böylesi, sağanak halindeki bir yağmura tutulunca, çır çıplak kalan toprakla örtülü bir kayaya benzer. Bunlar yaptıkları iyilikten hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfir topluluğu doğru yola iletmez.

265- Buna karşılık mallarını Allah'ın rızasını elde etmek ve gönüllerindeki imanı pekiştirmek için harcayanların durumu da yüksekçe bir tepedeki bol yağmur alarak ürünlerini iki kat olarak veren ve bol yağmur görmediğinde de mutlaka çisinti gören verimli bir bahçe gibidir. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir.
GÖSTERİŞ ve BAŞAKAKMA

İşte bu birinci sahnedir...

Görünüm, durum ve sonuç bakımından birbirine karşıt iki manzaradan oluşan tam bir sahne... Her manzaranın resim ve gösteri sanatı açısından birbiriyle uygunluk arzeden cüzleri bulunmaktadır. Aynı şekilde bu cüzler, külli manzaranın temsil ettiği, somutlaştırıp canlandırdığı duygu ve anlamlarla da bir uyum içindedirler.

Birinci manzarada biz, katı bir kalp karşısında duruyoruz.

"Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye mallarını harcayanların yaptıkları gibi..."

Bu kalp imanın yüceliğini hissetmemekte ancak bu katılığını riya örtüsüyle kapatmaktadır. Riya ile kaplı bu kaskatı kalbi, "...toprakla örtülü bir kaya..." temsil ediyor. Nasıl ki riya, imandan yoksun kalbi örter, onun gibi hafif bir toprağın, katılığını gözlerden sakladığı bitkiden ve yumuşaklıktan yoksun bir taş.. "...Sağanak halinde bir yağmura tutulunca çırılçıplak kalır..." Şiddetli bir yağmur o hafif toprak örtüsünü giderince, hiçbir bitki yetiştirmeyen ve hiçbir meyve vermeyen kayanın katılığı ve kasaveti ortaya çıkar. Tıpkı malını insanlara gösteriş yapmak için infak edenin hiçbir iyilik, hiçbir sevap elde edememesi gibi...

Buna karşılık sahnede yeralan ikinci manzarada ise; iman ile onarılmış, sevgiyle yücelmiş, malını "Allah rızası için" ve hayırda sabitleşip, imandan kaynaklanan ve vicdanın derinliklerinde yereden güven duygusuyla infak eden bir kalp yeralmaktadır. Riya ile örtülü katı kalbi, üzerinde topraktan bir örtü bulunan kaya temsil edince, mümin kalbi de bir bahçe temsil etmektedir. Bu bahçenin toprağı, üzerinde bir avuç toprak bulunan kayaya karşılık münbit ve derincedir. Manzaradaki şekillerin uygunluk oluşturması için bir tepenin üzerindeki bahçeye karşılık, üzerinde bir avuç toprak bulunan kaya yeralmaktadır. Şiddetli bir yağmur yağdığı zaman oradaki hafif toprak örtüsünü giderdiği gibi buradaki verimli toprağı gideremez. Üstelik bu, toprağı canlandırır, verimini artırır ve yeşertir.

...Bol yağmur alarak ürünlerini iki kat olarak verir..."

Sadakanın, mümin kalbi temizleyip Allah ile olan bağlarım güçlendirdiği, malını temizlediği ve yüce Allah'ın da onun malını dilediği şekilde arttırdığı, ayrıca, müslüman cemaatin hayatının da infak ile arınıp, düzeldiği ve geliştiği gibi yağmur da bu toprağı canlandırır.
"...Bol yağmur almasa da..." Çok şiddetli olmasa da verimli bir toprak için hafif bir "..Çisinti..." hatta daha da azı yeterlidir.

Bu manzaralar karşılıklı, bölümleri uyumlu, uyum ve tavır mucizesi denecek bir yöntemle sunulan, kalbin derinliklerinde somutlaşan tablolarda temsil edilen, sezgiler ve duyguları karşıt durum ve duyumlarla birlikte tasvir eden ve şaşırtıcı bir kolaylıkla yolunu seçmesini kalbe ilham ettiren mükemmel bir sahnedir. Sahne bir yönüyle gözlere ve görmeye hitap ettiğinden ayrı zamanda görüntülerin arka-planındaki yüce Allah'ın görüş ve bilgisine döndürüyor işleri... Buyüzden şimdiki ayetin sonuç cümlesi kalpleri okşar bir üslupta geliyor:

"...Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir.":

İkinci sahne ise başa kakma ve eziyet etmenin sonucunu ve sadaka sahibinin hiçbir güç ve yardıma güç yetiremediği ve sadakanın etkisinin giderilmesine engel olamadığı bir zamanda sadakanın izlerinin nasıl silindiğini temsil etmektedir. Bu temsil, içindeki herşeyin güven ve rahattan sonra yok olduğu bu kötü sonuç için duygulandırıcı ve fakat sert bir canlandırmadır.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
266- İçinizden biri ister mi ki, altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı olsun, bağda her türlü meyve ağacı bulunsun ve hayli yaşlanmış olduğu halde bakıma muhtaç çocukları varken bu bağ ansızın esen bir samyeline tutularak yanıp kül olsun. İşte Allah, düşünürsünüz diye size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor.
Bu sadaka, kökleri ve sonuçları ile varlıklar aleminde somutlaştırılmaktadır. "...Hurma ve üzümden, altında ırmaklar akan ve her çeşit meyvesi bulunan bir bahçe..."

Bu, koyu gölgeli, bereketli ve bol meyveli bir bahçedir. Verenin, alanın ve bütün insanların hayatında kökleri ve etkileri itibarıyla sadaka da öyle... Canlıdır, gölgesi vardır. Hayır ve bereketi vardır. Gıdası ve kokusu vardır. Temizliği ve gelişmesi de...
Böyle bir bahçeye -ya da güzelliğe- sahip olmasının ardından, içinde yakıcı ateş bulunan kasırganın bahçede yaptığı tahribat gibi kim bahçesinin üzerine başa kakma ve eziyet musallat edebilir.

Hem de ne zaman?.. Onu kurtarmaktan son derece aciz olduğu, gölgesine ve nimetlerine en fazla muhtaç olduğu bir saatte...

"...Hayli yaşlanmış olduğu halde, bakıma muhtaç çocukları varken bu bağ ansızın esen bir samyeline tutularak yanıp kül olsun..." Kim ister bunu?.. Ve kim bu sonucu düşünür de ondan sakınmaz?..

"Düşünürsünüz diye Allah size ayetlerini böyle açıklar."

Ve böylece, öncelikle içindeki hoşnutluk, refah ve zevkle birlikte ruhun arındırılmasa ve güzelleştirilmesi yanında, içinde ateş bulunan kasırganın kopmasıyla canlı ve somut sahne tamamlanmış oluyor. Bu harikulâde sahne, koyu gölgeli ve bol meyveli bahçeye içinde ateş bulunan kasırganın zihinlerde tasavvura bile imkan tanımadan musallat olduğu ürpertici duyguyu canlandırıyor. Sonra, her sahnenin oluşmasında, sunuluş tarzında ve sıralanışında belli düzeyde, ince; güzel ve ayrıntıları kaçırmayan bir uyum vardır. Bu ahenk bireysel sahnelerle yetinmez, bu bölümün başlangıcından sonuna kadar gelen toplu sahnelerin tümünü kapsayacak kadar uzanır perde...

Bunların tümü uygun ortamlarda sunulur... Ziraat ortamında... Yedi başak veren bir tek tohum... Üzerinde toprak bulunan ve şiddetli yağmur isabet eden kaya... Tepe üzerinde yemişlerini iki kat arttıran bahçe... Hurma ve üzümlerden bir bahçe... Ziraat ortamını tamamlayan şiddetli yağmur, çisinti ve kasırga bile bu etkileyici sanatsal ortamdan eksik edilmiyor.

Buetkin sanatsal sunuşun ötesindeki büyük gerçek, insan ruhu ile yeryüzü toprağı arasındaki bağın gerçeği... Asıllarının ve tabiatlarının bir olduğu gerçeği... Toprakta ve insan ruhunda aynı şekilde gelişen hayat gerçeği... Ve bu hayatın, insan ruhunda ve toprakta duçar olduğu mahvoluş gerçeğidir.

Surenin akışı, adabını ve sonuçlarını açıkladıktan sonra türünü ve yöntemini açıklamak için sadakanın ilkeleri konusunda bir başka adım atarak sürüyor.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
267- Ey müminler, kazandıklarınızın temiz ve kaliteli olanları ile sizin için topraktan yetiştirdiklerimizden sadaka verin, sakın kendiniz göz yummadan almayacağınız, adi ve kalitesi bozuk şeyleri vermeye kalkışmayın. İyi bilin ki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, övülmek O'na mahsustur.
İNFAKTAKİ ÖLÇÜ

Surenin akışı içinde geçen ayetlerin ortaya çıkardığı, sadakanın dayandığı ve kaynaklandığı esaslar varlıkların en üstününe karşı cömert davranmayı, yaptığı bir alışverişte kendisine sunulduğunda değerini düşünmeden alamayacağı eski ve kötü şeyleri sunmamayı gerektirir. Yüce Allah, kötü ve iğrenç şeyleri kabul etmekten beridir.

Bu, her çağda ve her nesilden iman edenlere, ellerine geçen tüm malları kapsayan genel bir çağrıdır. Kendi elleriyle kazandıkları helâl ve iyi olan şeyleri kapsadığı gibi ziraat ya da maden ve petrol benzeri ziraat dışı Allah'ın onlar için topraktan çıkardığı herşeyi kapsar. Bu yüzden Ayet-i Kerime Resulullah döneminde bilinen ve sonraları gündeme gelecek tüm mal çeşitlerini içine almaktadır. Bütün mallara da ayetin gerektirdiği zekat düşer. Zekatın miktarına gelince, onu da o zaman bilinen mal çeşitleri üzerinde Resulullah bizzat uygulayarak açıklamıştır. Diğer bütün mal çeşitleri onlara kıyaslanır ve onlara katılır.

Bu ayetin ilk nüzul sebebi hakkında çeşitli rivayetler yapılmıştır. Kur'an'ın karşı karşıya kaldığı hayatın hakikatini ve ruhları arındırıp kendi düzeyine çıkartmak için giriştiği çabanın hakikatını gözler önüne getirmek için bu rivayetleri hatırlatmakta bir sakınca yoktur.
İbn-i Cerir, Berra b. Azib'e dayandırarak şöyle rivayet eder. Berra der ki: "Bu ayet Ensar hakkında nazil olmuştur. Ensar, hurmaları toplama zamanı geldiğinde henüz olgunlaşmamış olanları toplayıp Resulullah'ın mescidinde iki direk arasında ipe asarlardı. Muhacirlerin fakirleri de bunlardan yerdi. Onlardan biri ham hurmaların arasına caiz olduğunu sanarak çürük olanlarını da katmıştı. Bunun üzerine yüce Allah böyle yapanları kınayan şu ayeti indirdi:

"...Adi şeyleri infak etmeye kalkışmayın..."

Aynı hadisi, Hakim de Berra'dan rivayet eder ve "Buhari ve Müslim'in şartlarına göre sahih olmasına rağmen ikisi de rivayet etmemiştir"der.

İbn-i Ebu Hatem bir başka yoldan Berra'ya dayandırarak şöyle rivayet eder: "Bizim hakkımızda nazil oldu. Hepimiz hurma sahibi idik. Adam, az çok ne varsa hurmasından getirirdi. Bazısı hurma salkımlarını getirir, mescitte bir yere asardı. Ehl-i Suffe'nin yiyeceği olmazdı. Onlardan biri acıktığında gelir, bastonu ile vurur, .olgunlaşmış veya olgunlaşmamış düşen hurmayı yerdi. İyiliği arzu etmeyen birtakım kimseler de en kötü salkımları ve hatta dalından kopmuş olanları da getirip asarlardı. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu; `...Kendiniz gözkapamadan alamayacağınız adi şeyleri infak etmeye kalkışmayın.' Ardından Hz. Peygamber `Sizden biriniz hediye edildiğinde gözü kapalı olamayacağı ya da ancak utancından alabileceği şeylerin benzerini infak etmeye kalkışmasın.' Bundan sonra herbirimiz yanındakilerinin en iyisini getirirdi."

İki rivayet de birbirine yakındır. İkisi de Medine'de meydana gelmiş bir duruma işaret etmektedir. Bize, Ensar'ın harcama, hoşgörü, cömertlik ve üstünlük tarihinden çizdiği safhaya karşıt bir safha göstermektedir. Bize, bir cemaatin içinde olağanüstü örnekler olabileceği gibi, Ensar arasındaki, eğitilmeye, arınmaya ve olgunluğa yönelmesi için yönlendirilmeye muhtaç kimseler gibi başka örneklerin de olabileceğini göstermektedir. Nitekim bazısı kendilerine verildiğinde geri çevirmekten utandıkları ya da bir alışverişte gözü kapalı yani değerini tespit etmedikçe alamayacakları şeylerin benzerlerini Allah için infak etmekten nehyedilmişlerdi. Ayetin son kısmı da buna işaret etmektedir.

"...Bilin ki Allah Ganidir, Hamiddir."

İnsanların bütün verdiklerinden müstağnidir; Allah için birşey harcadıklarında, aslında kendileri için harcıyorlardır. O halde iyisinden ve de seve seve vermelidirler. Allah Hamiddir; iyilikleri kabul eder, onları över ve güzellikle karşılık verir.

Bu konuda zikredilen her iki sıfatta da, Ensar'dan oluşan o grubun kalplerini fiilen titrettiği gibi bütün kalpleri titreten duygular mevcuttur.

"Ey iman edenler, kazandığınızın iyisinden... infak edin..."

Yoksa yüce Allah, sizin sadaka olarak vermeye yönelttiğiniz kötü şeylerden müstağnidir. Üstelik Allah, infak ettiğinizde sizi iyilikle övmekle ve size hoşlanacağınız, şükredeceğiniz bir mükâfat vermektedir. Çünkü Allah, rızıkları veren, ihsanda bulunandır. Daha önce sahip olduklarınızı kendisi verdiği halde yine de iyiliklerinize övgüyle karşılık vermektedir. Hangi duygu... Hangi teşvik?.. Ve hangi eğitim bu olağanüstü üslup kadar kalplere etki edebilir?

İnfak etmekten kaçınmak ya da kötü şeyleri vermek, kötü etkenlerden, Allah'ın yanında bulunana karşı kesin inancın sarsılmasından, Allah'a bağlı, O'na dayanan ve yanında bulunan herşeyin sonuçta O'na döneceğini kavrayan ruhlarda bulunmaması gereken fakirlik korkusundan kaynaklandığından, yüce Allah'a iman edenlerin, bu etkenlerden arınmaları, nereden nefislere yer ettiğini bilmeleri için bu duyguları kalplere serpenin kim olduğunu açıklıyor. Aşağıdaki ayette bunun şeytan olduğunu bildiriyor.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
268-Şeytan fakirlikle korkutarak size cimriliği, kötülük işlemeyi emreder. Oysa Allah size kendi katından bağışlama ve bol nimet vaadeder. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.

269- O hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayırlı birşey verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlayabilirler
.
Şeytan sizi fakirlikle korkutmakta, ruhlarınıza ihtiras, cimrilik ve azgınlık duygularını serpmektedir. Yine şeytan size kötülüğü emretmektedir. Fuhuş; haddi aşan bütün günahları kapsamaktadır. Her ne kadar bilinen bir günah için kullanılıyor olsa da içerik olarak daha kapsamlıdır. Fakirlik korkusu cahiliye döneminde halkı kız çocuklarını diri diri kuma gömmeye sevkettiğinden, bir nevi fuhuştur. Servet biriktirmeye olan ihtiras, bazılarını faiz yemeye yönelttiğinden, o da fuhuştur. Allah yolunda infak etmek nedeniyle meydana gelen fakirlik korkusu zaten fuhuştur.

Şeytan, sizi fakirlikle korkutup fuhşu emrediyorsa, Allah da size kendinden bir mağfiret ve bolluk va'detmektedir.

"...Allah ise kendinden bir mağfiret ve bolluk va'detmektedir."

Ayet-i Kerimede önce mağfiret sonra bolluk zikredilmektedir. Çünkü bolluk mağfirete bir ektir. Ve O, yeryüzünde rızkın verilmesini ve Allah yolunda harcayıp infak etmenin mükâfatını kapsamaktadır.

"...Allah'ın lütfu geniştir. Ve O herşeyi bilendir."

Geniş lütfundan verir. Allah, kalplere vesvese vereni bildiği gibi vicdanda kuşku duygusunu geliştireni de bilir. Allah sadece mal vermez, mağfiret vermekle de kalmaz. Adalet ve dengeye yönelme, sebep ve sonuçları kavrama, basiret, görüş ve algılama sonucunda herşeyi yerli yerine koyma anlamına gelen "hikmet''i de verir.

"Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayırlı birşey verilmiş demektir."

Ona, adalet ve denge duygusu verilmiştir, fuhşa dalıp haddini aşmaz. Sebep ve sonuçları kavrama yeteneği verilmiştir, işlerin değerlendirmesinde sapıtmaz. Hareket ve davranışlarında kendisine doğru ve salih olana ulaştıracak aydınlık görüş yeteneği verilmiştir. Ve daha bunun gibi nice hayırlar...

"...Akıl sahiplerinden başkası düşünemez."

Akıl sahibi; düşünüp unutmayan, uyanık, gafil olmayan, ibret alıp tekrar sapıklığa dalmayandır. Aklın görevi budur. Onun görevi, hidayete ilişkin ilhamları ve kanıtları düşünmek ve bunlardan yararlanıp umursamaz ve gafil olarak yaşamamaktır.

Allah'ın, kullarından dilediğine verdiği bu hikmet, O'nun dilemesine bağlıdır. Bu, İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir; herşeyi yüce Allah'ın mutlak ve serbest iradesine bırakma... Bu arada Kur'an-ı Kerim hidayeti isteyerek gerektiği biçimde çabalayıp didinenlerin kalbine yüce Allah tarafından bundan yoksun bırakılmayacaklarına ilişkin bir başka gerçeği yerleştiriyor.

"Bizim uğrumuzda çaba sarfedenleri muhakkak yollarımıza hidayet ettiririz. Şüphesiz Allah ihsan edenlerle beraberdir."

Allah'ın hidayetine yönelen herkesin, Allah'ın bu gayretlerinin karşılığını ve nasiplerini vereceğini ayrıca onlara hikmet verip böylece birçok iyilikler bahşedeceğini bilsin ve kalpleri mutmain olsun diye bu gerçek açıkça ifade edilmektedir.

Yüce Allah'ın "Şeytan sizi fakirlikle korkutmakta ve size fuhşu emretmektedir. Allah ise kendinden bir mağfiret ve bolluk va'detmektedir. Allah'ın lütfu geniştir ve herşeyi bilendir."... "Hikmeti dilediğine verir..." sözü hakkındaki konuyu bitirmeden önce iyice anlamamız gereken bir başka gerçek daha var;

İnsanın önünde bir üçüncüsü bulunmayan iki yol vardır... Allah'ın yolu... Şeytan'ın yolu... Ya Allah'ın va'dine kulak verecek ya da Şeytan'ın... Kim Allah'ın yolunda yürümez, O'nun va'dini dinlemezse, Şeytan'ın yolunda ve O'nun va'dine uyuyordur. Gerçek olan bir tek metotdan başkası yoktur. Allah'ın koyduğu bu hayat metodu... Bunun dışındakiler şeytan için ve şeytandandır.

Bu, Allah'ın hayat için koyduğu metotdan sapanların, hiçbir şekilde hidayet ve doğruluk iddiasında bulunmalarına delil bırakmamak için Kur'an'ın yerleştirdiği, sıksık tekrarladığı ve bütün te'kid yöntemlerini kullanarak belirlediği bir gerçektir. Ortada bir şüphe ya da bulanıklık sözkonusu değildir. Allah, ya da Şeytan... Ya Allah'ın metodu ya da Şeytan'ın metodu... Ya Allah'ın yolu ya da Şeytan'ın yolu... Dileyen dilediğini seçsin...
AYET-İ KERiME
"Bundan sonra, helak olan bile bile helak olsun. Yaşayan da bir kanıttan dolayı yaşasın..."·(Enfal Suresi, 42)·

Ne bir şüphe, ne kapalılık, ne de bulanıklık... Ancak, hidayet veya sapıklık... Hakk birdir, birçok değil... Hakktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?.. (Yunus Suresi, 32)
Bundan sonra surenin akışı ile birlikte sadaka konusuna dönüyoruz. Sadaka olsun, adak olsun, gizli-açık olsun, yüce Allah infak edenin ne infak ettiğini çok iyi bilmektedir. İşlenen amelin ötesindeki niyete göre mükâfatını vermek bu bilgisinin gereğidir.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
270- Verdiğiniz her nafakayı, adadığınız her adağı kuşku yok ki, Allah bilir. Zalimler için bir yardımcı yoktur.

271- Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu güzeldir. Şayet onları kimse görmeden fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve bu, birkısım günahlarınızın silinmesine vesile olur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Nafaka, kişinin malından çıkardığı sair hayırları da kapsar. Zekat, sadaka ve gönüllü olarak cihad için sarf edilen mallar gibi. Adak ise infak türlerinden olup infak edenin belli bir miktar belirterek, üzerine vacip kıldığı bir ibadettir. Adak, yalnızca Allah için, O'nun uğruna ve O'nun yoluna adanır. Cahili değişik çağlarda müşriklerin tanrıları ve putları için kestiği kurbanlar gibi O'nun kullarından falancası için adak adamak şirk türlerinden biridir.

"Verdiğiniz her nafakayı, adadığınız her adağı kuşku yok ki, Allah bilir."

Müminin, niyetinin, vicdanın, hareket ve davranışlarının yüce Allah'ın gözetimi altında olduğunu düşünmesi; ona riya ve gösteriş yerine takva, cimrilik yerine cömertlik, fakirlik korkusu karşısında kurtuluş, mükafata güvenme, Allah'ın mükafatına bağlılık, Allah'ın verdiği şeylerden hoşnut olmak, huzur duymak ve Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği şeylerden infak ederek şükrünü ifa etmek gibi birçok duyguları bahşeder.

Nimetin hakkını vermeyen, Allah'ın ve kulların hakkını vermeyen ve Allah kendisine verdikten sonra iyilik yapmaktan kaçınan kişiye gelince, O zalimdir. Sözüne zulmetmiştir... İnsanlara zulmetmiştir... Kendisine zulmetmiştir.

"Zalimler için bir yardımcı yoktur."

Sözünü tutmak adalettir, dürüstlüktür. İyiliğe engel olmak ise zulümdür, despotluktur. Bu konuda insanlar, kendisine nimet verildiğinde ahdini yerine getirip şükreden, Allah'a verdikleri sözü tutan adil kimseler; bir de hakka itaat etmeyen ve şükrünü yerine getirmeyen zalim ve Allah'a verdikleri söze ihanet edenler olmak üzere iki gruba ayrılırlar. "Zalimler için bir yardımcı yoktur." Sadaka, içten gelerek ve gizlice verildiğinde bu, en güzel verme biçimi olduğu gibi Allah'a da daha sevimli gelir. Gösteriş ve riya kirinden arınmak için böylesi daha iyidir. Ancak, bir farzı yerine getirmek de sözkonusu olduğundan açıkça verildiğinde müslümanların emirlere itaat ettiği, farzları yerine getirdiği sonucu çıkacağı için bu davranış da iyidir. Bunun için Ayet-i Kerime "Eğer sadakaları açıktan verirseniz güzeldir bu. Şayet onları kimse görmeden fakirle~: verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." demektedir.

Ayet-i Kerime her iki duruma da şamildir. Her duruma uygun uygulamayı da belirtiyor. Yerine göre bunu, yerine göre onu övüyor. Bunun ve onun sonucunda müminlere günahlarının giderileceğini va'dediyor:

"Günahlarınızdan bir kısmı silinir..."

Ayet-i Kerime bir yandan kalplerinde takva ve arınma duygusunu harekete geçiriyor, diğer taraftan güven ve huzur havası estiriyor. Sonuçta hér durumda kalpleri niyetiyle, ameliyle Allah'a bağlıyor.

"...Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

Aşağıdaki iki sorunu kavrayabilmemiz için, infak konusunun bu kadar uzatılmasını, bu konu anlatılırken bunca teşvik ve tehdit yöntemlerinin kullanılmasını iyice düşünmek gerekir.

Birincisi, İslâm'ın beşer ruhunun takatinin ve onun derinliklerinde gizli mal tutkunluğunun, bu ihtirasın üstüne çıkması, bu tutkunluktan kurtulması ve Allah'ın bütün insanlık için dilediği üstün seviyeye yükselmesi için kesintisiz harekete geçirilmeye ve sürekli coşturulmaya olan ihtiyacını görmesidir.

İkincisi, eli açıklığı ve cömertlikle ün salmış Arap toplumunda Kur'an-ı Kerim'in böylesi bir tabiata sahip kimselerle karşılaşmasıdır.. Çünkü Arapların sehavet ve cömertlikleri; hatırlanma, nam, insanların övgüsü, çadır ve obalarda dilden dile nakledilme amacına yönelikti. Dolayısıyla İslâm'ın onlara, bu tür beklentiler olmadan, bunların tümünden soyutlanmış olarak insanlar için değil sırf Allah için sadaka vermeyi öğretmesi kolay olmamıştı. Sorun, uzun vadeli bir eğitimi, çok çalışmayı; yücelmek, soyutlanmak ve kurtulmak için kesintisiz bir çağrıyı gerektiriyordu. Öyle de olmuştu...

Bu yüzden sürenin akışının müminlere hitap ederken, aniden Resulullah'a yönelmesi, İslâmi düşüncenin kuralları üzerine bina edilmesinde ve İslâmi hayat tarzının yolunda istikamet bulmasında derin etkileri bulunan birtakım büyük hakikatlerin yerleşmesi amacına yöneliktir.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
272- Onları doğru yola getirmek sana düşmez, ancak Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır amacıyla ne infak ederseniz bu kendiniz içindir. Zaten siz sırf Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamanın karşılığı sizeeksiksiz olarak verilir, kesinlikle size haksızlık yapılmaz.

İbn-i Ebu Hatem, İbn-i Abbas'a dayandırarak şöyle rivayet eder: "Resulullah `onları doğru yola getirmek sana düşmez..ayeti nazil olana kadar müslümanlardan başka kimseye sadaka vermemeyi emretmişti.

Bu ayetin nüzulünden sonra hangi dinden olursa olsun muhtaç olan herkese verilmesini emretti."

Şüphesiz, kalplerin hidayet ve sapıklığı, Allah'ın kullarının sorumluluk alanına girmez. Bu kişi Allah'ın Resulü de olsa durum değişmez. Çünkü bu, yüce Allah ile o kişi arasında bir sorundur. Kalpleri yaratan Allah'tır. O'ndan başkası hükmedemez, dilediği gibi tasarrufta bulunamaz ve kimsenin kalpleri üzerinde egemenliği sözkonusu olamaz. Peygambere düşen yalnızca tebliğdir, hidayet ise Allah'ın elindedir. Onu da çalışıp hidayeti hak edenlerden dilediğine verir. Bu konunun insanların yetki alanından çıkarılması, hidayet istediğinde yalnızca Allah'a yönelmesi ve hidayet kanıtlarını sırf Allah'tan edinmesi için müslümanın duygularında yeretmesi kaçınılmaz olan bir gerçeği yerleştirmekte, ayrıca sapıkların muhtemel inatları karşısında dava adamına bir genişlik bahşetmekte, davet ettiğinde onlardan dolayı sıkıntı hissetmemesini, onlara acımasını ve kalplerdekileri en iyi bilen Allah'ın inançsızların kalbine de hidayet yerleştirmesi ve kendilerini bu davada başarıya ulaştırması için O'nun iznini beklemesini sağlar.

"Onları doğru yola getirmek sana düşmez, ancak Allah, dilediğini doğru yola iletir."

O halde onlara karşı gönlünü geniş tut, hoşgörülü ol, senden bekledikleri sürece iyilik saç, yardımda bulun. Bundan sonrası Allah'a kalmıştır. Ve infak edenlerin mükâfatı Allah katındandır.

Burada İslâm'ın müslüman kalpleri yükselttiği ve bundan hoşnut kıldığı parlak hoşgörü ortamının bazı üstün ufuklarını görüyoruz. Kuskusuz İslâm yalnızca dinî özgürlük ilkesini yerleştirmekle kalmaz ve sadece dinde zorlamayı yasaklamakla yetinmez; bunlardan çok daha geniş boyutlusunu yerleştirir vicdanlara... Yüce Allah'ın direktiflerinden kaynaklanan insani hoşgörü ilkesini yerleştirmekte ve müslüman kitle ile savaş halinde olmadıkları sürece, inançlarına bakılmaksızın bütün ihtiyaç sahiplerinin müslümanlardan yardım ve destek görme hakkını da teminat altına almaktadır. Ayrıca infak, sırf Allah rızası için olduğu sürç infak edenlerin sevabının Allah katında saklı olduğunu bildirmektedir. Bu ancak, İslâm'ın gerçekleştirebildiği ve sadece müslümanların hakikatını kavradığı bir hamledir insanlık için...

"...Hayır amacıyla ne infak ederseniz, hu kendiniz içindir. Zaten siz sırf Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamanın karşılığı size eksiksiz olarak verilir, kesinlikle size haksızlık yapılmaz."

İnfak eden müminlerin durumuyla ilgili Ayet-i Kerimede geçen şu kısacık değinmenin özünü kavramadan geçmememiz yerinde olur:

"Zaten siz sırf Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz."

Kuşkusuz bu yalnızca müminlerin özelliğidir, başkasının değil... Çünkü O, Allah'ın rızası dışında bir amaç için infak etmez. Hevası için infak etmediği gibi bir menfaat için de infak etmez. İnfak ederken bir de insanlar ne diyor diye dönüp bakmaz. İnsanların sırtına binmek, onlara üstünlük kurmak ve kibirlenmek için infak etmez. Otorite sahiplerinin hoşlanmaları ya da kendisini ödüllendirmeleri için de infak etmez. Allah'ın rızası dışında hiçbir amaç için infak etmez. Tamamen Allah için ve herşeyden soyutlanarak... Bu yüzden yüce Allah'ın sadakasını kabul etmesinden, malını bereketlendirmesinden, sevabı ve bağışından, Allah'ın kullarına yaptığı iyilik ve ihsana karşılık Allah'ın iyilik ve ihsanından emindir. Verdiklerinden dolayı, daha yeryüzündeyken yücelir, arınır, temizlenir. Ahirette göreceği mükâfat ise en büyük kurtuluş, en yüce mevkidir.

Sonra Ayet-i Kerime sadakanın dağıtılacağı yerlerden birini zikretmeye ve müminlerden bir grubun durumunu; yardımına ihtiyacı olduğu halde durumunu söylemekten kaçınan, kalplerindeki güzellikten dolayı ihtiyacını gidermesi için kimseye yanaşmayan ruhları anlamaya sevkeden incelik, tokgözlülük, üstünlük ve güzellik dolu bir tablo, duyguları coşturacak biçimde sunuluyor:
 
Üst Alt