BAKARA Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
273- Kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden yeryüzünde (dünyalık için) koşmaya fırsat bulamayan ve hayaları yüzünden. tanımayan!ar tarafından varlıklı sanılan fakirlere yardım edin. .Sen onları yüz ifadelerinden tanırsın. Yüzsüzlük edip hiç kimseden birşey istemezler. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamayı kuşku yok ki Allah bilir.
Bu duygulandırıcı vasıflar, kendileri dışında, düşmanlardan hiç kimsenin yaklaşmaması için Resulullah'ın evlerini korumak amacıyla Mescid-i Nebevi'de kalan, bu arada Allah yolunda cihad etmeye kendilerini adayan ve ticaret ve kazanç için imkan bulamayan, buna rağmen insanlardan hiçbir şey istemeyen, ihtiyaçlarını açıklamaya onurları elvermeyecek kadar güzel davranan, bu yüzden durumlarını bilmeyenlerin varlıklı sandığı ve gerçek durumlarını da feraset sahiplerinden başka kimsenin bilmediği Ehl-i Suffa gibi, mallarını ve ailelerini Mekke'de bırakıp, Medine'de oturarak kendilerini Allah yolunda cihad etmeye ve O'nun Resulünü korumaya adayan muhacirlerden bir topluluğun durumunu yansıtmaktadır.

Ancak ayetin kapsamı geneldir, onların dışında her çağda aynı durumda olabilecek herkese şamildir. Şartların kendilerini engellediği, çalışmaktan alıkoyduğu, onurlarının yardım istemelerine engel olduğu, buna rağmen ihtiyaçlarını açıklamaktan kaçınmaları yüzünden durumlarını bilmeyenlerin, tokgözlülüklerinden dolayı zengin sandığı, ancak, derin duygu ve açık basiret sahiplerinin bu rahat görüntünün ardındaki gerçek durumu kavradığı ve onlar utançlarından her ne kadar gizleseler de ruhsal durumları yüzlerinden okunan saygıdeğer fakirlerin durumuna uygun düşmektedir.

Bu, şu kısacık ayetin o saygın örnek için çizdiği derin duygular uyandıran ve başarıyla çizilmiş adeta canlı bir tablodur. Her bir kelime nerdeyse bir fırçanın dokunması gibi, çizgileri ve imgeleri çizmekte, duygu ve infialleri somutlaştırmaktadır. İnsan, daha okuması tamamlanmamışken, bu yüzleri ve kişilikleri görür gibi oluyor. Kur'an'ın insan tiplerini çizerken uyguladığı gibi bu yöntem, adeta canlı ve hareketliymiş gibi sunmaktadır manzaraları...

Avret yerlerini gizler gibi ihtiyaçlarını saklayan bu saygıdeğer fakirlere, haysiyetlerini zedelemeden, onurlarını kırmadan ve ancak gizlice yardım edilmelidir. Bu yüzden Ayet-i Kerime, sadakayı verenlerin, yüce Allah'ın verdikleri sözleri bildiğine ve mükafatlarını vereceğine güvenlerini sağladıktan sonra sadakanın gizlenmesini ve saklayarak verilmesini ilham ettiren bir tarzda sürüyor:

"...Yaptığınız her hayır amaçlı harcamayı kuşku yok ki, Allah bilir."


Gizli olan şeyleri yalnızca Allah bilir ve iyilik onun yanında kaybolmaz. Sadakanın ilkelerinin açıklandığı bu kısım, her çeşit yardımı ve Allah için harcayan herkesi kapsayan genel bir hükümle son buluyor:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
274- Mallarını gece-gündüz, gizli-açık Allah yolunda harcayanların mükâfatı Allah katında verilecektir. Onlar için bir korku sözkonusu değildir ve onlar üzülmezler de.
Konuyu noktalayan şu Ayet- Kerimenin gerek başında gerekse sonunda, bütün ayetler arasındaki uygunluk ve kapsayıcılıkla uyuşan bir düzen göze çarpmaktadır. Bu son, kapsamlı ve kısa dokunuşlar..

"Mallarını... infak edenler..." Bu şekilde genel ve bütün mal çeşitlerini kapsar bïçimde...

"...Gece-gündüz, gizli-açık..." Bütün zamanları ve her durumu kapsamak içindir.

"...Mükafatları Rabbleri katındadır..." Bu şekilde kesin, malın artması, ömrün bereketlenmesi, Ahiret mükâfatı ve Allah'ın hoşnutluğu, hepsi bunun içindedir.

"Onlar için bir korku sözkonusu değildir ve onlar üzülmez de." Gerek dünyada gerekse Ahirette korkutucu hiçbir şeyden korkmadıkları gibi üzücü hiçbir şeyden dolay da üzülmezler.

Sarsılmaz ilkenin sonunda gelen bu uyum, işaret edilen kapsayıcılığı ve genelliği ilham ettirmektedir.

Sonra İslâm, mensuplarının hayatını sadaka ve infak gibi "vermek" üzerine kurmaz. İslâm düzeni tamamen, gücü yeten herkesin kolayca iş bulması ve rızkını temin etmesi ile çalışma ve ücret arasındaki dağılımı hak ve adalet ilkesine dayandırarak servetin, mensupları arasında güzelce paylaşılması esasına dayanmaktadır. Ancak sebeplere uymayan bazı istisnai durumlar sözkonusu olmaktadır. Bunları da sadaka ile çözümler. Bir kere Allah'ın şeriatım eksiksiz uygulayan müslüman devletin topladığı, sadece kendisinin toplamaya hak sahibi olduğu ve müslüman devletin maliyesinin gelir kaynaklarının en önemlisi olan malı farzlar, ikinci olarak da daha önce değindiğimiz adabına uygun bir şekilde ve bu Ayet-i Kerimenin açık bir örneğini tavsif ettiği, alanların iffetini koruyarak gücü yetenlerin hiçbir sınırlama getirilmeksizin doğrudan ihtiyaç sahiplerine verdiği gönüllü sadakalar şeklinde çözümler.

(İslâm, mensuplarının ruhlarında tokgözlülük duygusunu o kadar geliştirir ki onlardan biri hayatını sürdürmek için yeterli miktarın çok altında birşeye sahip olduğu halde gene de istemeyi onuruna yedirmez.)

Buhari, kendi isnadıyla Ata b. Yessar ve Abdurrahman b. Ebi Umre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini işittik: "Resulullah; `Yoksul, bir iki hurma ya da bir iki lokma verilen kimse değildir. Yoksul, iffetli olandır. Dilerseniz yüce Allah'ın `yüzsüzlük edip hiç kimseden birşey istemezler..ayetinin kasdettiğini okuyun' buyurdu."

İmam Ahmet; "Bize Ebubekir Hanefi, O'na da Abdülhamid b. Cafer babasından, O'na da Müzeyne kabilesinden bir kişi annesinden şöyle anlattı" der; "Annem bana `insanların istediği gibi gidip Resulullah'tan istesen olmaz mı?' dedi. O'ndan istemek üzere gittiğimde O'nu ayakta hitap ederken buldum. Şöyle diyordu: `Kim onurlu olmak isterse Allah onu onurlu kılar, kim kendini, istemekten müstağni kılarsa Allah onu zengin kılar. Beş okka değerinde birşeyi olduğu halde insanlardan isteyen yüzsüzlük etmiş olur.' Bunun üzerine kendi kendime `Benim bir devem var ki beş okkadan fazla eder. Oğlumun da bir devesi var, o da beş okkadan fazla eder' dedim ve O'ndan hiçbir şey istemeden geri döndüm."

Hafız Taberani kendi isnadıyla Muhammed b. Sirin'den şöyle rivayet eder: "Kureyş kabilesinden olup Şam'da oturan Haris'e, Ebu Zer'in muhtaç durumda olduğu haberi gelmişti. O da Ebu Zer'e üçyüz dinar gönderdi. Ebu Zer; `Benden daha sıkıntıda olan bir Allah'ın kulunu bulamadın mı? Resulullah'ın; kırk dinarı olduğu halde, isteyen yüzsüzlük etmiş olur buyurduğunu işittim. Halbuki Ebu Zer'in kırk dirhemi var... Bir koyun ve iki hizmetçi var..."

İslâm, hükümleri, direktifleri ve kanunlarında hiçbir parçanın ve ayrıntının gözden kaçırılmadığı bir bütün olarak hareket eden mükemmel bir düzendir. O, düzenini bunların aynı anda işlemesi için koyar, böylece olgunlaşır ve aralarında uyum sağlar.

Beşeriyetin bütün yeryüzü toplumlarında bir benzerini göremediği o eşsiz toplumu böyle kurmuştu İslâm...

FAİZ DÜZENİ

Geçen bölümde ilkeleri sunulan sadakanın karşısında yeralan bir diğer uygulama da çirkin ve asık suratlı faiz uygulamasıdır. Sadaka vermek; hoşgörü, arınma, temizlik, yardımlaşma ve dayanışmadır. Faiz ise; cimrilik, murdarlık, kirlilik, bencillik ve bireyselliktir.

Sadaka; malın geri gelmesini beklemeksizin karşılıksız yapılan yardımdır. Faiz ise borcun yanında, borçlunun emeğinden veya etinden koparılan haram bir fazlalıktır. Borçlanan kişi malı çalıştırıp kâr etmişse bu onun çalışmasının ve emeğinin karşılığıdır, dolayısıyla alınan faiz onun emeğinden koparılmış demektir. Veya kâr etmeyip zarar etmişse ya da malı kendisi ve ailesinin nafakası için almış dolayısıyla o maldan bir kâr edememişse bu durumda alınan faiz onun etinden koparılmış demektir. İşte bu yüzden faiz, sadakanın karşıtı çirkin ve asık suratlı bir uygulama olarak beliriyor.
Bunun için Ayet-i Kerime iyi, hoşgörülü, temiz, güzel ve sevimli uygulamadan hemen sonra içindeki pislik ve çirkinliği, insan kalbini katılaştırmasını, toplumda kötülük yapmasını, yeryüzünde bozgunculuğa neden olmasını, dolayısıyla kulların helâk olmasını ortaya çıkaran nefret ettirici bir tarzda sunuyor.

İslâm, cahiliye geleneklerinden hiçbirini geçersiz kılmak için faizi kaldırmak kadar uğraşmamış, hiçbir konuda bu ayette ve başka yerlerde geçen ayetlerde görüldüğü gibi faiz konusundaki kadar tehditkâr bir üslup kullanmamıştır. Bunun hikmetini kuşkusuz yüce Allah bilir. Cahiliyede faiz, birtakım fesat ve kötülüklerin kaynağı olmuştu. Ancak faizin bu asık yüzünden kaynaklanan pislikler ve çirkinlikler günümüz modern dünyasında olduğu kadar bütünüyle ortaya çıkmadıkları gibi bugünkü çağdaş toplumda belirdiği gibi bu kanlı yüzde bu denli sivilce ve çıban da görülmemişti. Bu çirkin düzen hakkında okuduğumuz Ayet-i Kerimede beliren korkutucu hamlenin hikmeti ilk cahiliyeden çok, günümüz cahiliyesinde insan hayatında meydana gelen korkunç olayların ışığında anlaşılmaktadır. Allah'ın hikmetini, bu dinin yüceliğini, bu metodun mükemmelliğini ve bu düzenin titizliğini düşünmek isteyen herkes bunların tümünü, ilk defa bu ayetlerle yüzyüze gelenlerden fazlasıyla kavrayabilirler. Çünkü bütün söylenenleri bizzat doğrulayan dünyanın pratiği gözler önündedir. Faiz yiyen ve faize dayanan sapık beşeri faiz düzeni insan ahlâkında, dininde, sağlığında ve ekonomisinde meydana getirdiği yıkım sonucu, helâk edici ve mahvedici belaya duçar olmuştur. Fert, toplum, ulus ve kavimce, sonuçta öç ve azap gördükleri yüce Allah'la gerçek bir savaşa tutuşmuşlardır. Ancak yine de ibret alıp bu durumdan kurtulmazlar.

Surenin akışı, geçen bölümde sadakanın prensiplerini sunarken, kötü, kınanmış ve verimsiz faizcilik temeline dayanan düzenin karşısında yeralan, yüce Allah'ın müslüman toplumun dayanmasını istediği ve bütün beşeriyetin ondaki rahmetten yararlanmasını dilediği toplumsal ve ekonomik düzenin kurallarından birini de sunmaktadır.

Gerçekte yeryüzünde iki düzen vardır. Düşüncede buluşmayan, temelde birleşmeyen ve sonuçta uyuşmayan İslâm ile faiz düzeni... Bunlardan herbiri hayat, hedefler ve gayeler hakkında diğeri ile tamamen çelişen bir düşünce sistemine dayanmakta ve insan hayatında diğerinden tamamen ayrı sonuç meydana getirmektedir. Bu korkutucu hamlenin ve bu ürpertici tehdidin sebebi budur.

İslâm, ekonomik düzenini, bütün hayat düzenini olduğu gibi varlık aleminde yürürlükte olan hakkı temsil eden belli bir düşünceye ve bu evreni, şu yeryüzünü ve insanı yaratanın, kısacası her varlığa varlığını bağışlayanın yüce Allah olduğu esasına dayandırmaktadır.

Herşeyi vareden olması hasebiyle herşeyin maliki olan yüce Allah, insan cinsini yeryüzünde halifesi kılmış, ondan aldığı bir söze ve şarta bağlı olarak, onu rızık, kuvvet, güç ve enerji kaynakları bahşettiği yeryüzüne yerleştirmiştir. Ancak bu geniş mülkü içinde dilediğini dilediği gibi yapacak şekilde başıboş bırakmamıştır. Onu açık sunuşlar dahilinde Allah'ın metodu ve yalnızca O'nun şeriatına bağlı kalmak şartıyla halife tayin etmiştir.

Kendisinden sadır olan akitler, işler, davranışlar, ahlâk ve ibadetler bu anlaşmaya uygun olduğu sürece doğru ve geçerli olurlar. Bu anlaşmanın şartlarına uymayan herşey batıl ve geçersizdir. Bunu güç ve zor kullanarak yürürlüğe koymak isterse bu durumda ne Allah'ın ne de Allah'a iman edenlerin kabul etmeyeceği bir zulüm ve azgınlık sergilemiş olur. Bütün evrende olduğu gibi yeryüzünde de hakimiyet yalnız ve yalnız Allah'ındır.

Yöneten ve yönetileni ile bütün insanlar O'nun şeriatını ve metodunu uygulama yetkisini O'ndan alırlar. Hiç kimse bunun dışına çıkamaz. Çünkü onlar, yeryüzünde bir şart ve sözleşme gereğince halife kılınmış vekillerdir; ellerindeki rızıkların yaratıcı sahipleri değil...

Bu sözleşmenin maddelerinden biri de, bazısının bazısına dost olması için Allah'a iman edenlerin arasında yardımlaşmanın oluşması ve Allah'ın verdiği rızıktan bu yardımlaşma uyarınca yararlanmasıdır. Ancak, Marksistlerin dediği gibi mutlak ortaklık anlamında değil; sınırlı, ferdi mülkiyet esasına göre yüce Allah'ın geniş lütfundan yararlandırdığı kişinin bu genişlikten rızkını temin etmesi kadar başkasını yararlandırması anlamında... Bununla beraber, daha önce belirttiğimiz gibi hiç kimsenin, gücü yettiği halde kardeşine veya topluma yük olmaması için herkesin gücü ve yeteneğine göre yüce Allah'ın müyesser kıldığı oranda çalışması zorunludur. Bunun için zekat, miktarı belli bir farz kılındığı halde, sadaka, hiçbir sınırlama getirilmeden isteğe bırakılmıştır.

Ayrıca, iman edenlerin davranışlarında denge ve itidal gözetmeleri, gerek Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan infak ederken, gerekse kendilerine helâl kılınan güzel şeylerden yararlanırken israf ve savurganlığa kaçmamaları şart koşulmaktadır. Böylece tüketim ihtiyaçları denge unsuruyla sınırlandırılmış, geri kalan fazlalık ise zekat farizası ve isteğe bağlı sadakaya bırakılmış olur. Bunun için müminlerden, özellikle mallarını arttırıp çoğaltmaları istenmektedir.

Aynı zamanda mallarını arttırırken başkalarına zarar vermeyecek araçlara başvurup malın akışına engel olmamaları, kullar arasında rızkın dolaşımını ve
AYET-İ KERiME
"Sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir imtiyaz olmaması için`.." (Haşr Suresi, 7)
malın her tarafa yaygınlaşmasını aksatmamaları da şart koşulmaktadır.

İslâm, niyet ve amelde temizliği, araç ve amaçlarda nezafeti gerekli kılarken, bireyin vicdanını ve ahlâkını, toplumun da hayatını ve varlığını rencide etmeyecek kazanç yollarına başvurmaları için malın artmasına da bir kayıt koymaktadır.

İslâm bütün bunları, evrenin pratiğindeki gerçeği temsil eden düşünce ile halife kılınmış insanın şu geniş mülkteki tüm uygulamalarına egemen, istihfal (halife kılınma) sözleşmesi esasına dayandırmaktadır.

Bu yüzden faiz, öncelikle mutlak imani düşüncenin kurallarıyla çatışan ve içinde Allah'ın şeriatı gözetilmeyen, başka bir düşünce sistemine dayanan bir düzendir. Bunun için faiz düzeninde yüce Allah'ın beşer hayatının dayanmasını istediği ilkelere, amaçlara ve ahlâk kurallarına uyma sözkonusu değildir.

Öncelikle bu düzen, Allah'ın iradesiyle beşer hayatı arasında hiçbir ilişki olmadığı, herşeyden önce insanın yeryüzünün efendisi olduğu, Allah tarafından bir sözleşmeye bağlı olmadığı gibi onun buyruklarına da uyması gerekmediği esasına dayanmaktadır.

Sonra birey, malı elde etmek için dilediği araca ve malını geliştirmek için dilediği yola başvurmakta özgür olduğu gibi malından dilediği gibi yararlanmakta da özgürdür. Bu konularda ne Allah'tan bir sözleşme veya şarta uymak zorundadır ne de başkalarının yararı onu sınırlandırabilir. Bunun için, yapabildiği kadar kasasına ve servetine eklemede bulunduktan sonra, milyonlar ezilmiş, önemli değildir. Kuşkusuz, bazan insanların koyduğu kanunlar kâr hırsını sınırlandırmak ve hile, makam, gasp, talan, aldatma ve zarar vermeyi engellemek gibi bu özgürlüğe sınırlı oranda müdahale ederler. Ancak bu müdahale daha çok insanların nefislerinin uyuştuğu ve hevalarının sevkettiği sonuca yönelik olur, yoksa ilahi bir otoritenin koyduğu değişmez prensiple herhangi bir ilişkisi sözkonusu değildir.

Ayrıca bu düzen, insan varlığının tek gayesinin ne suretle olursa olsun ma' kazanmak ve dilediği gibi maldan yararlanmak olduğuna ilişkin hatalı ve ifsat edici bir düşünceye dayanmaktadır. Bu yüzden insan, mal biriktirmek ve ondan yararlanmak hususunda azgınlaşır ve yoluna konulan tüm prensipleri ve başkalarının menfaatlerini çiğner geçer.

Sonuçta beşeriyeti yokluğa sürükleyen bir düzen oluşmakta, bir avuç faizcinin menfaati uğruna, fert, toplum, devlet ve halkların hayatında bedbahtlık egemen olmakta, ahlâki, ruhsal ve sinirsel çöküntü baş göstermekte ve malın el değiştirmesi ile beşeri ekonominin normal gelişmesi bozulmaya yüz tutmaktadır. Sonunda modern çağda olduğu gibi, beşeriyet üzerindeki gerçek otorite ve pratik nüfuz, Allah'ın yarattıklarının en alçağı, en kötüsü, insanlar arasında hiçbir dostluğa ve sözleşmeye itibar etmeyen küçük bir azınlığın elinde toplanır. Bunlar, insanları, fert fert olduğu kadar -ülke içinde ve dışında- hükümetler ve halkları düzeyinde de borçlandırırlar. Böylece hiçbir çaba sarf etmeden, faiz kârıyla bütün insanların çalışmalarının karşılığını, emeklerini, alın terlerini ve kanlarını sömürürler.

Bunlar, sadece mala hükmetmezler, bu arada otoriteyi de ellerinde bulundururlar. Her ne kadar belli i:keleri, ahlâk kuralları ve mutlak anlamda dini veya ahlâki bir düşünceleri olmasa da, dinler, ahlâk kuralları, idealler ve ilkelerle alay ettikleri için daha fazla sömürmelerini sağlayan sistem, düşünce ve yasaları koymak için bu korkunç otoriteyi kullanarak ihtiraslarını dindirmek ve kötü emellerine ulaşmaktan geri kalmazlar. Bunun için de en yakın araç; insanların ahlâken çökertilmesi ve kurulmuş tuzaklara ve şebekelere kaptırmak suretiyle birçoklarının sahip oldukları son parayı da harcadıkları zevk ve şehvetlerden oluşan kokuşmuş bataklığa düşürülmesidir. Bunu da dünya ekonomi piyasasına kendi sınırlı menfaatleri doğrultusunda hükmederek yürütürler. Her ne zaman bu durum, dünya ekonomisinde konjöktürel krizlere yol açarsa ve bütün insanların ortak yararları olan sanayi ve ekonomik ürünlerde bozulmaya sebep olsa, sorun, uluslararası servetin iplerini ellerinde bulunduran faizci para babalarının yararına göre çözümlenir.

Modern çağda beliren en büyük felaket; -ki cahiliye döneminde bu kadar çirkin bir konumda değildi- eskiden bankerler, borsalar günümüzde de çağdaş bankaların kurumları şahsında temsil edilen faizcilerin, ellerindeki uluslararası baskı gereçlerinin içinde ve dışında gizli bulunan korkunç otorite ve sahip oldukları gazete, kitap, üniversiteler, hocalar, yayın araçları, sinema filmleri gibi propaganda ve reklam araçları vasıtası ile faiz düzeninin gölgesinde faizcilerin, kemiklerini ve etlerini yediği, alın terlerini ve kanlarını emdiği fakir halk yığınları arasında faizin tabii ve akla uygun olduğu, ekonomik büyüme için kendisinden başka esas bulunmayan en doğru esas olduğu ve batıdaki uygarlık alanındaki bu ilerlemenin, bu düzenin iyiliği ve bereketiyle olduğuna ilişkin zehirli, pis fikirlerin genel bir kabul görmesidir. Buna göre, bu düzenin ortadan kalkmasını isteyenler, gerçeklerle ilgisi bulunmayan ütopyacılardır. Bunlar bu görüşleriyle pratikte hiçbir değeri bulunmayan soyut, ahlâki teorilere ve ütopik ideallere dayanmaktadırlar. Şayet müdahale etmelerine müsamaha edilecek olursa ekonomik düzen altüst olacaktır! Bunun için faiz düzenini eleştirenler,gerçekte bu düzenin kurbanı, zavallı halk yığınları tarafından alaya alınırlar. Bu kurbanların durumu olağandışı bir akımın meydana gelmesiyle uluslararası faizcilerin sinirlerinin gerilmesine neden olan dünya ekonomisinin durumu gibidir. Bir avuç kurdun yoluna dikilecek her örgütlü ekonomik hareket bu faizcilerin karşı çıkmalarına sebep olur. Ve giderek, insanlığın yararına olan bu hareket onlar tarafından da dışlanır.

Faiz düzeni ekonomi açısından da kusurlu bir düzendir. Kötülükleri; bizzat onun gölgesinde büyüyen, akıllarını ve kültürlerini, kültür, düşünce ve ahlâkın tüm alanlarına zehir saçan bu düzenden beslenen Batılı bazı ekonomi uzmanlarının dikkatini çekecek boyutlara ulaşmıştır. Salt ekonomik açıdan bile bu düzeni kusurlu bulanların başında Alman Raich bankasının eski müdürü Dr. Schacht gelmektedir. 1953 yılında Şam'da verdiği bir konferansta; "Sonsuz bir matematiksel işlem olarak yeryüzündeki bütün malların çok az sayıdaki faizcinin elinde toplandığı bir gerçektir. Çünkü borçlanan kâr da etse, zarar da etse borç veren faizci, bütün işlemlerde kâr etmektedir. Bu nedenle, sonuçta, matematiksel bir işlem olarak bütün malların sürekli kâr edene dönmesi kaçınılmazdır." diyordu.

Bu kuram gerçekleşmek üzeredir. Çünkü yeryüzündeki malların büyük çoğunluğuna gerçek anlamda birkaç bin kişi sahip bulunmaktadır. Geriye kalan mülk sahipleri, bankalara borçlanan sanayiciler, işçiler ve benzerleri ise mal sahipleri adına çalışan ücretliler olup emeklerinin karşılığı bu birkaç bin kişi tarafından devşirilmektedir.

Faizin cinayetleri bununla bitmez. Bir kere faiz temeline dayanan ekonomik düzen, mal sahipleri ile çalışanların, sanayi ve ticaret alanındaki ilişkilerini kumar ve sürekli didişmeye dönüştürür. Çünkü faizci, daha çok kâr etmek için çalışır. Bu yüzden, sanayi ve ticaret alanında ihtiyacı arttırmak ve kâr haddini yükseltmek için piyasadan parayı çeker, sanayi ve ticaret alanında çalışanların parayı bu şekilde kullanmanın hiçbir kâr getirmediğini, ne bir kâr ne de artış sağlamadığını kavramalarına kadar fiyatlar yükselmeye devam eder. Bu esnada, milyonlarca kişinin çalıştığı bu alanlarda kullanılan paranın hacmini kısma yönüne gidilir. Fabrikalar darboğaza girer, ardından üretimi düşürme yoluna giderler. İşten çıkarmalar baş gösterir ve alım gücü düşer. İş bu noktaya gelip faizciler mala karşı talebin azaldığını ya da durduğunu görünce zorunlu olarak kâr haddini düşürürler. Sanayi ve ticaretle uğraşanlar yeniden etraflarına üşüşmeye başlar. Artık hayat bolluk içinde geçmektedir... Böylece uluslararası ekonomi piyasasında konjöktürel krizler meydana getirilerek insanlar sürü gibi oradan buraya sürülüp dururlar.

Sonra, sanayici ve tüccarlar borçlandıkları paranın faizini tüketicilerin cebinden verdiklerinden bütün tüketiciler dolaylı olarak faizcilere vergi ödemiş oluyorlar. Çünkü onlar, tüketim mallarının fiyatını yükseltmekte ve sonuçta faizcilerin cebine girecek borç yükünü daima halklarının omuzuna bindirmektedir. Hükümetlerin kalkınma ve bayındırlık faaliyetlerine girişmek için hazineden aldıkları borçların faizini vatandaşlar ödemektedirler. Çünkü bu hükümetler borçla birlikte faizini de kapatmak için değişik vergiler çıkarmak zorunda kalırlar. Böylece tüm fertler bu kısır döngünün sonunda faizcilere verilen haracın ödenmesine katılmış olurlar. İşin bu aşamada kalması ve borçların sonunda sömürgeciliğe yolaçmaması pek az görülmüştür. Üstelik sömürü yüzünden birçok savaşlar meydana gelmiştir.

Biz burada -Kur'an'ın gölgesinde- faiz düzeninin bütün kusurlarını anlatacak değiliz. Bu, bağımsız bir araştırmanın konusu olacak bir alandır. Ancak müslüman olmak isteyenleri, İslâm'ın iğrenç faiz düzenini yasaklaması konusunda temel bazı gerçeklerden haberdar ederek yaptığımız açıklamayla yetinmeye çalışacağız:

1- Ruhlarda iyice yeretmesi gereken birinci gerçek; İslâm ile faiz düzeninin birarada bulunamayacağı gerçeğidir. Bunun dışında gerek din adamlarından gerekse başkalarından fetva sahiplerinin söylediği tüm sözler yalandır, aldatmadır. Daha önce de değindiğimiz gibi İslâm düşüncesinin temeli ve insanların hayatlarında, düşüncelerinde ve ahlâklarında gösterilen pratik sonuçları, faiz düzeniyle bizzat çarpışmaktadır.

2- İkincisi; faiz düzeninin sırf, imanları, ahlâkları ve hayat görüşleri için değil, insanların ekonomi ve iş hayatları için de bir yıkım olduğu, insanların saadetini yok ettiği, genel ekonomik gelişme için uygun bir düzenmiş gibi gösteren, aldatıcı ve yaldızlı görünümüne rağmen insanlığın dengeli büyümesini dumura uğrattığı gerçeğidir.

3- Üçüncüsü; İslâm'da ahlâki düzen ile uygulanan pratik düzenin birbirine tamamen bağlı oldukları, insanın bütün davranışlarında hilafet sözleşmesi ve şartına bağlı olduğu, hayatı boyunca sergilediği tüm yeteneklerinden dolayı denendiğinin ve sınandığının, ahirette de bunlardan hesaba çekileceğinin farkında olduğu ortadadır. Biri ahlâki diğeri pratik olmak üzere iki ayrı düzenin bulunmadığı, insanın tüm davranışlarını her ikisini birlikte oluşturduğu, her ikisinin de iyiliğine sevap, günahına azapla karşılık verilecek ibadetin kapsamına girdiği, başarılı İslâm ekonomisinin ahlâksız olamayacağı, ahlâktan da vazgeçildiği zaman, insanların pratik hayatlarının başarıya ulaşmasının mümkün olamayacağı aslî bir unsur olduğu gerçeğidir.

4- Dördüncü olarak; faiz düzeninin kişinin vicdanını, ahlâkım, toplum içinde kardeşine yönelik düşüncesini ve genel anlamda, kötülük, ihtiras, bencillik, aldatma ve kumar ruhunu yaymak suretiyle toplum hayatını ve sahip olduğu değerleri bozmadıkça yerleşmeyeceği gerçeğidir. Modern çağda ise sermayeyi en aşağılık sömürü yöntemlerine yönelten başlıca etken sayılmaktadır faiz. Faizle borçlanan sermaye hem faizini ödemek hem de borçlarını yararlandırmakiçin kârını garantiye almak zorundadır. Bu yüzden açık saçık filmler, gazeteler, oyun ve eğlence yerleri, beyaz kadın ticareti gibi insanlarda ahlâki çöküntü meydana getiren söz ve yönlendirmelerle doğrudan sömürüye başvurmaktadır. Faizle borçlanan sermayenin derdi insanlık yararına girişimlerde bulunmak değildir. Onun derdi en alçak huyları, en iğrenç eğilimleri kullanarak sömürü şeklinde de olsa kâr etmektir... Yeryüzünün her köşesinde görülen manzara budur. Bunun başlıca sebebi de faizci düzendir.

5- Beşinci olarak, İslâm'ın mükemmel bir hayat düzeni olduğu gerçeğidir. Çünkü O faizle işlem görmeyi yasaklarken düzenini de bunu gerektirmeyecek esaslar üzerine kurmakta ve ekonomi, toplum ve insanlığın düzenli bir şekilde gelişmesini engellemeden toplumsal hayatın diğer yönlerini de bu tür bir muameleyi gerektirmeyecek şekilde arındırarak düzenlemektedir.

6- Altıncı olarak; İslâm'ın, hayatı kendi düşüncesi ve özel metodu uyarınca düzenleme imkanı bulduğunda, faiz işlemlerini ortadan kaldırırken çağdaş ekonomik hayatın tabii ve sağlıklı gelişmesi için gerekli olan kurum ve araçları da kaldırması gerekmediği gerçeğidir. Ancak, yalnızca faizin kirinden ve pisliğinden arındırdıktan sonra başka sağlıklı kurallar uyarınca çalışmasına müsaade eder. Bu kurum ve araçların başında bankalar, şirketler ve benzeri modern ekonomi kurumları gelmektedir.

7- Yedincisi ve en önemlisi, müslüman olmak isteyenin yüce Allah'ın, beşer hayatının onsuz yapamayacağı ve o olmadan ilerleyemeyeceği birşeyi haram kılmasının imkansız olduğuna inanmasının zorunlu olduğu gerçeğidir. Ayrıca herhangi birşeyin olmasına rağmen insan hayatı için gerekli ve ilerlemesi için kaçınılmaz olmasının da imkansız olduğuna inanılması gerekmektedir. Bu hayatı yaratan yüce Allah'tır, insanı bu hayatın üzerine halife tayin eden, geliştirip ilerletmesini emreden ve bunların tümünü dileyip uygun gören de O'dur. O halde herhangi birşeyi yüce Allah'ın haram kılmasına rağmen insan hayatının düzenlenmesi ve ilerlemesinin onsuz olmayacağını ve pis birşeyin hayatın düzenlenmesi ve ilerlemesi için gerekli olduğuna ilişkin bir inancın müslümanın düşüncesinde yeretmesi imkansızdır. Bu kötü bir düşünce olduğu kadar kötü bir anlayış ve aşağıdaki fikirlerin nesiller boyu yayılmasına çalışan zehirli, pis ve azgın bir propagandadır: Güya faiz, ekonomi ve uygarlığın gelişmesi için zorunluymuş ve faiz düzeni tabii bir düzenmiş. Bu aldatıcı düşünce yeryüzünün doğusuna, batısına, genel kültürün kaynaklarına ve insani faaliyetlerin özüne kadar yayılmıştır. Ayrıca, çağdaş hayatın fiilen bu faiz kurumlarınca düzenlenmesi ve başka temeller üzerine kurulu bir düşüncenin zorluğu bu propagandaların yayılmasını hızlandırmaktadır. Öncelikle bu zorluk imanın yokluğundan kaynaklanır. İkinci olarak, düşünmenin zayıflığından ve faizcilerin, dünya hükümetleri içindeki nüfuzu bir de genel ve özel propaganda araçlarıyla ve ellerindeki yönlendirme gücüyle yaygınlaştırıp yerleştirmeye çalıştıkları bu vehimlerden kurtuluş aczinden kaynaklanır.

8- Sekizinci olarak; "dünya ekonomisinin bugün, yarın faizin dışında başka bir temele dayanması imkansızdır" tezi hurafeden ya da devam etmesinde yararı olanların, ellerindeki geniş araçlarla besledikleri koca bir yalandan başka birşey olmadığı gerçeğidir. Çünkü, sağlam bir niyet ve uluslararası faiz borsalarının ellerinden özgürlüğünü alıp kendisi için iyilik, mutluluk ve bereket arzuladığı kadar güzel ahlâk ve temiz bir toplum arzulayan insanlık ya da müslüman ümmet azmettikçe, Allah'ın insanlık için dilediği, fiilen uygulanmış, gölgesinde hayatın gerçekten geliştiği, her zaman da yüceliği ve gölgesi altında gelişebildiği olgun düzenin kurulmasının yolu her zaman açıktır. Şayet insanlar düşünüp doğruyu bulsalar!..

Burada bu düzenin uygulayış biçimi ve araçları hakkında detaylı söz söyleme imkanımız olmadığından bu genel değinmeyle yetiniyoruz. Ancak, iğrenç faiz işleminin ekonomik hayatın bir zorunluluğu olmadığı ve daha önce metottan sapıp İslâm'ın tekrar çevirdiği insanlığın, bugün tekrar sapan insanlığın kendisi olduğu ve güçlü , şefkatli ve sağlam metoda dönmek istemediği de açığa çıkmıştır.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
275- Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar, Bu onların "alış-veriş de faiz gibidir" demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah `a kalmıştır. Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler.
276- Allah faizi eritir. Buna karşılık sadakaları artırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez.
Bu, gerçekten korkunç bir hamle ve son derece ürpertici bir tasvirdir.

"...Şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..."

Hiçbir manevi tehdit, bu somut, canlı ve hareketli tablo kadar duygular üzerinde etkili olamaz. Şeytan tarafından çarpılmış ve donakalmış insan tablosu... İnsanların sıkça görüp bildiği bir tablo... Ayet-i Kerime, bu tabloyu, duyguların korkutulması konusundaki uyarıcı rolünü yerine getirmesi, faizcilerin duygularını harekete geçirmesi, onları sarsıp ekonomik düzenlerinin alışkanlıklarından ve kendilerine kâr sağlayan hırslarından çekip çıkarması için gözler önüne getiriyor. Bu tablo, eğitici etkisi bakımından yerine göre yararlı bir araç olduğu gibi aynı zaman da gerçek bir olguyu da ifade etmektedir. Gerçekte tefsirlerin büyük çoğunluğunda bu korkunç tablodaki "kalkış"ın, diriliş günündeki kalkış olduğu kamsı yeralmaktadır. Ancak, bize göre, bu tablo şu yeryüzünde insan hayatında bizzat gerçekleşen bir olgudur. Ayrıca kendisinden sonra gelecek Allah ve Resulüne karşı savaşmaktan korkutan ayet-i kerimeye de uygun düşmektedir. Biz, şu anda bu savaşın varlığının sürdüğünü, faiz düzeninin ağına düşüp, hummaya tutulmuş gibi çırpınan sapık insanlığın başına musallat olduğunu görüyoruz. Bugün insanlığın pratik hayatından bu gerçeği doğrulayan olguları detaylıca açıklamadan önce, Kur'an'ın Arap yarımadasında karşılaştığı faiz manzarasını ve cahiliye mensuplarının bu konudaki düşüncelerini sunuyoruz.
Cahiliye döneminde bilinen bu ayetlerin ilk defa ortadan kaldırmak için indiği faizin "Nesie (ertelenen)" ve "fadl (Arttırılan)" olmak üzere başlıca iki şekli yaygındı.

Katade "Nesie (ertelenen)" faiz hakkında; "Cahiliye ehlinin faizi; adamın herhangi birine belli bir süre için birşey satması, günü geldiğinde borçlunun ödememesi ve onun da borcunu arttırıp ertelemesi şeklindeydi" der.

Mücahit şöyle der: "Cahiliyede bir adamın başka bir adama borcu olurdu. Adam, borcunu ertelersen sana şu, şu var derdi. O'da ertelerdi."

Ebubekir El Cessas: "Bilindiği gibi cahiliye döneminde faiz, şartlı arttırma ile beraber, bir süre için borç şeklindeydi. Artış süreye karşılıktı. Allah bunu ortadan kaldırmadı." der.

İmam Razi de tefsirinde şöyle der: "Cahiliye döneminde en yaygın olan "Nesie (ertelenen)" faizdi. Onlardan biri, her ay belli bir miktar almak üzere malını bir başkasına verirdi, ama mal olduğu gibi kalırdı haliyle. Belirlenen süre dolunca, anamalı isterdi. Şayet borçlu ödeyemeyeceğini bildirirse hakkını ve süresini arttırırdı."

Üsame b. Zeyd'in Resulullah'tan (selam üzerine olsun) rivayet ettiği hadisde peygamberimiz şöyle buyuruyor: "faiz ancak `Nesie (erteleme)'de vardır." (Buhari ve Müslim)

"Fadl (Arttırılan)" faiz ise kişinin herhangi birşeyi benzeri birşey karşılığında fazlasıyla satmasıdır. Altını altınla, parayı parayla, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla satmak gibi. Bu da, faize benzemesinden ve faiz muamelesinde hatıra gelen duyguların benzerini barındırdığından bu kapsama alınmıştır. Çağdaş işlemlerden sözederken bu noktanın bizim için büyük önemi olacaktır.
Ebu Said El-Hudri, Resulullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Altına altın, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma, tuza tuz... Herşey benzeri ile... Ele el.... Kim artırır ya da arttırmasını isterse faiz yapmış olur. Burada alan da veren de eşittir."·(Buhari ve Müslim)

Ebu Said El Hudri'nin rivayet ettiği bir başka hadiste şöyle denir: "Bilal, Resulullah'a Burni cinsinden hurma getirdi. Resulullah `Bunu nereden aldın?, buyurdu. Bilal: `Yanımızda kötü hurma vardı. Bir sa'a karşılık iki sa' gönderdik' deyince Resulullah: `Ah! tıpkı faiz, tıpkı faiz, yapma bunu!.. Satın almak istediğinde hurmayı başka bir şeye sat sonra da iyisini al' buyurdu." (Mutte Fekun Aleyh)
Birinci tür uygulamada; esas miktarın üzerine ekleme, bu ek miktarı belirlenen süreye karşılık alma ve bu ek miktarın anlaşmanın bir şartı olması yani başka hiçbir neden olmaksızın yalnızca zamanın geçmesiyle malın mal kazanması gibi bütün faiz işlemlerinde görülen faiz unsurlarını barındırması nedeniyle faiz olduğu açıkça görüldüğünden açıklamayı gerektirmez.

İkinci tür uygulamaya gelince, arttırmayı gerektiren benzer iki şey arasında temel farkların bulunduğu kuşkusuzdur. Bu durum iki sa' kötü hurma verip bir sa' iyi hurma alan Bilal'in olayında açıkça görülmektedir. Ancak, iki türün asıl itibarîyle benzer olması faiz kuşkusunu doğurmaktadır. Çünkü burada hurma hurmayı doğurmuş oluyor. Bu yüzden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bunu faiz olarak nitelendirmiş ve yasaklamıştır. Ardından değiştirilmek istenen çeşidin paraya çevrilmesini ve bu parayla da istenen çeşidin alınmasını emretmiştir. Amaç, işlemden faiz şüphesini tamamen uzaklaştırmaktır.

Herhangi birşeyi benzeri karşılığında satarken arada bir sürenin bulunmaması için "elden ele..." tutmanın şart koşulması da bu amaca yöneliktir. Çünkü süre belirlemede ek bir kazanç sözkonusu olmasa bile faizin gölgesi vardır, faiz unsurlarından biri mevcuttur.

Herhangi bir uygulamada faizin gölgesinin belirmesine karşı Resulullah'ın ne kadar duyarlı olduğu ortaya çıktığı gibi cahiliyede yaygın faiz uygulamasına karşı akılcı tedavisinin hikmeti de açıktır.

Günümüzde, Batının kapitalist düşünce ve düzenleri karşısında ruhen bozguna uğramış bazı kimseler bu haram kılmayı, Üsame'nin hadisine ve Selef'in cahiliyede yaygın faiz uygulamasını tavsif edişlerine dayanarak çeşitli faiz şekillerinden biri olan "Nesie"ye (ertelenen) faize indirgeyip cahiliyedeki faiz uygulamasına tıpatıp uymayan çağdaş faiz şekillerini İslâm adına -dinen- helâl saymak istiyorlar.

Ancak bu girişim, ruhsal ve akli bozgunun bir belirtisinden öteye gidemez. Çünkü İslâm, birtakım göstermelik davranışlardan ibaret bir düzen değildir. O, köklü bir düşünceye dayanan bir hayat düzenidir. İslâm, faizi yasaklarken bir çeşidini yasaklayıp diğer bir çeşidini bırakmaz. Kendi düşüncesine aykırı her düşünceyi ortadan kaldırdığı gibi kendi mantığıyla uyuşmayan her düşünceye savaş açar. Bu konuda o kadar duyarlıdır ki, faiz mantığının gölgesini ve faizci duyguları iyice uzaklaştırmak için "fadl (Arttırılan)" faizi bile yasaklamıştır.

Bu yüzden, ister cahiliyenin bildiği şekilde olsun, ister yeni ortaya çıkan şekilde olsun, faiz uygulamalarındaki temel unsurları içerdiği ve bencillik, açgözlülük, bireysellik ve kumarbazlıktan ibaret faizci mantıkla zehirlendiği, `nasıl olursa olsun, yeter ki kâr edeyim'den ibaret pis düşünceye bulaşmış olduğu sürece tüm faiz uygulamaları haramdır.

Bu gerçeği iyice kavramamız ve Allah ve Resulü tarafından faizci toplumlara karşı savaş açıldığını idrak etmemiz gerekmektedir.

"Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..."

"Faiz yiyenler" deyimiyle sadece faiz kârını alanlar kasdedilmemektedir. -Bu korkunç ayetle tehdit edilenlerin başında gelseler bile- bu deyim, faiz toplumunun tüm fertlerini kapsamaktadır.

Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Resulullah, faiz yiyeni, yedireni, şahit olanı ve yazanı lanetledi. Ve `bunların tümü aynı oranda sorumludurlar' dedi." (Müslim, Ahmet, Ebu Davud ve Tirmizi)

Bu,bireysel faiz işlemleri içindi. Tamamen faiz esasları üzerine kurulu toplumlara gelince, tüm bireyleri lanetlenmiş, Allah'ın açtığı savaşa maruz kalmış ve hiç tartışmasız Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır. Onlar hayatlarında istikrar, güven ve rahat yüzü bulamayan, hummaya tutulmuş, muzdarip, sıkıntılı bir yaşantı içindedirler ve kalktıklarında şeytan tarafından çarpılmışlar gibi hareket ederler.
Çağdaş kapitalist düzenin, geçen dört asırda, oluştuğu ilk günlerde bu konuda şüphe sözkonusu olmuş olsa bile bu asırların deneyiminde şüpheye asla yer kalmamıştır.

Bugün içinde yaşadığımız dünya; aklı başında olan kişiler, düşünürler, bilginler ve araştırmacıların itiraf ettiği ve Batı uygarlığının merkezi olan bölgeleri dolaşan seyyah ve gözlemcilerin gördüğü gibi bu bölgelerdeki maddi uygarlığın tüm görkemine, sanayi ürünlerinin gelişmişliğine, gözleri kamaştıran maddi refahın tüm görüntülerine rağmen her yönüyle sıkıntı, ızdırap, korku, sinirsel ve ruhsal hastalıkların yaygın olduğu bir dünyadır.

Üstelik bu dünya sürekli; yaygın, öldürücü ve sinirsel savaşların orada-burada bir türlü bitmeyen ızdırapların tehdidi altındadır.
Bu maddi uygarlığın, maddi refahın birçok bölgedeki kolaylığının, geçim sıkıntısının olmayışı ve rahatlığın dahi ortadan kaldıramadığı iğrenç ve uğursuz bir bedbahtlıktır.

Görmemek için kendi kendine gözlerini perdelemeyen herkesin görmek istediği sürece yüzyüze geleceği bir gerçektir bu. Amerika, İsviçre ve maddi refahı olan birçok ülkede insanların genelde maddi açıdan bir sorunlarının olmadığı bir gerçektir. Ancak insanlar mutlu değildirler. Zengin oldukları halde sıkıntı, yüzlerinden okunuyor. Yoğun üretim faaliyetinde bulundukları halde doyumsuzluk hayatlarını yiyip bitiriyor. Bu doyumsuzluklarını kimi zaman çılgınlık ve haykırışlar ile, kimi zaman ilginç görüntü ve aykırılıklarla, kimi zaman da cinsel ve ruhi sapıklıklarla dışa vururlar. Ardından kaçına ihtiyacını duyarlar, kendilerinden, içinde yaşadıkları boşluktan, hayatın akışından ve nimetlerinden bir nedeni görülmeyen bedbahtlıktan kaçmaya başlıyorlar, intihar etmekle, çılgınlıklar yapmakla ve anormalliklerle kaçıyorlar. Sonra bu sıkıntı, boşluk ve hiçlik duygusu hiçbir zaman peşlerini bırakmıyor, rahat yüzü göstermiyor bu zavallılara... Niçin?..

Tabiatıyla bunün başlıca sebebi, insanların dertli, ızdıraplı, sapık ve bahtsız ruhlarının, bunca maddi gelişmişliğe rağmen, ruhun gıdası olan imandan, Allah'a güvenden, bir de Allah'a imanın ve O'nun ahdine ve şartına uygun yeryüzündeki hilâfetin bahşedip çizdiği büyük insanlık hedeflerinden yoksun olmalarıdır.

Bu belli başlı ve büyük sebebin bir şıkkını da faiz belası ve gelişen ve fakat gelişmesinin iyilik ve bereketini tüm insanlığa aynı düzeyde dağıtmak suretiyle dengeli ve eşit bir şekilde gelişmeyen, ancak, bankalardaki bürolarına kapanan bir avuç para babası faizcinin menfaatini gözeten ekonomi belası oluşturmaktadır. Bu faizci para babaları sanayi ve ticareti, garantili ve belirli faizlerle borçlandırmakta, böylece sanayi ve ticareti belli bir yöne yöneltmektedirler. Bu yolun da ilk hedefi, herkesin onunla mutlu olacağı ve herkese düzenli iş ve garantili geçim sağlayacak ve herkese ruhsal güven ve toplumsal huzur hazırlayacak şekilde insanlığın sorunlarını ve ihtiyaçlarını gidermekten ziyade milyonların ezilmesi, yoksulluğu ve hayatlarının bozulması ve bütün insanlığın hayatına şüphe, sıkıntı ve korku tohumlarının ekilmesi pahasına da olsa en fazla kâr gerçekleştirecek üretimi sağlamaktır.

Şüphesiz yüce Allah en doğrusunu söylüyor:

"Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar..."

İşte biz bu gerçeğin kanıtlarını dünyadaki pratik hayatımızda görebiliyoruz. Faizciler, Resulullah döneminde faizin haram kılınmasına karşı çıkmışlardı. Faiz işlemlerinin haram, ticaretin ise helal kılınmasını gerektirecek bir nedenin bulunmadığını ileri sürerek itiraz etmişlerdi: "Bu onların `alış verişte faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır..."

Dayandıkları benzetme, faiz gibi ticaretin de fayda ve kâr sağlamasıydı. Bu, boş bir benzetmedir. Çünkü ticari işlemlerde kâr da zarar da mümkündür. Ayrıca kişisel yetenek ve çaba, hayatta yürürlükte olan tabii şartlar kâr ve zarar üzerinde etkili olmaktadır. Faiz işlemlerinde ise bütün durumlarda kâr haddi belirlenmiş olur. İşte başlıca fark budur. Haram ve helâl kılınma nedeni bu noktada yatmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, kârın garantiye alındığı tüm işlemler, kârın kesin ve belirlenmiş olmasından dolayı faiz kapsamına girerler. İnatçılık ve demagoji yapmaya gerek yoktur:

"Oysa Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır."

Bu unsurun, alış-verişte bulunmayışı ve daha birçok neden, ticareti aslında insan hayatı için yararlı ve faiz uygulamasını da zarar verici kılmaktadır. İslâm o zaman mevcut olan sistemi, ekonomik ve toplumsal hayatta sarsıntı meydana getirmeden gerçekçi bir şekilde tedavi etmişti.

"Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır."

Yüce Allah, yasayı koyduğu andan itibaren yürürlüğünü başlatıyor. Kim Rabbinin öğüdünü dinler ve faizden vazgeçerse geçmişte aldığı faizler geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır ve onun hakkındaki hükmünü dilediği gibi uygulayacaktır. Bu ifade kalbe geçmişte işlenen bu günahtan kurtuluşun Allah'ın dilemesi ve rahmetine bağlı olduğu duygusunu akıtmakta ve bu işten ürperti duymasını sağlamaktadır. Giderek kendi kendine şöyle demeye başlar: "Bu kötü işten elde ettiklerim yeter. Vazgeçip tevbe edersem Allah, günahlarımı belki affeder. Bundan sonra artık faiz almayacağım." Kur'an bu eşsiz metoduyla kalplerin duygularını işte böyle tedavi ediyor.

"Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi kalmak üzere Cehennemliktirler."

Ahiretteki azabın gerçekliğine ilişkin bu tehdit az önce işaret ettiğimiz eğitim metodunun güzelliklerini güçlendirmekte ve kalplerin derinliklerine yerleştirmektedir.

Ancak, uzun vadeli ihtirasların şaşırttığı, vaad edilen azabın hakikatını bilmeyen bazı kimseler, Ahiret gününü hesaba katmayabilirler. İşte Kur'an bunları da dünya ve Ahirette topluca erimekle korkutuyor. Bu arada sadakanın -faizin değil- artıp arındırdığı gerçeğini yerleştirmekte ve küfür ve günahtan dolayı icabet etmeyenlerin kulaklarını sağır edecek tarzda haykırmakta ve yüce Allah'ın günahkar kâfirlerden hoşlanmadığını onlara göstermektedir.

"Allah faizi eritir, buna karşılık sadakaları arttırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez."

Kuşkusuz yüce Allah'ın azabı ve va'di doğrudur. Faizle muamele gördüğü halde, içinde bereket, huzur, mutluluk, güven ve sükunet adına birşey kalan bir toplum görmemiz mümkün değildir. Yüce Allah faizi eritir. Bu pis uygulama bulunduğu topluma kıtlık ve bedbahtlıktan başka birşey kazandırmaz. Görünürde bir refah, üretim ve gelir kaynağı bolluğu göze çarpabilir; ancak bereket, gelir kaynaklarının kabarıklığından ziyade güven içinde bu kaynaklardan güzellikle yararlanmadır. Daha önce, gelir kaynakları bakımından son derece zengin ülkelerde yaşayan insanların kalpleri üzerine çöken uğursuz bedbahtlıktan sözetmiştik. Bugün ise bu ülkelerden bütün dünyaya, sıkıntı, dehşet ve ızdırap saçılmaktadır. İnsanlık sürekli öldürücü savaşların tehdidi altında sabah-akşam soğuk savaş gerginliği ile yatıp-kalkmaktadır. Günbegün hayat -farkında olsun olmasın- insanların sinirleri üzerinde bir ağırlık meydana getirmekte böylece ne malında, ne ömründe, ne sağlığında ne de gönül huzurunda bereket yüzü görmektedir.

Zorunlu (zekat) ve gönüllü olarak verilen sadakalarda temsil edilen dayanışma ve yakınlaşma esasına dayanan, şefkat, sevgi, hoşnutluk ve hoşgörü ruhunun egemen olduğu, sürekli Allah'ın fazlı ve sevabı gözetildiği, O'nun yardımına ve sadakayı ziyadesiyle arttırdığına sonsuz güvenin olduğu... Evet bu esaslara dayanan bir toplumun, fert ve topluluğun mallarını, rızıklarını, sağlıklarını, güçlerini, kalbi güvenlerini ve gönül huzurlarım hiç şüphe yok ki yüce Allah bereketlendirir.

Beşerin pratiğinde bu gerçeği görmeyenler, görmek istemeyenlerdir. Çünkü, görmemek işlerine gelmektedir. Ya da bilerek ve kasden gözlerinin önüne bulanık sapıklık perdesini geren, iğrenç faiz düzeninin kurulmasında yararları bulunan bu yüzden gerçekleri görmekten kaçınanlardan başkası bu gerçekleri görmezlikten gelemez.

"Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri sevmez."

Bu sonuç, haram kılındıktan sonra faiz uygulamasında ısrar eden ve Allàh'ın sevmediği kimseler hakkında kesinlik ifade etmektedir. Kuşkusuz bin defa "lailaheillallah, Muhammedün Resulullah" deseler de Allah'ın haram kıldığını helal sayanlar, küfür ve günah sıfatını hak etmektedirler. Çünkü İslâm, dille söylenen bir kelime değildir. O bir hayat düzeni ve pratik hayat metodudur. Onun bir parçasını inkâr etmek bütününü inkâr etmektir. Faizin haram olduğunda hiçbir kuşku olmadığı gibi onu helal sayıp hayatı faiz esaslarına dayandırmak da küfürdür, günahtır. Bundan Allah'a sığınırız.

Küfür, günah ve faizci hayat metodu ve düzeni taraftarları karşısında, burada iman ve salih amel sayfası, bu tarafta yer alan mümin kitlenin özellikleri ve faiz düzeni karşısında bir başka düzen -zekat düzeni- etrafında odaklaşan hayat kuralları sunulmaktadır.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
277- Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekatı verdiler. Rabbleri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir
Bu sayfada yeralan en belirgin unsur "Zekat" yani karşılık beklemeden Allah için verme unsurudur. Surenin akışı bununla müminlerin sıfatını ve mümin toplumun esas kuralını sunmaktadır. Ayrıca mümin topluma bahşedilen güven, huzur ve ilahi hoşnutluk tablosu da sunulmaktadır...

Kuşkusuz hayatın hiçbir alanında faiz düzeninin sağladığı garantilere ihtiyaç duymayan, dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunan toplumun temeli de zekattır.

İslâm düzeninin pratik hayatta uygulanmasına tanık olan müslüman ümmetten ayrı düşmüş, imani düşünce, eğitim ve ahlâk esaslarına dayalı insan ruhunu özel kalıbına sokup şekillendiren sonra da doğru düşüncesini, temiz ahlâkını ve üstün faziletlerini teneffüs ettiği düzeni egemen kılan sisteme tanık olmamış nesillerin ve bizim duygularımızda zekâtın şekli, değişikliğe uğramıştır. Faiz temeline dayalı cahiliye toplumu karşısında yeralan İslâm düzeninin temelini zekat oluşturmaktadır. Bundan sonra hayat gelişir ve ekonomi de bireysel çaba ya da faizden arı dayanışma çizgisi üzerinde yoluna devam eder.

İnsanlık manzaralarının en yücesini görmemiş, bedbaht ve talihsiz nesillerin duygularında bu tablo artık değişmiştir. Bu insanlar, faiz temeline dayalı maddi düzenin sapıklığı içinde doğup büyümekte, her tarafta, cimrilik, bencillik, azgınlık, ihtiras ve insanların vicdanlarına egemen olmuş iğrenç bir egoizm görmektedir. Bu düzende mal, ihtiyacı olana ancak iğrenç faiz yoluyla ulaşmaktadır.

İnsanlar, birikmiş parası ya da faiz kurumlarından birine sermayesinin bir kısmını yatırmak suretiyle ortak olmadıkça güvencesiz kalmaktadırlar. Ticaret ve sanayi, ihtiyacı olan sermayeyi faiz ödemeden bulamaz olmuştur. Artık bu kötü talihli nesillerin duygularında, bu düzenden başka bir düzenin olamayacağı ve hayatın ancak bu esaslara dayanabileceği düşüncesi yeretmiştir.

Zekatın şekli o denli değişmiş ki, giderek bu nesiller onu,kendisine dayanılarak çağdaş bir düzenin kurulamayacağı gülünç, bireysel bir bağış saymışlardır. Ancak, zekat gelirlerinin ne kadar kabarık olduğunu, İslâm'ın özel bir yöntemle meydana getirdiği, eğittiği, direktif ve yasalarla yönlendirdiği ve içinde yaşamayanların vicdanlarının erişmeyeceği, kendine özgü hayat düzeniyle idare ettiği insanların ödediği bu zekatın, kazancıyla birlikte esas paradan yüzde iki buçuk (% 2,5) oranında alındığını biliyorlar mı? (Bu oran ekin ve madenlerde % 5, % 10 ve % 20'ye kadar yükselir.) Zekat müslüman devletin topladığı farz bir haktır, kişisel bir bağış değil... Bununla müslüman kitle içinde ihtiyaç sahiplerine yardım edilir. Böylece her fert, hem kendi hayatını hem de çocuklarının hayatını her halükârda güvencede hisseder. Ayrıca ister ticari ister ticaret dışı olsun borcunu ödeyemeyenlerin borcu da zekat gelirinden karşılanır.

Bir düzenin şekli önemli değildir. Önemli olan ruhtur. İslâm'ın kendi direktifleri, yasaları ve düzeniyle eğittiği toplum, düzenin şekli ve uygulamalarıyla uyum içinde olduğu gibi yasalar ve direktiflerle de bütünleşir. Yardımlaşma duygusu vicdanlardan ve düzenlemelerden uyum içinde ve birbirini tamamlar şekilde fışkırır bu toplumda. Bu, diğer materyalist düzenlerin gölgesinde doğup büyüyenlerin düşünemeyeceği bir gerçektir. Ancak biz -İslâm mensupları- bu gerçeği biliriz, imani zevkimizle bunun tadına varırız. Şayet bu zevkten yoksun olmuşlarsa bu onların kötü talihlerinin, bahtsız paylarının sonucudur. -Onlara uyan ve önderliklerini onlara teslim eden beşeriyetin payı da öyle- Ve payları da bu olsun. Yüce Allah'ın "Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namaz kıldılar ve zekatı verdiler..." ayetiyle tanımladığı kişilere müjdelediği hayırdan yoksun olsunlar. Ecir ve sevaptan yoksun olmakla beraber güven ve hoşnutluktan da yoksun olsunlar. Tabii ki onlar, bilgisizlikleri, cahiliyeleri, sapıklıkları ve inatlarından dolayı yoksun oluyorlar.

Yüce Allah, hayatlarını, iman, iyilik, kulluk ve yardımlaşmaya dayandıranlara, ecirlerinin yüce katında korunacağını va'dediyor; korku nedir bilmeyecekleri bir güven ortamı ve hiçbir zaman üzüntü duymayacakları bir mutluluk va'dediyor:

"Rabbleri katında mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir."

Faiz yiyenlerin ve faiz toplumunun, yok edilmek, helak, çarpılma, sapıklık, sıkıntı ve korkuyla tehdit edildikleri bir sırada...
İnsanlık bu gerçeği müslüman toplumun pratiğinde bir olgu olarak görmüştü, bunu da faiz toplumunun pratiğinde bugün görmektedir. Şayet her gafil kalbi tutup şu ideal gerçeği görene kadar şiddetle sarsabilseydik, kapalı gözleri tutup kapaklarını açarak bu olguyu gösterebilseydik.. Gücümüz yetseydi mutlaka yapardık.
..
Ancak belki yüce Allah kötü talihli insanlığı hidayete erdirir diye bu gerçeğe işaret etmekten başka elimizden birşey gelmiyor. Kalpler Rahman'ın parmaklarından iki parmağının arasındadır. Ve hidayet de Allah'ın hidayetidir.


Yüce Allah'ın faizi hayatından silmiş, küfür ve günahı atmış, hayatını iman, salih amel, kulluk ve zekat esasları üzerine bina etmiş müslüman cemaate va'dettiği huzur ve güvenin gölgesinde... Evet iman edenlere bu huzur ve güven gölgesinde hayatlarından iğrenç ve pis faiz düzenini atmaları için son bir çağrı yapılmakta, aksi takdirde bunun Allah ve Resulü tarafından ilan edilmiş, durdurulması, yavaşlatılması ve geciktirilmesi imkansız savaş olacağı bildirilmektedir.
 
Son düzenleme:

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
278- Ey müminler, Allah'tan korkun ve eğer mümin iseniz henüz elinize geçmemiş faizi almaktan vazgeçin.

279- Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
Ayet-i Kerime iman edenlerin imanını faizden kalanı bırakma şartına bağlıyor. Yoksa onlar, Allah'tan korkup faizin kalan kısmından vazgeçmedikçe iman etmiş sayılmazlar, mümin olduklarını ilan etmiş olsalar da... Çünkü iman; Allah'ın emrettiğine itaat, bağlanma ve uyma olmadıkça gerçekleşmez. Kur'an ayeti bu konuda insanları şüphe içinde bırakmadığı gibi Allah'ın şeriatına itaat edip hoşnut olmadıkça, hayatında uygulamadıkça ve hayati işlemlerinde hükmüne uymadıkça kimsenin iman kelimesinin arkasına sığınmasına müsaade etmez. Dinde inanç ile uygulamanın arasını ayıranlar, iman iddiasında bulunup dilleriyle bunu duyursalar ve hatta diğer ibadetleri yerine getirseler de mümin değildirler.

"Eymüminler Allah'tan korkun.. Henüz geçmemiş faizi almaktan vazgeçin... Eğer mümin iseniz..."

Daha önce aldıkları faiz, kendilerine bırakılıyor, geri alınması sözkonusu değildir. İçinde faiz vardır diye mal-larının tümüne ya da bir kısmına da el konulmuyor. Çünkü nass olmadan "haram kılma" olmaz. Hüküm de yasasız olmaz. Yasa ise meydana geldikten sonra uygulanır ve etkileri görülür. Geçmişte olanlar ise Allah'a kalmıştır, kanunların hükmüne değil. Böylece İslâm, hükmünü daha önce olanları kapsamayacak şekilde koymakla, büyük ekonomik ve toplumsal sarsıntılar meydana getirmekten sakınmıştır. Çünkü şeriat, bu konuyu ele almıştı.. Bunun nedeni, İslâm şeriatının, insan hayatının pratiğini karşılamak, yürütmek, temizlemek ve birlikte gelişip yücelmek için konulmasıdır. Bu arada, mümin sayılmalarını bu hükmün inmesinden ve öğrenmelerinden itibaren kabul edip hayatlarında uygulamalarına bağlamakta, beraberinde kalplerinde Allah'tan korkma duygusunu harekete geçirmektedir. Bu duyguyu İslâm şeriatının uygulanması için bir dayanak ve yasal güvencelerin ötesinde ruhların derinliklerinde gizli bir güvence kılmıştır. Çünkü İslâm'ın, dış kontrole dayanan, insan yapısı yasalarda bulunmayan, yasaların uygulanmasını sağlayan güvenceleri vardır. Güç sahibi Allah'ın takvasından bir bekçi vicdanlarında yeretmedikçe dış kontrolü atlatmaktan kolay ne vardır?

Bu teşvik aşamasıydı. Hemen yanında da korkutma aşaması yer almaktadır. Kalpleri titreten korkutma...

"...Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin..."

Ne korkunç?.. Allah ve Resulünün ilan ettiği savaş... İnsanın kendisinin karşı karşıya kaldığı savaş.. Sonu belli, akıbeti kararlaştırılmış korkunç bir savaş... Zayıf ve fani insan nerde, mahvedici, silip-süpürücü, cebbar güç nerede?..

Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) son dönemlerde nazil olmuş bu ayetlerin nüzulünden sonra Mekke'deki valisine, şayet faiz uygulamasından vazgeçmezlerse Al-i Mugire ile savaşmasını emretmişti. Resulullah, Mekke'nin fethedildiği gün hutbesinde,. başta Abbas'ın (Allah ondan razı olsun) olmak üzere İslâm'ın ilk dönemlerinde borçluların omuzlarında taşıdıkları tüm cahiliye dönemi faizlerinin kaldırılmasını emretmişti. Bu şekilde, İslâm toplumu olgunlaşıp temelleri yerleşince, ekonomik düzeninin temellerini bulaşıcı faiz temelinden ayırmasının zamanı gelmişti. Resulullah bu hutbesinde şöyle diyordu:

"Cahiliyedeki tüm faiz uygulamaları şu iki ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abbas'ınkidir."

Ancak, cahiliyede aldıkları fazlalıkları geri vermelerini emretmemişti Resulullah.

İslami bir toplum oluştuğu zaman, Hz. Ebu Bekir'in, "Lâilahe illallah Muhammedün Resulullah" şehadet cümlesini söyleyip namaz kıldıkları halde zekat vermekten kaçınanlara savaş açtığı gibi İslâm devletinin halifesi de müslüman olduklarını ilan etseler bile faiz düzeni temelinde ısrar edip Allah'ın emrine karşı gelenlere savaş açmak zorundadır. Çünkü, Allah'ın şeriatına uymaktan yüz çevirenler ve onu pratik hayatlarında uygulamayanlar müslüman olamazlar.

Üstelik, Allah ve Resulü tarafından ilan edilmiş savaş, İslâm toplumunun liderinin onlara karşı başlattığı kılıçla yapılan savaştan daha geneldir. Bu savaş -en doğrusunu söyleyen ulu Allah'ın dediği gibi- ekonomik ve toplumsal düzenini faiz temeline dayandıran her topluma karşı ilan edilmiştir. Bu savaş, helak edici, mahvedici evrensel şekliyle ilan edilmiştir. Sinirlere ve kalplere karşı bir savaştır.

Bereket ve bolluğa karşı bir savaştır. Mutluluk ve güvene karşı bir savaştır. Yüce Allah'ın, hayat düzenine ve metoduna isyan edenlerin bazısını bazısına musallat ettiği bir savaştır. Bu, atışma ve didişme savaşıdır. Aldatma ve zulüm savaşıdır. Sıkıntı ve korku savaşıdır. Son olarak uluslar, ordular ve ülkeler arasındaki silahlı savaştır. İğrenç faiz düzeninin sebep olduğu mahvedici, kasıp kavurucu bir savaştır.

Uluslararası faizci para babaları dolaylı ya da dolaysız yollardan bu savaşlara öncülük yapmaktadırlar. Bu adamlar, tuzaklarını kurup içine şirketleri ve sanayi kurumlarını düşürürler, ardından halkları ve hükümetleri düşürürler. Böylece kurbanlarının başlarına çullanıp savaş çıkarırlar. Ya da mallarının arkasına gizlenip hükümetleri ve ordularının gücüyle savaş çıkarırlar veya borçlarının faizlerini kapatmak için ağır vergiler ve yükümlülükler koyarlar, böylece emekçiler ve üreticiler arasında fakirlik ve kıtlık baş gösterir, bunlar da kalplerini öldürücü propagandalara açar, sonuçta savaş patlar. En kolayı da şayet bunların hiçbirisi olmazsa- psikolojik savaş, ahlâkın bozulması, şehvet pazarlarının serbest bırakılması, beşeri varlığın temelden çökertilmesi ve en korkunç atom savaşlarının ulaşamayacağı yıkımı yapmaktır.

Yüce Allah'ın faizle muamele edenlere karşı ilan ettiği bu savaş ateşi sürekli yanmaktadır. Yaş-kuru demeden, fabrikaların ürettiği maddi üretimin kabarıklığını gördükçe kazanıp ilerlediğini sanan gafil ve sapık insanlığın hayatında ne varsa yakmaktadır bu ateş. Oysa üretilen bu yığın yığın mallar, temiz ve arı bir kaynaktan meydana gelseydi tüm insanlığı mutlu etmeye yetebilirdi. Ancak, faiz denilen bu kirli kaynaktan doğduğu için insanlığın boğazını sıkan bir ağırlık ve mahveden bir felaket olmaktan öteye gitmemektedir. Beri tarafta ise bu mel'un ağırlığın altında mahvolan insanlığın acılarını duymayan dünyanın faizci azınlığı durmaktadır.

İslâm ilk müslüman cemaati çağırdığı gibi tüm insanlığı da temiz ve pak şeriat kaynağına çağırmakta ve günahtan, hatadan ve iğrenç hayat metodundan tevbe etmeye davet etmektedir.

"Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz."

Bu, hatadan, cahiliye hatasından dönmektir ki cahiliye herhangi bir döneme ya da düzene bağlı değildir. Ne zaman ve ne şekilde olursa olsun Allah'ın şeriatından ve O'nun hayat metodundan sapma sözkonusu olduğu her durum cahiliyedir. Bu hatanın etkileri, bireylerin duygularında, ahlâklarında ve hayata ilişkin düşüncelerinde ortaya çıktığı gibi toplumsal hayatta ve genel ilişkilerinde de görülür. Bu etkiler, beşeri hayatın her alanında, ekonomik gelişmesinde de görülür. Faizcilerin propagandasına kananlar sadece onun ekonomik gelişme için en sağlam esas olduğunu zannetseler de...

Sadece anamalın geri alınması ise, ne borç verenin ne de borçlunun zulme uğramadığı adil bir uygulamadır. Mal kazanmak için de daha başka temiz ve pak yollar vardır. Kişisel girişim bunlardan biridir. Kâr-zarar ortaklığına göre çalışan, sermaye vermek suretiyle ticaret yapmak, ortaklıklar kurmak ve piyasada hisseleri satışa sunan -kârın büyük kısmını kendine ayıran kurucu senetler olmaksızın- şirketler yoluyla da helâl kazanç sağlanabilir. Parayı dolaylı ya da dolaysız şirketler, sanayi kuruluşları ve ticari faaliyet yapan kurumlar arasında sabit kâr almadan paylaştıran sonra da kârı ya da zararı belli bir düzen içinde mudileri arasında bölüştüren faizsiz bankalara yatırmak da bir kazanç yoludur. Bu tür bankalar bu mallardan yönetim hizmeti karşılığı olarak ücret alabilirler, ve burada ayrıntılarıyla anlatamayacağımız daha birçok kazanç yolu... Kalpler inanıp, niyetler de temiz ve pak kaynaklara yönelerek kokuşmuş, pis ve iğrenç kaynaklardan kaçınma konusunda sağlam olduktan sonra bunların tümü mümkündür.

BORÇ ve SADAKA


Darlık durumunda borca ilişkin hükümlerin sunuluşu; erteleme (Nesie) faizin, yani ödeme süresini uzatıp buna karşılık ek bir mal almaksızın çözüm olmadığım, aksine rahatlayana kadar beklemenin ve daha fazla iyilik elde etmek isteyene sadaka olarak bağışlamayı sevdirmenin daha üstün bir davranış olacağını bildirmekle tamamlanıyor:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
280- Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanıyın. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır.
Bu, İslam'ın beşeriyet için getirdiği hoşgörü ve cömertliktir. Bu, bencillik, cimrilik, tamahkarlık, azgınlık ve susuzluğun kavurucu sıcağında yorgun düşmüş beşeriyetin sığındığı sürekli bir gölgeliktir. Nihayet bu, borç veren-borç alan ve bütün bunları gölgesinde barındıran toplum için bir rahmettir.

Bu sözlerin, çağdaş materyalist cahiliyenin kuraklığında yetişen bedbaht akıllarda "makul" bir anlam ifade etmeyeceğini, taşlaşmış, ahmak duyguların bunların tatlı zevkine varamayacağını biliyoruz. Bunlar özellikle, başlarına bir felaket gelip mal, yiyecek, giyecek, ilaç ve bazan ölülerini gömmek için paraya muhtaç olduğu halde şu materyalist, alçak, pinti ve cimri dünyada kendilerine uzanacak bir yardım elini bulamayan, bu yüzden zorunlu olarak vahşilerin yuvalarına sığınan muhtaç ve felaketzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi ve zaruretlerinin karşılanması amacıyla kendi istekleriyle koşarak ayaklarıyla kapana düşmesini, köpekler gibi ağızlarını yalayarak avlarını kollayan yırtıcı faizcilerdir... Gerek böylesi, gerekse, suçlarını hoş göstermek ve korumak için varolan ve faizin bunların kasalarına yasal yollardan girmesini sağlamak için çırpınan bir yığın ekonomik kuramı, bilimsel eseri, profesörü, enstitüyü, üniversiteyi, tüzük ve kanunu, polisi, yargı organlarını ve orduları arkasına alan bankerlik kuruluşları ve bankalarda muhteşem bürolarında rahat koltuklarına kurulan diğerleri olsun farketmez...

Biz, bu sözlerin o kalplere ulaşamayacağını biliyoruz... Buna rağmen biliyoruz ki, bu sözler gerçeğin ta kendisidir. Ve insanlığın mutluluğunun bunları dinleyip sarılmasına bağlı olduğuna da içtenlikle inanıyoruz.

"Eğer borçlunuz darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tayın. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır."

İslâm'da darda olan borçlu, borç sahibinden ya da kanun ve mahkemeden kurtulamaz. Ancak eli genişleyene kadar beklenir. Sonra müslüman toplum bu darda kalmış borçluyu bırakacak değildir. Ayrıca yüce Allah, borç sahibini, .şayet bu iyiliği istiyorsa borcunu sadaka olarak bağışlamaya davet etmektedir. Bu işin altında gizli olanı, yüce Allah'ın bildiğini bilseydi bunun hem kendisi, hem borçlu, hem de dayanışmalı hayat için çok daha iyi olduğunu bilirdi.

Çünkü, borç verenin, darlıkta olup borcunu ödeyemediği halde borçluyu sıkıştırıp boğazını sıkması faizin iptal ediliş hikmetinin büyük bir kısmım ortadan kaldırır. Burada emir, -şart ve cevap şeklinde- eli genişleyip ödeyebilecek duruma gelene kadar beklemek şeklindedir. Hemen yanında da varlık durumunda borcun tümünün ya da bir kısmının sadaka olarak bağışlanması yer almaktadır.

Bununla beraber borcunu ödeyip hayatını kolaylaştırması için diğer ayetlerde zekat dağıtımında dara düşmüş bu borçluya pay ayrılmaktadır: "Kuşkusuz sadakalar; fakirler, miskinler... ve borçlular içindir."·(Tevbe Suresi, 60)

Bunlar borçlarını şehvetleri ve zevkleri uğruna harcamayıp iyi ve güzel şeyler için harcayan, ancak şartların bu duruma soktuğu kimselerdir. Arkasından, ayetin devamında, mümin nefsi titretecek ve bütün borcunu

ödeyip hesap günü Allah'ın huzuruna kurtulmuş olarak çıkmayı temenni ettirecek tarzda derin ilhamlar gelmektedir:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
281- .4llah `a döneceğiniz ve sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazancının eksiksiz olarak verileceği günden korkun.
Allah'a dönülüp herkesin kazancının eksiksiz verileceği gün, mümin kalpte etkisi ve mümin vicdanında sürekli korku salan bu manzara zor bir gündür. Bugünde yüce Allah'ın önünde durmak, insanın varlığını sarsacak bir duygudur.

Bu uyarı muamele atmosferine; alış-veriş... kazanç ve muhalefet havasına uygun düşmektedir. Çünkü bu, geçmişte olan herşeyin bütünüyle tasfiye edileceği ve geçmişte bulunanlar arasındaki şeyler hakkında son hükmün verileceği gündür. Mümin kalbin bu günden korkup sakınması en iyisidir.

Kuşkusuz takva, vicdanın derinliğinde gizlenen bir bekçidir. İslâm onu oraya yerleştirmektedir. Öyle ki kalp artık ondan kurtulamaz, çünkü O, bu derinliklerde yeretmiştir.

Bu son derece güçlü, yeryüzünün pratiğinde temsil edilen, cömert, yumuşak, Allah'ın beşeriyete rahmeti, insana ikramı, ancak beşeriyetin ondan kaçtığı, Allah'ın ve insanların düşmanı olanların engelledikleri düzen olan İslâm'dır.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
282- Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin. Bu hesabı yazıcıya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın.

Bu işleminize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz, eğer iki erkek şahit bulunmaz ise karşılıklı olarak onayladığınız bir erkek i!e iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın. Şahitler çağrıldıklarında gitmemezlik etmesinler.

Borç küçük olsun büyük olsun onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz.

Bu Allah katında en dürüstçe şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur.
Yalnız aranızda peşin b!r alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur. Alış-veriş yaparken de şahit tutun. Ne yazana ne de şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi gösteriyor. Allah herşeyi bilir.

283- Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, karşılıklı olarak alınan rehinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış iseniz kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin. Rabbi olan Allah'tan korksun. Sakın şahitliği saklamayın. Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir.
Borç, ticaret ve rehin'e özgü bu hükümler, sadaka ve faiz derslerinde geçen hükümlerin tamamlayıcısı konumundadırlar. Geçen bölümde faizle muamele, faizle borç verme ve faizle alış-veriş hayattan uzaklaştırılmıştı. Burada ise faiz ve kâr olmaksızın güzel borçtan (Karz-ı Hasen) ve faizden arınmış peşin ticari işlemlerden sözedilmektedir.

İnsan; yasal düzenlemede hayret verici dikkat unsurunu öne çıkarıp hiçbir lafı diğerinin yerine geçirmemesi, hiçbir maddeyi olması gerekenin öncesine almadığı gibi sonraya da bırakmaması, yasal düzenlemelerde gösterilen bu kesin dikkatin, ifadenin güzelliğini ve parlaklığını bozmayacak şekilde olması, hükmün kanuni yönünü ihlal etmeksizin şeriatı dini duygulara latif nüfuzlu, derin ilhamlı ve güçlü etkisiyle bağlaması; anlaşan taraflar, şahitler ve yazanların konumuna ilişkin muhtemel etkenleri gözönünde bulundurması, bu etkenlerin tümünü bertaraf edip her ihtimal için ihtiyat payı bırakması ve yasal noktayı yeterince belirtmeden bir noktadan diğerine geçmemesi ve ancak aralarındaki bağa işaret edilmesi gereken yeni bir noktayla bağları ortaya çıkması durumunda aynı noktaya yeniden dönmesi bakımından Kur'an'ın yasal düzenlemelerde bulunurken kullandığı bu ifade tarzı karşısında hayret ve şaşkınlık içinde kalıyor.

Kuşkusuz buradaki şer'i hükümleri bildiren ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük, duygulandırıcı ve yönlendirici ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük kadar vardır. Hatta bunun daha açık ve daha güçlü olduğu söylenebilir. Çünkü buradaki hedef son derece incedir. Bir kelime bu inceliği değiştirebilir; bu yüzden bir kelimenin yerine başka bir kelime kullanma yönüne gidilmemiştir. Şayet bu vecizlik olmasaydı mutlak teşrii incelik ile mutlak edebi güzellik bu kadar eşsiz bir tarzda gerçekleşemezdi.

Çağdaş hukukçuların itiraf ettiği gibi bu, İslâm şeriatının, bu ilkeleriyle medeni ve ticari kanunu on asır geride bıraktığı bir üstünlüktür.

BORÇLAR YAZILMALIDIR


"Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdi;iniz zaman bunu yazınız..."

Bu, yerleştirilmesi istenen genel bir ilkedir. Çünkü yazmak, ayetle farz kılınmış bir emir olup ayetin sonunda hikmeti açıklanacağı gibi belli bir süre için borç verme durumunda isteğe bırakılmış bir işlem değildir.

"..içinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın..."

Buda, borcun yazılma işlemini yürütecek bir kişinin belirlenmesi ile ilgilidir. O da, yazacak biridir, anlaşmaya taraf olanlardan biri değil. Anlaşmaya taraf olanların dışında üçüncü bir kişi gerektirmesi ihtiyat ve mutlak tarafsızlık içindir. Yazanın da iki taraftan birine meyletmeden, metinde eksiltme veya arttırmaya gitmeden dürüstçe yazması gerekmektedir.

"..Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin..."

Burada yüce Allah'ın yazan kişiye yüklediği sorumluluk, yazmayı geciktirmemesi, çekinmemesi ve nefsine ağır gelmemesidir. Bu, yüce Allah'ın hüküm bildiren ayetle farz kıldığı bir emirdir, dolayısıyla bu konudaki hesapları Allah'a kalmıştır. Üstelik bu, nasıl yazması gerektiğini öğreten yüce Allah'ın nimetine şükretmektir... "...Yazsın..." Allah'ın kendisine öğrettiği gibi...

Burada yüce kanun koyucu, belli bir süre için verilen borçların yazılmasına ilişkin ilkenin yerleştirilmesini, yazma işlemini yürütecek kişinin belirlenmesini ve ona yazma sorumluluğunun yüklenmesini, Allah'ın, üzerindeki nimetini hatırlamasıyla ilgili latif teklif ve adaletli davranmasını ilham ettirmekle beraber, bitirdikten sonra yazma işinin nasıl olacağını açıklayan aşağıdaki maddeye geçiyor.

"...Bu hesabı yazıcıya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın..."

Yazıcıya borcunun miktarını, şartını ve süresini söyleyecek ve yazdıracak, -yükümlülük altına giren- borçlunun kendisidir. Bunun sebebi, borç verenin dikte ettirmesi halinde borcun miktarını arttırmak, süreyi kısaltmak veya kendi yararına belli şartlar zikretmek suretiyle borçluyu aldatması endişesinin bertaraf edilmesidir. Borcu olan zayıf bir konumdadır. İhtiyacını gidermeye şiddetle muhtaç olduğundan itiraz etmeyebilir, dolayısıyla aldanabilir. Borçlu yazdıracak olsa, kendisinden istenen bağları güzel bir duyguyla yazdırır. Sonra kendisi yazdırınca, ilerde borcunu kabullenmesi için daha sağlam ve güvenilir bir yöntemdir. Aynı zamanda borcunu yazdıran borçlunun vicdanını harekete geçirip kararlaştırılan borçtan ve diğer şartlardan herhangi bir şeyi eksik yazdırmak hususunda Allah'tan korkmasını temin içindir bu emir. Şayet borçlu aptal ise, kendi işini idare etmesi doğru değildir. Ya da zayıf ise, -yani küçük veya akli seviyesi düşük ise- veyahut konuşma bozukluğu, bilgisizlik, dilde herhangi bir arıza, hissi ve akli bir sebepten dolayı yazdıramayacak olursa, işlerini üstlenen velisinin "...dürüstçe..." yazdırması gerekmektedir. Borç şahsına ait olmadığından veli konumunda olan kişinin az da olsa gevşek davranması mümkün olduğundan anlaşmanın sağlıklı yürümesi, güvencelerin herkesi kapsaması burada dürüstlüğün zikredilmesi dikkatli davranmak için gereklidir.

Bununla, bütün yönleriyle yazma işlemine ilişkin açıklamalar son bulmaktadır. Bundan sonra yüce kanun koyucu başka bir noktaya, şahitlik noktasına geçmektedir.

"...Bu işlemlerinize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz. Eğer iki erkek şahit bulunmaz ise karşılıklı olarak onayladığınız bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın..."

Sözleşmelerde "...onayladığınız şahitlerden..." iki şahidin olması kaçınılmazdır. Onaylamak iki anlama gelmektedir: Birincisi; şahitlerin toplum içinde adil ve sevilen kişilerden olması, ikincisi; sözleşmeye taraf olanların şahitliklerini onaylamasıdır... Ancak belli şartlarda iki şahidin bulunması pek kolay olmaz. Bu noktada şeriat, kolaylaştırma yönüne gitmekte ve kadınları şahitlik yapmaya çağırmaktadır.

Ancak, dengeli müslüman toplumda geleneksel olarak bu tür işleri erkekler yaptıklarından, esas olarak onları şahitlik yapmaya çağırmaktadır. Çünkü müslüman toplumda kadınlar geçimlerini sağlamak için çalışmak zorunda değildirler. Böylece İslâm, kadının anneliğini, kadınlığını ve bugün içinde yaşadığımız bedbaht, sapık toplumdaki kadınlarda olduğu gibi, çalışmakla elde edeceği birkaç lokma, birkaç kuruşa karşılık insanlığın en değerli hazinesi ve gelecek neslin temsilcisi olan çocukları yetiştirme görevini korumuş olmaktadır. Şayet iki erkek bulunamazsa, bir erkekle, iki kadın bulunsun. Ancak niye iki kadın?.. Ayet-i kerime varsayımlar ileri sürmemize imkan bırakmıyor. Çünkü kanun koymada her hükmün sınırları belirlenmeli, açıklığa kavuşturulmalı ve nedenleri bildirilmelidir.

"...Biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın..." Buradaki yanılma birçok nedenden kaynaklanabilir. Öncelikle kadının anlaşmalar konusundaki eksik bilgisin, den ve bütün inceliklerini ve şartlarını kavramamasından kaynaklanır. Bu yüzden gerektiğinde dikkatli bir şahitlikte bulunabilmesi için olay hakkında zihninde bir tür açıklık olmaz. Bu noktada konunun şartlarını diğeriyle birlikte hatırlamaya çalışırlar. Ayrıca kadının heyecanlı tabiatı da yanılmaya neden olabilir. Çünkü biyolojik, uzvi annelik görevi kadında zorunlu olarak ruhsal tepki meydana getirmiştir. Bu zorunluluk kadını, çocuğunun isteklerini düşünmeden ve gecikmeden, çabucak ve canlılıkla karşılık vermesi için duygusallık ve acelecilikle karşılık vermesini gerektirmektedir. Bu, Allah'ın kadına ve çocuğa olan bir lütfudur. Kadının bu tabiatı bölünemez. Çünkü kadın -şayet dengeli bir kadınsa bu tabiata sahip bir bütündür. Ayrıca bu tür işlemlerde anlaşmalara şahitlik yapmak, bütünüyle heyecandan arınmayı ve olaylar üzerinde etkilenmeden ve duygulanmadan durup düşünmeyi gerektirmektedir.

Burada iki kadının bulunması -herhangi bir nedenden dolay yanılacak olursa- diğerin hatırlatması için bir garanti konumundadır. Böylece hatırlamaları ve olayı yalın bir şekilde aktarmaları sağlanmış olur.

Ayetin başında yüce Allah, yazmaktan kaçınmamaları için hitabı, yazanlara yönelttiği gibi burada da şahitlikten kaçınmamaları için şahitlere yöneltmektedir.

"... Şahitler çağrıldıklarında gitmemezlik etmesinler."

Buna göre şahitlik için çağrı yapıldığında karşılık vermek isteğe bağlı olmayıp farzdır. Çünkü şahitlik, adaletin yerine gelmesi ve hakkın gerçekleşmesi için bir araçtır. Ve bunu yüce Allah, şahitlerin zorlanmadan, çekinmeden, içtenlikle ve isteyerek şahitlik yapmaya gitmeleri için emretmektedir. Ayrıca şahitler, şahitlik teklifi anlaşmaya taraf olanların ikisinden ya da birinden gelse bile her ikisi veya biri hakkında eklemede bulunmamalıdırlar.

Burada şahitlik hakkındaki söz noktalanmakta ve yüce kanun koyucu başka bir hedefe, şer'i hükmün konmasındaki genel hedefe geçmektedir. Burada büyük olsun, küçük olsun- tüm borçların yazılmasının zorunluluğunu belirtmekte vé küçük borç yazılmaya değmez ya da iki arkadaş arasındaki hoş görünmek, utangaçlık, tembellik ve önemsememek gibi nedenlerden dolayı yazmak zorunlu değildir gibi nefse yazmanın ağırlığını hatırlatan duyguları tedavi etmektedir. Sonra yazmanın gerekliliğinin nedenini duygusal ve pratik nedenlerle güçlendirmektedir.

"...Borç küçük olsun, büyük olsun, onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz. Bu Allâh katında en dürüstçe, şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur."Üşenmeyiniz...Bu,işin sorumluluğunun değerinden fazla olduğunu hisseden insan ruhunun tepkilerini kavramanın ifadesidir. "Bu, Allah katında en dürüstçe olanıdır..." Adalete en uygunu ve en iyisidir. Ayrıca bu, yüce Allah'ın bu davranışı sevip beğendiğini bilinçlere ilham ettirmektedir. "...Şahitlik için en sağlam... olanıdır"

Herhangi birşey hakkında yazılmış bir şahitlik yalnızca hafızaya dayanan sözlü şahitlikten daha sağlamdır. İki kişinin ya da bir erkek iki kadının şahitliği, bir şahitlikten daha sağlam ve bir erkek veya kadının şahitliğinden daha doğrudur. "...ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur." Gerek anlaşmanın kapsadığı açıklamaların doğruluğu hakkında gerekse iş bağlanmadan bırakıldığında sizin ve sizden başkalarının nefsinde meydana gelebilecek şüphelerin yok edilmesine daha yakındır.

Böylece bu uygulamaların tümünün hikmeti ortaya çıkmakta ve iş yapanlar, bu hükmün zorunluluğu, hedeflerinin inceliği ve uygulamasının doğruluğu konusunda ikna olmaktadırlar. Çünkü bu doğruluk dikkat, güven ve huzurun ta kendisidir.

Belli bir süre için verilen borçlar konusunda uygulama böyledir. Peşin ticarete gelince buradaki satış yazılmaktan müstesnadır.

Sözleşmenin zorlaştırdığı, çabucak tamamlanan ve kısa bir süre içinde yenilenen ticari işlemlerin kolaylaşması için bu tür işlemlerde şahitlerin şahitliği ile yetinilir. Çünkü İslâm, her şartı gözeterek hayatın her alanı için hükümler koyar. İslâm şeriatı, içinde karmaşıklık bulunmayan, pratik ve gerçekçi bir şeriattır. Onda hayatın kendi tabii yolunda seyrine devam etmesini engelleyecek hiçbir hükme rastlanmaz.

".. Yalnız aranızda peşin bir alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur. Alış-veriş yaparken de şahit tutunuz."

Ayetten anlaşıldığına göre peşin ticarette yazmama, sakıncası bulunmayan bir ruhsattır. Ancak şahitlik zorunludur. Şahitliğin de mendup olup zorunlu olmadığına ilişkin bazı rivayetler olsa da tercih edileni budur.

Belli bir süre için verilen borç ve peşin ticarete ilişkin hükümler, her ikisinin de gerek zorunlu gerekse ruhsatlı olarak yâzma ve şahitlik şartlarında buluşturarak son bulmuştu. Şimdi ise daha önce görevleri belirlenen yazıcı ve şahitlerin hakları belirlenmektedir. Onlara yazmaktan veya şahitlikten kaçınmamaları zorunluluğu getirilmişti. Şimdi de genel sorumlulukların yerine getirilmesinde hak ve görev dengesinin içinde onların korunmasının zorunluluğu dile getirilmektedir.

"...Ne yazana ne şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi öğretiyor. Allah herşeyi bilir."

Allah'ın farz kıldığı görevlerini yerine getirmeleri nedeniyle yazana veya şahide herhangi bir zarar gelmemelidir. Böyle bir şey sözkonusu olursa bu sizin hesabınıza Allah'ın şeriatından çıkmak ve onun yoluna karşı durmaktır. Bu da kaçınılmaz bir tedbirdir. Çünkü yazanlar ve şahitler çoğu zaman anlaşmaya taraf olanlardan birinin öfkesine maruz kalabilirler. O halde, kendilerine güvenmelerini, görev sorumluluğu içinde, zimmet, emanet, gayret ve her hâlükarda tarafsızlık içinde görevlerini yerine getirmelerini sağlamak için birtakım güvencelerden yararlandırmak gerekmektedir. Sonra -sorumluluğun yalnızca hükmün baskısı olmaktan çıkıp ruhların derinliklerinden gelmesi için Kur'an'ın her zaman sorumluluk yüklemek istediğinde vicdanları uyandırmak ve duyguları harekete geçirmek için yaptığı gibi- ayet-i kerime müminleri sonunda Allah'tan korkmaya davet etmekte, yüce Allah'ın onlara iyilik yaptığını, onlara, öğretip doğruluğa iletenin O'nun olduğunu hatırlatmakta ve bu nimetin hakkını, itaat, hoşnutluk ve boyun eğme ile ifa etmeleri için O'ndan korkmanın kalplerini bilgiye açtığını ve ruhlarını öğrenmeye hazırladığını bildirmektedir.

"Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi öğretiyor. Allah herşeyi bilir."

Sonra yüce kanun koyucu aradaki genel hükmün içinde zikretmeyip özel şartlardan dolayı bir başka ayete bıraktığı borca ilişkin hükümlerin tamamlanmasına dönmektedir. Buna göre borç veren ve alan yolculuk yapıyorlarsa ve yazacak birini bulamıyorlarsa yüce kanun koyucu işlerin kolaylaşması için ödeme garantisiyle, borcun miktarını içeren birşeyin borç verene rehin bırakılmasıyla yazmaksızın sözlü anlaşmaya izin vermektedir.

"Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, karşılık olarak alınan rehinler yeterlidir."
Burada yüce kanun koyucu, Allah korkusunun etkisiyle emanet ve söze riayet hususunda mümin vicdanları harekete geçirmektedir.

İşte bu, tüm yasaların uygulanması, malların ve rehinlerin özenle korunup sahiplerine iadesi için en son güvencedir. "Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış iseniz, kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin, Rabbi olan Allah'tan korksun." Borçlunun üstlendiği borç ona emanettir, borç verenin rehin aldığı mal da ona emanettir. Her ikisi de Rabbleri olan Allah korkusu adına emanetleri vermeye çağrılmaktadırlar. Rabb; idare eden, terbiye eden, efendi, hükmeden ve kadı anlamlarına gelmektedir.

Bu anlamların herbiri, iş yapma, emanet etme ve eda etme durumlarında duygulandırıcı etkiye sahiptir... Bazı görüşlere göre bu ayet, karşılıklı güven durumunda yazmayı emreden ayeti neshetmiştir. Ancak biz bu görüşte değiliz. Çünkü yazma, yolculuk durumu dışında bütün borç işlemlerinde farzdır. Güvenme ise bu duruma özgüdür. Bu durumda borç veren ve alan birbirine güvenmektedirler.

Takvaya yöneltici bu duygulandırmanın gölgesinde şahitlik konusu -bu defa mahkeme sırasındaki şahitlikten sözediliyor, anlaşma anındakinden değil- tamamlanmakta ve bunun şahidin boynuna ve kalbine bir emanet olduğu bildirilmektedir.

"...Sakın şahitliği saklamayınız. Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır."

Ayet-i Kerime burada, her ikisinin de tamamlandığı nokta kalp olduğundan, günahı gizlemek ile şahitliği saklamak arasında bir uygunluk kurmak için kalbe yüklenmekte ve günahı ona dayandırmaktadır. Ardından hiçbir şeyin Allah'a gizli olmayacağına ilişkin örtülü bir tehdit yer almaktadır: "...Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir." Herşeye, kalplere gizlenmiş, günahları ortaya çıkaran ilmi gereğince karşılığını verir.

Sonra Ayet-i Kerimenin akışı, bu işareti güçlendirmek ve kalpleri, göklerin ve yerin ve her ikisinde bulunanların Maliki, gizli-açık vicdanların derinliklerinde bulunanları bilip ona göre karşılığını veren, rahmetinden ve azabından dilediği gibi kullarının akıbetinde tasarrufta bulunan ve hiçbir şeyden sorumlu olmadan dilediğini yapmaya kadir olan yüce Allah'tan korkmak için harekete geçirmektedir.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
284- Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah sizi onun yüzünden hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder ve dilediğini azaba çarptırır. Hiç şüphesiz Allah'ın herşeye gücü yeter.
Böylece tamamen medeni hukukla ilgili bir hükmün konusunun ardında sırf bilince yönelik bir direktif yer almakta, hayatla ilgili yasalarla, hayatın yaratıcısı arasında bir ilişki kurulmakta, yerin ve göklerin hükümranına karşı duyulan korku ve umuttan meydana gelen bu sağlam bağ sayesinde yasal düzenlemelerden oluşan güvencelere kalbin derinliklerinde yeralan güvencelerde eklenmektedir. Bu da İslâm şeriatının müslüman toplum içinde müslümanların kalplerine yerleşen en sağlam ve en belirgin güvencesidir. İslâm, öncelikle kendisi için şeriat vazedeceği kalpleri ve kanunlarını uygulatacağı toplumları oluşturur. Çünkü İslâm, her yönüyle mükemmel, ahenkli ve ilahi bir sistemdir. Hem eğitim hem de şer'i düzendir. Hem takva hem otoritedir. Aynı zamanda insanın yaratıcısının insan için seçtiği hayat metodudur.

Peki, yeryüzü kaynaklı düzenlere, kanunlara ve metotlara ne demeli? Ömrü, bilgisi ve görüşü sınırlı, heva ve hevesi daldan dala konup hiçbir zaman istikrar bulmayan, iki kişinin aynı görüş, düşünce ve anlayış üzerinde anlaştığı pek az olan insanın bakış açısına ne demeli?

Kendini yaratan, yarattığını ve her an ve her durumda yarattığının yararına olanı bilen Rabbinden uzaklaşan beşeriyete ne demeli?

Kuşkusuz Allah'ın hayat için koyduğu metottan ve düzenden uzaklaşmak beşeriyet için bir bedbahtlıktır. Bu bedbahtlık, Batıda, zorba ve azgın kiliseden ve onun adına konuştuğunu iddia ettiği tanrısından, onun adına insanları düşünüp anlamaktan alıkoymasından, yine onun adına alınan ağır vergilerden ve bu korkunç hükümlerden kaçış şeklinde başladı. İnsanlar bu kâbustan kurtulmaya karar verdiklerinde kiliseden ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ancak bu işi makul bir noktada durdurmadılar. Daha da ileri giderek kilisenin tanrısından ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ardından, yeryüzündeki hayatlarında Allah'ın metoduyla kendilerine öncülük eden dinin tümünden uzaklaştılar. İşte bu bir bedbahtlıktı, bïr felaketti... Ya bize... -kendi kendini müslüman sanan bize- ne oluyor?.. Bize ne oluyor da, Allah'tan, O'nun hayat metodundan, şeriatından ve kanunundan kaçıyoruz?.. Hoşgörülü ve sağlam dinimiz, üzerimizdeki tüm zincirleri parçalamış, bütün ağırlıkları kaldırmış, bize rahmet, hidayet, kolaylık ve hidayete, ilerlemeye ve kurtuluşa götüren yolda istikamet bahşetmişken bize ne oluyor?..

Burası, bu büyük surenin sonucudur. Kur'an'ın en uzun suresi olması bakımından büyük kelimesinin ifade ettiği anlamda olduğu kadar imani düşüncenin temelleri, müslüman cemaatin niteliği, hareket yöntemi, sorumlulukları, yeryüzündeki konumu, varlık içindeki rolü, kendisine karşı koyan düşmanlarının konumu, tabiatları, kendisine karşı tutuştukları savaşta başvurdukları taktiklerin mahiyeti bir yönden onların çıkardığı gailelerin savuşturulması için kullanacağı yöntemi, diğer yandan onların bedbaht akibetlerinden korunması gibi kabarık ve geniş bir bölümünü temsil eder. Konularıyla da büyüktür bu sure. Ayrıca sure, insanın yeryüzündeki rolünü, tabiatını, fıtratını, beşer tarihinde ve gerçek hikayelerinde görüldüğü üzere düşülen hataları ve uzun ayetlerinin sunulması sırasında ayrıntılarıyla ele alınan daha birçok sorunu açıklamaktadır.

Şu iki ayet, bu büyük surenin sonunu teşkil etmektedir. Her iki ayet, surenin büyük bir kısmının tam bir özeti olduklarından sureye yakışan, onun konuları, atmosferi ve hedefleriyle uyum içinde bir sonuç meydana getirmektedirler.

MÜMİNLERİN İMANI

Sure, yüce Allah'ın şu sözleriyle başlamıştı:

"Elif, lam, mim... Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap takva sahipleri için hidayet kaynağıdır. Onlar görmediklerine inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve Ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir."

Bu gerçeğe, özellikle de bütün Resullere iman gerçeğine orada işaret edilmişti. İşte aynı konu yüce Allah'ın şu sözüyle son bulmaktadır:

"...Peygamber kendisine rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız'..." Bu, bir kitabın iki kapağı gibi surenin başlangıcıyla uyuşan bir sonuçtur
.
Sure, müslüman ümmetin sorumluluklarının birçoğunu ve hayatın çeşitli alanlarına ilişkin hükümleri içermektedir. Nitekim, İsrailoğulları'nın sorumluluk ve şeriatlarından yüz çevirmeleri de sözkonusu edilmektedir. Surenin sonunda, sorumlulukları yerine getirme ile onlardan kaçınma arasındaki ayırıcı sınırı belirleyen, yüce Allah'ın bu ümmete zorluk ve ağırlık dilemediği gibi -yahudilerin Rabbleri hakkında iddia ettikleri gibi- onlara ayrıcalık tanımadığını ve başıboş bırakmadığını açıklayan şu Ayet-i Kerime gelmektedir."

"...Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır."

Sure İsrailoğulları'nın kıssalarından bazılarını içermekte, yüce Allah'ın onlara lütfundan verdiği nimetleri ve onların bu nimetlere nankörlükle karşılık vermelerini, ayrıca yüce Allah'ın onlara bir kısmı öldürme cezasına varan keffaretler yüklediğini açıklamaktadır. "Yaratıcınıza tevbe edin ve kendinizi öldürün."·(Bakara Suresi, 54)· Surenin sonunda müminlerin şu mütevazi duası yeralmaktadır:

"Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi, bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma. Bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle..."

Surede, küfrün ve kâfirlerin kovulması için müminlere savaş farz kılınmış, Allah yolunda cihad ve infakla emrolunmuşlardı. Aynı sure, sorumlu kulların, yerine getirmede yardımı ve düşmanlarına karşı zafer dilemek için müminlerin Rabblerine yönelişleriyle son buluyor.

"...Sen mevlamızsın bizim, kâfirlere karşı yardım et bize." Bu, surenin ana çizgisini özetleyen, ona işaret eden ve ona uyan bir sonuçtur.


Şu iki ayette yeralan her kelimenin, ayrı bir yeri, değişik bir yolu ve kapsamlı bir yol göstericilik özelliği vardır. Onların herbiri, ibarede, arka-planda yeralan -daha büyük olan- akidenin hakikatlerini, bu dinde imanın tabiatını, özelliklerini ve yönlerini, müminlerin Rabbleri ile olan durumlarını, bu kelimelerle yüce Allah'ın onlardan istediği düşüncelerini, bunlarla farz kıldığı sorumluluklarını, O'nun himayesine sığınmalarını dilemesine, teslimiyetlerini ve O'nun yardımına dayanmalarını temsil etmek için yer almaktadırlar. Evet... Her kelimenin olağanüstü bir şekilde yerine getirdiği önemli bir rolü vardır. Kur'an'ın gölgesinde yaşayan, onun ifadesindeki sırlardan az birşeyi kavrayan ve her ayette bu sırlara muttali olan ruhlarda bile bu rolünü olağanüstü bir şekilde oynamaktadır. O halde bu ayetleri ayrıntılarıyla ele almaya çalışalım.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
285- Peygamber kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk veuyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır' dediler."

Bu, müminlerin içinde iman gerçeğinin pratik olarak temsil edildiği seçkin cemaatin ve bu ulu gerçeği temsil eden her topluluğun tablosudur. Bu yüzden yüce Allah, üstün iman gerçeği konusunda onlarla peygamberleri birlikte zikretmek suretiyle onları onurlandırmıştır. Bunu, yüce Resul gerçeğini idrak eden mümin cemaat anlayabilir. Yüce Allah'ın onlarla peygamberi bir sıfat altında Kur'an'ın bir ayetinde birlikte zikretmekle ne kadar yüce bir makama yükselttiğini bilirler.

"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de..."

Peygamberlerin, kendisine Rabbi tarafından indirilenlere iman etmesi, doğrudan algılanan bir imandır. Tertemiz kalbinin yüce vahyi almasıdır.

Hiçbir çabada, hiçbir girişimde bulunmaksızın, bizzat varlığında, somutlaşan gerçeğe aletsiz, araçsız, doğrudan bağlanmasından kaynaklanır bu iman. Bu, vasfetmeye imkan bulunmadığı gibi tadına varandan başkasının tavsif edemediği bir iman derecesidir. Gerçek anlamda tadına varamayandan başkası da bu tavsiften birşey anlayamaz zaten. Bu imanı, -peygamberin imanı- yüce Allah mümin kullarına bahşetmiş ve onları peygamberiyle aynı sıfat altında birleştirmiştir. Ancak peygamberin yapısı ile bu gerçeği doğrudan mevlasından almayan başkalarının yapısının bu imanın zevkine varması farklı olacaktır, haliyle. Bu imanın tabiat ve sınırı nedir?

"Hepsi birlikte Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz! Dönüşümüz sanadır' dediler."

Bu, İslâm'ın getirdiği kapsamlı imandır. Bu iman, Allah dininin varisi, Kıyamete kadar yeryüzünde davet görevini yürüten, kökleri zamanın derinliklerine inen, beşer tarihi boyunca uzanan davet, Resul ve iman kervanında yol alan bu ümmete yakışır bir imandır. Bu iman başlangıçtan sona kadar bütün insanlığı iki gruba ayırır; müminler ve kâfirler... Allah'ın taraftarları (hizbi), Şeytanın taraftarları (hizbi)... çağlar boyu, bunların dışında bir üçüncü durumun varlığı sözkonusu olmamıştır.

"Hepsi birlikte Allah'a... inandılar."

İslâm'a göre Allah'a iman; düşüncenin, hayata egemen olan metodun, ahlâkın, ekonominin, orada-burada müminlerin yaptığı her hareketin temelidir.

Allah'a iman, O'nun uluhiyet, rububiyet ve kulluk kılınma hususunda birlenmesi, dolayısıyla insanın vicdanına ve hayatla ilgili herhangi bir konudaki tavrına tek başına O'nun egemen olması-anlamına gelmektedir.

Buna göre uluhiyet ya da rububiyette ortağı olmadığı gibi yaratma ve düzenlemede, tasarrufunda da ortağı yoktur. Varlık alemi ve hayat üzerindeki tasarrufuna kimse müdahale edemez. İnsanlara onunla birlikte rızık veren biri yoktur. O'nun dışında kimse zarar ya da yarar dokunduramaz kimseye. O'nun izni ve rızası olmadan varlık aleminde küçük-büyük hiçbir şey meydana gelemez.

Gerek sembolik kulluk davranışları şeklinde olsun gerekse boyun eğme ve itaat etme şeklinde olsun insanların kullukta yönelecekleri ortaklar yoktur. Allah'tan başkasına kulluk sözkonusu olamayacağı gibi O'na ve O'nun emri ve şeriatı uyarınca hareket etmek suretiyle gücünü kendisinden başka otorite bulunmayan kaynaktan alan başkasına itaat de sözkonusu olamaz. Bu imana göre, insanların vicdanları ve davranışları üzerindeki egemenlik tek başına Allah'a aittir. Buna göre şeriat, ahlâk kuralları, toplumsal ve ekonomik düzen tek başına egemenlik sahibi olan yüce Allah'tan alınmalıdır.

İşte Allah'a imanın anlamı budur. Artık insan; Allah'ın dışında herkesin yanında özgür, Allah'ın koyduğu şeriatten kaynaklanmayan sınırlamaların bağından serbest ve otoritesini Allah'tan almayan her gücün karşısında son derece güçlü olur.

"...ve meleklerine... inandılar."

Allah'ın meleklerine iman, surenin başında -birinci cüzde de- insan hayatındaki öneminden sözettiğimiz gaybe iman etmenin bir yönünü oluşturmaktadır. Bu inanç insanı, hayvanlara özgü duygular noktasından alıp bu hayvani çerçevenin ötesindeki bilgiyi algılayacak aşamaya getirir bununla da belirgin özellikleriyle "insanlığını" (Bakınız Fatiha suresinin açıklamalarına) ilan eder. Aynı zamanda bu inanç, insanın, fıtratı gereği varlığını hissettiği ancak duygularıyla kavrayamadığı, bilinmez şeylere olan fıtri tutkusuna da cevap teşkil etmektedir. Şayet bu fıtri tutkusunu yüce Allah'ın kendisine bahşettiği gibi gayp gerçeği ile tatmin etmezse, bu açlığını gidermek için ya efsanelerin, hurafelerin ardına düşecek ya da insan varlığı sarsıntı ve bunalımlara maruz kalacaktır.

Meleklere iman; insan idrakinin kendisi için hazırlanan duygu ve akli araçlarla bizzat öğrenmeye imkan bulamadığı gayp gerçeğine inanmaktır.

İnsan varlığı, gaybi gerçeklerden herhangi birşeyi bilme arzusuna sahip bir özellikte yaratılmıştır. Bunun için, insanı yoktan vareden, bünyesini, arzularını, kendisi için yararlı olan şeyleri ve kendisini ıslah edecek şeyleri hakkıyla bilen yüce Allah, insana gaybi gerçeklerden bir kısmını göstermeyi ve her ne kadar kişisel yetenekleri buna ulaşmaya yetmese de görüşünde somutlaşması için yardım etmeyi dilemiştir. Bununla yüce Allah, bilmedikçe bünyesinin ve fıtratının düzenlemeyeceği, elde etmediği sürece gönlünün tatmin olmayıp istikrar bulamayacağı bu gerçeklere ulaşmak uğruna enerjisini dağıtıp yorulmaktan kurtarmıştır. Fıtratına baskı yapıp, gayp gerçeklerini hayatlarından silmek isteyenlerin bazısının gülünç, hurafe ve saplantıların tahakkümüne girmesi ya da akılları ve sinirleri sürekli bunalım içinde bir yığın kompleks ve sapıklıklarla dolup taşması bunun kanıtıdır.

Bütün bunlara ek olarak meleklerin gerçekliğine iman etmek -Allah'ın katından gelen kesin gaybi gerçeklere iman etmek gibidir- insanın varlık hakkındaki bilincinin ufuklarını genişletir, böylece varlık manzarası küçülerek müminin düşüncesinde duyularla kavranan bir duruma indirgenmez. Sonra mümin, kalbi çerçevesindeki mümin ruhlarla yakınlık kurar, Rabblerine iman noktasında onlara katılır, Rabbinden bağışlanma diler ve Allah'ın izniyle O'nun yardımıyla birlikte olur.

Bu, son derece latif, sevimli ve cana yakın bir bilinçtir kuşkusuz... Sonra ortada bir bilgi vardır; bu gerçeği bilme... Bu da yüce Allah'ın müminlere onunla ve melekleriyle bahşettiği bir lütuftur.

"...0'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine... inandılar, `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız' dediler."

Allah'ın kitaplarına ve hiçbirini diğerinden ayırmadan peygamberlere iman, İslâm'ın belirttiği tarzda Allah'a iman etmenin tabii sonucudur. Allah'a iman, O'nun katından gelen şeylerin sıhhatine, gönderdiği tüm Resullerin doğruluğuna, mesajlarının dayandığı temelin birliğine ve kendilerine indirilen kitapların bu temeli içerdiğine inanmayı gerektirir. Bu yüzden, müslümanın vicdanında peygamberlerin arasına fark koymak gibi bir düşünce yer etmez. Çünkü bir tek dinin son şekliyle bütün insanlığı Kıyamete kadar Allah'ın dinine davet etmek için gelen son peygamber Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberler, gönderildikleri kavmin durumuna uygun bir şekliyle Allah katından İslâm ile gönderilmişlerdir.

Böylece müslüman ümmet, bütün Risalet mirasını bu şekilde karşılayıp yeryüzündeki hayatını varisi olduğu Allah'ın dini uyarınca düzenler... Bu yüzden müslümanlar, yeryüzünde Kıyamete kadar üstlendikleri önemli rolün bilincinde olurlar. Onlar, insanlığın uzun tarihi boyunca tanıdığı en değerli hazinenin bekçisidirler. Onlar; kavmiyet, milliyetçilik, uyrukçuluk, ırkçılık, siyonizm, haçlı, sömürgecilik ve dinsizlik gibi değişik çağlarda ve değişik yerlerde farklı isim ve kavramlar altında yeryüzünde cahiliye mensuplarının kaldırdığı birçok cahiliye sancağına karşı Allah'ın -tek başına Allah'ın- sancağını taşımak üzere seçilmişlerdir.

.Müslüman ümmetin, yeryüzünde bekçisi bulunduğu ve en eski Risaletlerden beri varisi olduğu iman hazinesi, insan hayatının en şerefli ve en sağlam hazinesidir. Bu hazine; hidayet, nur, bağlılık, güven, hoşnutluk, bilgi ve yakin'den ibarettir. İnsan kalbi bu hazineden boş olduğu oranda, sıkıntı ve karanlığa gömülür ve vesvese ve kuşkulara gark olur, üzüntü ve bedbahtlığın istilasına uğrar. Bu tehlikeli bataklıkta ayaklarını nereye koyacağını bilmeden, zifiri bir karanlıkta yol almaya çalışır.

Bu gıdadan, bu yakınlıktan ve bu nurdan yoksun kalplerin feryatları her çağda duyula gelen canhıraş feryatlardır. (Ömer Hayyam şöyle der:
Ruhumda yokluğun ızdırabını hisseder gibiyim Hayatta bedbahtlıktan başka birşeyle karşılaşmadım. Ne acı! ya bir de zamanım gelmişse
Oysa henüz kaza ve kader bulmacasını çözemedim. Günlerim, geri gelmeden geçip gidiyor.

Çöllerde esen rüzgarlar gibi. Ruhun bütün yaşadığı iki gündür, Geçen, dün ve gelecek, yarın.Yarın gaybın arkasındadır, bugünse benim, Gelecek hakkında nice zanlar boşa çıkar. Bu kadar gafil değilim, gördüğüm halde, Dünyanın güzelliğine, zevkine bakmayayım. Rüyamda doğru bir ses işittim;

Uykunun gençlik kozasını açtığı görülmemiştir, Uyan, çünkü uyku ölümün ikizidir.
İç, zaten son konağın topraktan bir döşek olacaktır. Çabucak gelen ölümü gözlüyorum.
Birgün ismim varlık defterinden silinecektir. Getir, şarap sun ey sevgili?
Çünkü günlerin amacı uzun bir uykudur.

Kitab-ı Mukaddes'in "Eski Ahid" bölümünde şöyle denir: "Boşların boşu. Herşey boş. Güneş altında insanın çektiği bunca yorgunlukların yararı ne?

Bir dönem geçerken bir başka dönem geliyor. Yeryüzü ise, sonsuza kadar kalıcıdır. Güneş doğuyor, güneş batıyor. Yine doğduğu yere koşuyor.

Rüzgar güneye gidiyor, kuzeye dönüyor. Döne döne gidiyor. Dönüşlerini tekrar ediyor. Bütün nehirler denize akar ancak deniz dolmaz. Nehirler akıttıkları yere, tekrar oraya akıyorlar. Bütün sözler eksik kalıyor. İnsan herşeyden haber veremiyor. Göz, bakmaya doymuyor. Kulak da işitmekle dolmuyor. Olan oluyor. Yapılan neyse o, yapılıyor. Güneşin altında yeni birşey yoktur. Bak bu yenidir, denilecek birşey bulunsa o da bizden önceki zamanlardan kalmadır. Öncekiler hatırlanmıyor, sonrakiler de kendilerinden sonra gelenler nezdinde hatırlanmayacaklardır,) Bu da o kalplerde, hassasiyet, canlılık, öğrenmeye karşı bir arzu ve yakin'e karşı bir istek sözkonusuysa... Ahmak, ölü, donuk ve katı kalpler ise bu üzüntüyü hissetmedikleri gibi bilgiye duyulan şiddetli arzu da onları huzursuz etmez. Bu yüzden onlar, yeryüzünde dolaşan hayvanlar gibi yerler ve zevk alırlar, tıpkı onlar gibi toslaşıp tekmeleşirler veya vahşi hayvanlar gibi parçalayıp eşinirler. Böylece yeryüzünde, azgınlık, despotluk, zorbalık, saldırganlık ve bozgunculuk yayarlar. Sonuçta Allah'ın ve insanların lanetini hakederler.

Bu nimetten yoksun toplumlar, maddi konfor içinde yüzseler de açtırlar, ne kadar fazla üretim yapsalar da boşturlar, geniş bir özgürlük, güven ve dış barış ortamı sağlasalar da kaygılıdırlar. Bunun kanıtlarını günümüz toplumların-da açıkça görebiliriz. Elle tutulup gözle görülen gerçekleri inkâr eden hakikat düşmanlarından başkası bu gerçeği görmezlikten gelemez.

Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inananlar, itaat ve teslimiyetle Rabblerine yönelirler. O'na döneceklerini bilir, kusurlarının bağışlanmasını O'ndan dilerler.

"...Duyduk ve uyduk, günahlarımızı bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır, derler."

Bu sözlerde, Allah'a, O'nun meleklerine kitaplarına ve peygamberlerine imanın etkisi ortaya çıkmaktadır. Duyup itaat etmek, Allah'tan gelen herşeyi dinlemek ve O'nun emrettiği herşeye itaat etmek şeklinde ortaya çıkmaktadır bu etki. Bu da daha önce de söylediğimiz gibi yüce Allah'ı egemenlikte birlemek ve her işte O'na başvurmak demektir. Çünkü Allah'ın emrine itaat edip O'nun metodunu hayatta uygulamadıkça İslâm sözkonusu olamaz. Aynı zamanda, insanlar, büyük-küçük, hayatla ilgili herhangi bir konuda Allah'ın emrinden yüz çevirdikleri ya da ahlâk, hayat tarzı, toplum, ekonomi ve siyasetle ilgili düşüncelerini O'nun dışındaki bir kaynaktan aldıkları sürece imanın varlığından sözedilemez. Çünkü iman; kalbe yerleşip pratik hayatın doğruladığı bir olgudur.

İşitip, itaat etmekle beraber, Allah'ın nimetlerine hakkıyla şükretmekte ve O'nun farzlarını gereği gibi eda etmekte eksiklik ve acizlik yeralmakta ve hoşgörüsüyle bu eksiklik ve acizliği telafi etmesi için yüce Allah'a sığınmaktadır, mümin.

"...Bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz!.."

Bağışlama dileği, öncelikle teslimiyetin sunulması, karşı çıkma ve inkâr sözkonusu olmadan işitip-itaat etmenin bildirilmesinden sonra gelmektedir. Bunun da arkasından dönüşün yüce Allah'a olacağına ilişkin kesin inanç yeralmaktadır. Dünya ve Ahiretteki dönüşün... Her iş ve her davranışın dönüşü... Allah'tan, ancak Allah'a sığınılır. Çünkü O'nun kaderinden insanı koruyacak hiç kimse bulunmadığı gibi O'ndan gelecek kazayı da kimse defedemez. Rahmeti ve bağışlaması dışında azabından kurtuluş mümkün değildir.

"...Dönüşümüz sanadır."

Bu söz daha önce gördüğümüz gibi Ahirete imanı içermektedir. Ahirete iman; İslâm düşüncesine uygun bir şekilde Allah'a iman etmenin gereklerindendir. Bu düşünce, insanın Allah tarafından koyduğu şartlar ve ahidler doğrultusunda yeryüzünde büyük-küçük tüm faaliyetlerini kapsayacak hilafet için yani dünya hayatında denenmek ve deneme sonrasında karşılığını almak için yaşatılıp halife tayin edildiği esasına dayanmaktadır.

Ahiret ve oradaki mükafat ve azap, İslâm düşüncesine uygun, iman etmenin kesin kurallarındandır. Bu şekilde iman etmek; müslümanın vicdanını, hayat tarzını, değer ölçülerini ve dünyada elde ettiği sonuçları şekillendirmektedir. Bundan sonra müslüman, itaat yolunda, hayrı gerçekleştirmek, hakka dayanmak ve yeryüzündeki meyvesi, rahat ya da yorgunluk, kâr veya zarar, zafer veya yenilgi, zenginlik yahut yoksulluk, yaşamak ya da şehadet de olsa iyiliğe yönelmek şeklindeki hayatını sürdürür. Onun mükafatı, imtihandan başarıyla çıktıktan sonra Ahiret yurdunda verilecektir.

Bütün dünya, karşı çıkmak, işkence etmek, kötülük yapmak ve savaşmak şeklinde karşısına dikilse de onu, Allah'a itaat, hakk, hayır ve iyilik yolundan alıkoyamaz. Çünkü o, Allah'la beraber hareket etmekte, O'.nun sözünü ve şartını uygulamakta ve mükafatını da O'ndan beklemektedir.

Allah'a ve meleklerine iman, tüm kitaplarına ve aralarını ayırmadan Resulleriné iman, işitip-itaat etmek, Allah'a tevbe etmek ve hesap gününe kesin inanmak, şu kısacık ayetin çizdiği ve İslâm akidesine tabi büyük bir birliktir. Bu, akidenin sonu ve Risaletlerin sonuncusu olmaya yakışan İslâm'ın ta kendisidir. İslâm, yaratılışın başlangıcından sonuna kadar sürekli olan iman kervanını tasvir eden akide ve İslâm gelip, varlığa egemen, mükemmel kanunun birliğini ilan ederek insan aklına ayrıntıları ve uygulamaları bırakana kadar beşeriyeti yükseliş aşamalarında yükseltmek ve gücü oranında varlığa hakim, biricik kanunu ortaya çıkarmasını sağlamak için, Allah tarafından gönderilen bütün Resullerin elleriyle ulaştırılan kesintisiz hidayet çizgisidir.

Sonra İslâm, insanı insan olarak kabul eden bir dindir. Hayvan ya da taş, melek veya şeytan değil. Onu olduğu gibi, zaaf ve güç noktalarıyla birlikte ele almaktadır. Onu, özlemleri olan bir beden, değerlendirme yeteneğine sahip bir akıl ve birtakım arzuları olan bir ruhtan oluşan kapsamlı bir birlik olarak görür. Gücünün yetebileceği sorumlulukları yükler, zorluk ve meşakkate koşmaksızın sorumluluk ve güç arasındaki uyumu gözetir. Ayrıca, fıtratın temsil ettiği şekilde beden, akıl ve ruh arasındaki uyumu sağlayarak ihtiyaçlarına cevap verir. Bundan sonra, insana seçtiği yolun sorumluluğunu yükler.
 
Üst Alt